DAİRE HUKUKİ GÖRÜŞ DEĞİŞTİRSE BİLE MADDİ HATADAN SÖZEDİLEMEYECEĞİNDEN USULİ KAZANILMIŞ HAK DOĞMUŞTUR.
T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/1-1249
KARAR NO : 2019/530
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
Y A R G I T A Y İ L A M I
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Denizli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 18/06/2013
NUMARASI : 2011/275 - 2013/238
DAVACI : Z.B. vekili Av. A.O.
DAVALI : E.A. vekili Av. B.M.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasının yapılan yargılaması sonucunda Denizli 2. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 18.06.2013 tarihli ve 2011/275 E., 2013/238 K. sayılı kararın davacı vekilince duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine ilgililere çağrı kağıdı gönderildiği, duruşma günü olarak saptanan 08.05.2019 Çarşamba günü saat: 09.15'te Kurula gelmeleri için taraf vekillerine tebligat yapıldığı hâlde gelmedikleri, incelemenin dosya üzerinde yapılmasına karar verildikten ve temyiz dilekçesinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki belgeler okundu ve gereği düşünüldü:
TEMYİZ EDEN : Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Dava; tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Davacı vekili; müvekkilinin davalı Emine C.’ın kocası olan Sadık C.’dan 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın üzerine ipotek konulması şartıyla ödünç para aldığını, ancak arsanın üzerine ipotek konulmayarak 15.09.2000 tarihinde tapuda davalı Emine adına tescilinin yapıldığını, ödünç almış olduğu parayı ödediğini, hatta ödünç aldığı para karşılığında bir araç da verdiğini, buna rağmen davalının eşi Sadık’ın taşınmaz üzerine ipotek koydurmayıp, davalı Emine üzerine tescil işlemini yaptırdığını, kendisinin kandırıldığını, davalı Emine’nin de bu durumu bildiği hâlde eşi Sadık ile bir olup taşınmazı üzerine almakla haksızlık yaptığını ileri sürerek, Denizli Merkez İlçesi Karahasanlı Köyü 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydının iptali ile adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili; tapu kayıtlarına göre davacının ileri sürdüğü hususların doğru olmadığını, müvekkilinin davacının taşınmazının satılık olduğu haberi üzerine taşınmazı gördüğünü ve ardından bedeli ödemek kaydı ile tapu satışı şeklinde taşınmazı edindiğini belirterek haksız ve kötü niyetle açılan davanın reddinin gerektiğini savunmuştur.
Yerel Mahkemece; dava konusu Denizli İli Merkez Karahasanlı Köyü 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın davacı adına tapuda kayıtlı iken davalının eşi Sadık C.'dan aldığı borç para nedeni ile davalı adına devrinin sağlandığı, davacının borcunu ödediği, ancak taşınmazın tapuda yeniden davacı adına devrinin sağlanmadığı, bu konuda davalıya teklif edilen yeminin ihtarlı davetiye ile bildirilmesine rağmen davalının tayin edilen gün ve saatte duruşmaya katılmadığı, bu nedenle yeminden kaçınmış ve davacının davasını ispatlamış sayılması gerektiği gerekçesiyle davanın kabulüne, Denizli ili Merkez Karahasanlı Köyü 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın davalı adına olan tapu kaydının iptali ile davacı adına tapuya tesciline karar verilmiştir.
Davalı vekilince temyiz edilen karar, Özel Dairece “…Davacı, davalının kocasından aldığı borcun teminatı olarak çekişmeli taşınmazını davalıya devrettiğini, borcunu ödediği hâlde taşınmazın iade edilmediğini ileri sürerek eldeki davayı açmıştır.
Dava dilekçesinin içeriği ve iddianın ileri sürülüş biçiminden, uyuşmazlığın inançlı işlemden kaynaklandığı ve bu hukuki ilişkinin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiği anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere, inanç sözleşmesi inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın inanılan tarafından inanana geri verilme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Öte yandan, inançlı işleme dayalı davanın 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı kapsamında yazılı delille kanıtlanması zorunludur. Yazılı delil bulunmadığı takdirde ispat yükü kendisinde olan inanan tarafın inanılana karşı yemin teklif edebileceği de uygulamada benimsenmiştir.
Somut olayda, davacı iddiasını yazılı delille kanıtlayamamış ve davalıya yemin teklifinde bulunmuş ise de; inançlı işlemin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiği gözetildiğinde, inançlı işlemde taraf olmayan davalıya yöneltilen yeminin hukuki sonuç doğurmayacağı açıktır.
Hâl böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir...” gerekçesiyle bozulmuştur.
Davacı vekilinin karar düzeltme istemi üzerine Özel Dairece karar düzeltme isteğinin reddine karar verilmiştir.
Yerel mahkemece bozma kararına uyularak; davacının davalının kocasından aldığı borcun teminatı olarak dava konusu taşınmazı davalıya devrettiği, davacının borcunu ödediği hâlde taşınmazının iade edilmediğini ileri sürdüğü, bu konuda yazılı bir delil sunmadığı, sadece davalıya yemin teklif ettiği, inançlı işlemin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiği gözetildiğinde inançlı işlemde taraf olmayan davalıya yemin yöneltilemeyeceği dikkate alınarak ispatlanamayan davanın reddine dair ikinci karar verilmiştir.
Davacı vekilince temyiz edilen ikinci karar, Özel Dairece onanmış, davacı vekilinin karar düzeltme istemi üzerine bu kez Özel Dairece “…Bilindiği üzere, hile, genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı korumak yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Hatada yanılma, hilede yanıltma söz konusudur. BK'nın 28/1. maddesinde açıklandığı üzere taraflardan biri diğer tarafın kasıtlı aldatmasıyla sözleşme yapmaya yöneltilmişse hata esaslı olmasa bile aldatılan taraf için sözleşme bağlayıcı sayılamaz. Değinilen koşulların varlığı hâlinde aldatılan taraf hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable şamil) olarak ortadan kaldırabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir.
Öte yandan, hile her türlü delille ispat edilebileceği gibi iptal hakkının kullanılması da hiç bir şekle bağlı değildir. Hilenin öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde karşı tarafa yöneltilecek bir irade açıklaması, defi yahut dava yoluyla da kullanılabilir.
Somut olaya gelince; mahkemece yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde hile hukuksal nedeni yönünden BK. 31 maddesi hükmü de gözetilmek suretiyle bir araştırma yapılmış değildir.
Ne var ki mahkemenin somut olguyu inançlı işlem olarak değerlendirdiği, Daire kabulünün de aynı paralelde olduğu, mahkemece de bozmaya uyularak davanın reddine karar verildiği görülmektedir.
Hemen belirtilmelidir ki bozmaya uyulmuş olmakla taraflar yararına kazanılmış hak doğar. Kazanılmış hak kuralı ise kamu düzeniyle ilgili olup resen araştırılması gerekli bir usul kuralıdır.
Ancak maddi hataya dayalı olan bozma kararına uyulması ve buna göre bir karar verilmiş olması, kazanılmış hak kuralının istisnasını teşkil eder. Bu husus da gerek yargısal uygulamalarda ve gerek öğretide sapma göstermeksizin benimsenmiştir.
Öyleyse, somut olayda taraflar arasındaki ilişki inançlı işlem olmayıp hileden kaynaklandığına göre, maddi yanılgıya dayalı olmakla taraflar yararına kazanılmış hak doğurmayan mahkemenin 01.04.2010 tarih 3-123 sayılı kararı ile Daire onamasının doğru olduğu söylenemez.
Değinilen bu hususlar davacının karar düzeltme isteği üzerine bu defa yapılan inceleme sonucu anlaşıldığından davacının karar düzeltme isteğinin HUMK. 440. maddesi hükmü uyarınca kabulü ile Dairenin 14.12.2010 tarih ve 2010/8598 E., 2010/13379 K. sayılı onama kararının ortadan kaldırılmasına, yukarıda değinilen ilkelerde hile olgusu yönünden gözetilerek, toplanan ve toplanacak dediler (deliller) ile birlikte değerlendirilmek suretiyle bir karar verilmesi için Yerel Mahkemenin 01.04.2010 tarih ve 2010/3 E., 2010/123 K. sayılı kararının HUMK 428. Maddesi gereğince bozulmasına,…” karar verilmiştir.
Yerel mahkemece, ikinci bozma kararına da (karar düzeltme neticesinde) uyularak, Yargıtay bozma kararı gereğince taraf tanıklarının dinlendiği, taşınmazın ipotek yerine hile ile devredildiğini hangi tarihte öğrendikleri konusunda davacıdan açıklama istendiği, davacı Zeynep B.'nın 17.02.2012 tarihinde sunduğu dilekçede satıştan, satış tarihinden bir gün sonra haberdar olduğunu, bir hafta içinde borca karşılık araba verdiklerini, tapuyu ancak geri vermediklerini beyan ettiği, davacının bu beyanı karşısında dava konusu taşınmazın davalıya tapuda satış şeklinde devrinin gerçekleştirildiği 04.06.2004 tarihinden bir gün sonra 05.06.2004 tarihinde davacının satış şeklindeki işlemden haberdar olduğu, davacının borcuna karşılık ipotek tesis etmek istediği hâlde hile ile taşınmazın devrinin sağlandığını ile sürdüğü ve 05.06.2004 tarihinde satış şeklindeki devirden haberdar olduğuna göre bu tarihten itibaren bir yıl içerisinde bu davanın açılması gerekirken davanın bir yıl geçirildikten sonra 24.11.2006 tarihinde açıldığı gerekçesiyle davanın hak düşürücü süre nedeni ile reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı vekilince duruşma istekli temyiz edilmesi üzerine Özel Dairece; “…1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun hâlen yürürlükte olan 429. mad. 4. fıkrasında 6460 sayılı yasa ile eklenen "...Davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararın önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine alt mahkemece verilen kararın temyiz incelemesi, her halde Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılır.." hükmü uyarınca ve Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 19.01.2015 tarihli ve 8 sayılı kararı ile aynen kabul edilen ve 22.01.2015 günü Resmî Gazetede yayımlanarak 02.02.2015 tarihinde yürürlüğe giren hukuk dairelerine ilişkin işbölümüne göre temyiz incelemesinin Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'na ait olduğu…” gerekçesi ile temyiz incelemesinin yapılması için dosya Hukuk Genel Kuruluna gönderilmiştir.
I- Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, işin esasının incelenmesine geçilmeden önce yerel mahkeme kararına yönelik temyiz itirazlarını inceleme görevinin, Hukuk Genel Kuruluna mı yoksa Özel Daireye mi ait olduğu, varılacak sonuca göre davacı vekilinin temyiz isteminin duruşmalı incelenip incelenemeyeceği hususu ön sorun olarak tartışılmıştır.
Öncelikle belirtilmelidir ki 17.4.2013 tarihli ve 6460 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 1. maddesiyle 18.6.1927 tarihli ve 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 439. maddesinin beşinci fıkrasından ve 1086 sayılı Kanun’un 26.9.2004 tarihli ve 5236 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun’un 16. maddesi ile değiştirilmeden önceki 429. maddesinin üçüncü fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen fıkra:
“Davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararın önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine alt mahkemece verilen kararın temyiz incelemesi, her hâlde Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılır.” hükmüne amir olup, anılan maddenin gerekçesinde ise; “…Madde ile, davanın esastan reddi veya kabulünü içeren kesin bozmaya uyularak tesis olunan kararların mevzuatta bir değişiklik olmadığı hâlde, önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine ilk derece mahkemesince verilen hükmün temyiz incelemesinin Yargıtay’ın ilgili dairesi yerine Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılması öngörülmektedir. "Kesin bozma", denetim mahkemelerinin yargılama hukukuna kazandırdığı bir kavramdır. Bu kavram, ilk derece mahkemelerinin davanın kabulüne ilişkin hükmünün reddedilmesini yahut davanın reddine ilişkin hükmünün kabul edilmesini öngören bozmaları içermektedir. Denetim mahkemesinin, aynı dava hakkında, verilerde değişme olmadan, birden fazla ve birbirine zıt kesin bozma kararı vermesi, başlı başına hukuk güvenliği sorununa işaret eder. İkinci kesin bozma kararı üzerine verilen ilk derece mahkeme kararlarının temyiz incelemesinin, veriler değişmediği hâlde, birbirleriyle çelişen bozma kararlarını veren dairece değil, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılması, hem sorunun doğasının, hem de adil yargılama hakkının bir gereğidir. Ayrıca incelemede derecelendirmenin, içtihat istikrarına hizmet edeceği de açıktır…” denilmektedir.
Yapılan bu değişiklikle kanun koyucu tarafından Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna yeni bir görev verilmiş, davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararın önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine yerel mahkemece verilen kararın temyiz incelemesinin Yargıtay
Hukuk Genel Kurulunda yapılması öngörülmüştür.
Öte yandan, Hukuk Genel Kurulunun görevi davanın esastan reddini veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararlarla sınırlı bulunmaktadır.
Bu nedenle, nihai karar kavramı üzerinde durulmasında yarar vardır.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 294/1 maddesinde mahkemelerin usule veya esasa ilişkin bir nihai kararla davayı sona erdireceği belirtilmektedir. Bilindiği gibi, hâkimin davadan el çekmesini gerektiren, davayı sonuçlandıran kararlarına nihai kararlar denilmektedir. Nihai kararlar, usule ilişkin nihai kararlar veya esasa ilişkin nihai kararlar (hükümler) olmak üzere ikiye ayrılır.
Usule ilişkin nihai kararlar, davanın esasıyla ilgili olmayan kararlar olup, başka bir ifade ile mahkemenin maddi hukuk bakımından değil de usul hukuku bakımından verdiği kararlardır. Bu nedenle, mahkemece verilen görevsizlik, yetkisizlik, davanın açılmamış sayılmasına ilişkin kararlar usule ilişkin nihai kararlar olduğu gibi, dava şartı yokluğu nedeni ile verilen, usulden ret kararları (HMK m.115/2) da, usule ilişkin nihai kararlardır.
Esasa ilişkin kararlar ise, hâkimin uyuşmazlığın esasını inceleyerek verdiği kararlardır (HMK m. 294/1). Yani davada ileri sürülen taleplerin maddi hukuk açısından incelenerek esas bakımından kabul veya reddine ya da kısmen kabul ve kısmen reddine ilişkin kararlardır. Esasa ilişkin nihai karar ile taraflar arasındaki uyuşmazlık esastan sona erer ve hüküm kesinleşince artık o uyuşmazlık hakkında, aynı taraflar arasında, aynı dava sebebine dayanarak yeni bir dava açılamaz; açılırsa, kesin hükümden dolayı reddedilir (HMK m.303) (Kuru, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, C.III, 4.b., İstanbul 2001, s.3005).
Somut olayda tapu iptali ve tescil istemiyle açılan davada yerel mahkemece davanın kabulüne dair verilen karar, Özel Dairece davanın reddine karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle bozulmuştur. Yerel mahkemece, birinci bozma kararına uyularak davanın reddine dair verilen ikinci kararın, davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Özel Dairece hükmün onanmasına karar verilmiş, davacı vekilinin karar düzeltme istemi üzerine bu kez, somut olayda taraflar arasındaki ilişkinin inançlı işlem olmayıp, hileden kaynaklandığı, maddi yanılgıya dayalı taraflar yararına kazanılmış hak doğurmayan onama kararının doğru olmadığı, bu itibarla hile olgusu yönünden araştırma yapılmak suretiyle bir karar verilmesi gereğine değinilmek suretiyle onama kararı kaldırılarak hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Yerel mahkemece karar düzeltme istemi üzerine verilen ikinci bozma kararına da uyularak davanın reddine karar verilmiştir.
Az yukarda belirtildiği üzere 6460 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 1. maddesiyle usul yasalarına eklenen fıkra uyarınca davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararın önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine yerel mahkemece verilen kararın temyiz incelemesi Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılacaktır.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmelerde yukarıda içeriğine yer verilen hukuki olgular karşısında, yerel mahkemece verilen son kararın temyiz inceleme merciinin Özel Daireye değil, Hukuk Genel Kuruluna ait olduğuna, yerel mahkeme kararı direnmeye ilişkin olmayıp, miktar ve değeri itibariyle HUMK. 438/I' de belirtilen duruşma sınırını aşan ayın davası niteliğinde bulunduğundan davacı vekilinin temyiz incelemesinin duruşmalı olarak incelenebileceğine oy birliği ile karar verilmek suretiyle ön sorun bu şekilde aşılmış ve duruşma günü verilmiştir.
II- Özel Dairenin ilk bozma kararının maddi hataya dayalı olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre, yerel mahkemece birinci bozma kararına uyulmakla davalı yararına usuli kazanılmış hak oluşup oluşmadığı hususu yönünden yapılan incelemede;
Bu aşamada usuli kazanılmış hak ile ilgili şu açıklamaların yapılmasında yarar vardır.
Usuli kazanılmış hak kurumu, davaların uzamasını önlemek, hukuki alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek amacıyla Yargıtay uygulamaları ile geliştirilmiş, öğretide kabul görmüş ve usul hukukunun vazgeçilmez, ana ilkelerinden biri hâline gelmiştir. Anlam itibariyle, bir davada mahkemenin ya da tarafların yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakkı ifade etmektedir. Örneğin hâkimin bir tarafa kesin süre vermesi ile karşı taraf lehine kazanılmış hak doğar. Nitekim HGK'nın 23.10.1981 tarihli ve 1981/15-2296 E., 1981/687 K. sayılı kararında "....meselâ; bir Yargıtay bozma ilamına uyulmasına, ispat yükü kendisine düşen, takdiri delil ile iddiasını gerçeğe yakın bir şekilde ispat etmiş ve fakat hâkime bir kanaat vermemiş olan tarafa Usulün 365. maddesi hükmünce hâkim tarafından resen and yöneltilmesine; taraflardan birine kesin süre verilmesine (Usul 164) ilişkin ara kararları bu nitelikte olup bunlardan dönme (rücu) caiz değildir. Çünkü usule ait kazanılmış hak müessesi, Usul Yasasının dayandığı ana esaslardandır ve kamu düzeni ile de ilgilidir. (09.05.1960 tarihli ve 21 E., 9 K. ve 04.02.1959 tarihli ve 13 E., 5 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararları gerekçelerinden)...." denilmek sureti ile ara kararı ile oluşan kazanılmış hak çeşitlerinden bahsedilmiştir.
Hemen belirtelim ki, gerek 1086 sayılı Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanununda, gerek 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununda “usuli kazanılmış hak” kavramına ilişkin açık bir hüküm bulunmamaktadır. Konu, yargı içtihadı ile gelişmiştir.
Öte yandan kanun yolunda oluşan kazanılmış haklar da söz konusudur. Şöyle ki, bir mahkemenin Yargıtay dairesince verilen bozma kararına uyması sonucunda, kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince hüküm verme yükümlülüğü doğar. “Usuli kazanılmış hak” olarak tanımlayacağımız bu olgu mahkemeye, hükmüne uyduğu Yargıtay bozma kararında belirtilen çerçevede işlem yapma ve hüküm kurma zorunluluğu getirmektedir (09.05.1960 tarihli ve 21/9 sayılı YİBK).
Mahkemenin, Yargıtay’ın bozma kararına uyması ile bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usuli kazanılmış hak doğabileceği gibi bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında kalması yolu ile de usuli kazanılmış hak gerçekleşebilir. Yargıtay tarafından bozulan bir hükmün bozma kararının kapsamı dışında kalmış olan kısımları kesinleşir. Bozma kararına uymuş olan mahkeme kesinleşen bu kısımlar hakkında yeniden inceleme yaparak karar veremez. Bir başka anlatımla, kesinleşmiş bu kısımlar, lehine olan taraf yararına usuli kazanılmış hak oluşturur (04.02.1959 tarihli ve 13/5 sayılı YİBK).
6460 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile eklenen HUMK’un 439. maddesinin 6. fıkrasının gerekçesinde; usuli kazanılmış hakkın Yargıtay’ın müstekar içtihatlarıyla hukuk hayatımıza girdiği, Yüksek Mahkemenin bu ilkeye uygun davranarak birçok ilk derece mahkeme kararını bozduğu, çok istisnai olarak usuli kazanılmış hakkı dikkate almaksızın karar verdiği, aslında verilen bu kararların istinaf kanun yolunun henüz hayata geçirilememesinin sonuçlarından olduğu, bu düşünceden hareketle, değişikliğin sadece 1086 sayılı Kanun’un istinaf sisteminden önce yürürlükte olan metninde yapıldığı, düzenlemenin kalıcı şekilde 6100 sayılı Kanunda da yer alması, Yargıtay’ın "usuli kazanılmış hak" kavramından vazgeçtiği şeklinde bir algı doğurabileceğinden, söz konusu hükmün bölge adliye mahkemeleri faaliyete geçinceye kadar hukuki varlığının sürdürmesinin amaçlandığı belirtilmiş ve usuli kazanılmış hakkın önemi vurgulanmıştır.
Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usuli kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır.
Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir içtihadı birleştirme kararı çıkması durumunda Yargıtay bozma kararı ile oluşan usuli kazanılmış hak değer taşımayacaktır. 09.05.1960 tarihli ve 21/9 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararında (YİBK) "...sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararının Temyiz Mahkemesinin bozma kararına uyulmakla meydana gelen usule ait müktesep hak esasının istisnası olarak, henüz mahkemede veya Temyiz Mahkemesinde bulunan bütün işlere tatbikinin gerekli olduğuna..." karar verilmiştir.
Bunun gibi bozmaya uyulmasından sonra o konuda yürürlüğe giren yeni bir kanun karşısında bozma ilamına uyulmakla oluşan usuli kazanılmış hakkın da bir değeri kalmayacaktır. HGK'nın 12.03.1997 tarihli ve 1997/7-975 E., 1997/196 K. ve 06.11.1996 tarihli ve 1996/17-561 E., 1997/744 K. sayılı kararlarında bu hususa vurgu yapılmıştır.
Benzer şekilde uygulanması gereken bir kanun hükmünün, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilmesi hâlinde usuli kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir (HGK. 21.01.2004 tarihli ve 2004/10-44 E., 2004/19 K. ve 30.01.2013 tarihli ve 2012/1-683 E.,2013/165 K. sayılı kararları).
Görev konusu da usuli kazanılmış hakkın istisnasıdır. Bu husus 04.02.1959 tarihli ve 1957/13 E., 1959/5 K. sayılı YİBK'da "...kaide olarak usuli müktesep hak hükmünün vazife konusunda tatbik yeri olmayacağına ve duruşmanın bittiği bildirilinceye kadar vazifesizlik kararı verebileceğine,..." şeklinde ifade edilmiştir.
Bu sayılanların dışında ayrıca hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı ve harç gibi kamu düzenine ilişkin konularda da usuli kazanılmış haktan söz edilemez.
Ayrıca maddi hataya dayanan bozma kararına uyulması ile usuli kazanılmış hak doğmaz.
Burada kısaca "maddi hata" kavramından bahsetmek gerekir.
Maddi yanılgı kavramından amaç; hukuksal değerlendirme ve denetim dışında, tamamen maddi olgulara yönelik, ilk bakışta yanılgı olduğu açık ve belirgin olup, her nasılsa inceleme sırasında gözden kaçmış ve bu tür bir yanlışlığın sürdürülmesinin kamu düzeni ve vicdanı yönünden savunulmasının mümkün bulunmadığı, yargılamanın sonucunu büyük ölçüde etkileyen ve çoğu kez tersine çeviren ve düzeltilmesinin zorunlu olduğu açık yanılgılardır.
Uygulamada zaman zaman görüldüğü gibi, Yargıtay denetimi sırasında da, uyuşmazlık konusuna ilişkin maddi olgularda, davanın taraflarında, uyuşmazlık sürecinde, uyuşmazlığa esas başlangıç ve bitim tarihlerinde, zarar hesaplarına ait rakam ve olgularda ve bunlara benzer durumlarda; yanlış algılama sonucu, açık ve belirgin yanlışlıklar yapılması mümkündür. Bu tür açık hatalarda ısrarla maddi gerçeğin göz ardı edilmesi, yargıya duyulan güven ve saygınlığı, adalete olan inancı sarsacaktır.
O nedenledir ki; Yargıtay, bugüne değin maddi hatanın belirlendiği durumlarda soruna müdahale etmiş; baştan yapılmış açık maddi yanlışlığın düzeltilmesini kabul etmiştir. HGK'nın 13.03.2013 tarihli ve 2013/5-10 E., 2013/548 K., 13.04.2011 tarihli ve 2011/9-72 E., 2011/99 K., 13.04.2011 tarihli ve 2011/9-101 E., 2011/128 K., 19.06.2015 tarihli ve 2013/21-2361 E., 2015/1728 K., 23.10.2002 tarihli ve 2002/10-895 E., 2002/838 K., 02.07.2003 tarihli ve 2003/21-425 E., 2003/441 K., 29.11.1995 tarihli ve 1995/19-819 E., 1995/1028 K., 24.05.1995 tarihli ve 1995/9-348 E., 1995/556 K., 14.03.1986 tarihli ve 1984/2-714 E., 1986/246 K. ve 15.10.1986 tarihli ve 1986/6-491 E., 1986/876 K. ile 10.06.1983 tarihli ve 1981/10-323 E., 1983/652 K. sayılı kararlarında da maddi hataya dayalı onama ve bozma kararlarının karşı taraf lehine sonuç doğurmayacağı benimsenmiştir. Bu husus 30.11.1988 tarihli ve 1988/2-776 E., 1988/985 K. sayılı kararında "...Yargıtay bozma ilâmına uyulmakla meydana gelen usulî kazanılmış hak kuralı usul hukukunun ana esaslarından olmakla ve Yargıtayca titizlikle gözetilmekle birlikte bu kuralın açık bir maddi hata hâlinde dahi katı bir biçimde uygulanması bazı Yargıtay kararlarında adalet duygusuyla, maddi olgularla bağdaşmaz bulunmuş ve dolayısıyla giderek uygulamada uyulan bozma kararının her türlü hukuki değerlendirme veya delil takdiri dışında maddi bir hataya dayanması hâlinde usulî kazanılmış hak kuralının hukuki sonuç doğurmayacağı esası benimsenmiştir..." şeklinde ifadesini bulmuştur.
Ne var ki bozma kararında hukuki yönden bir değerlendirme yapılarak delil değerlendirmesi sonucunda bir sonuca ulaşılmış ise, bu kararın yanlış olduğu ya da delillerin yanlış değerlendirildiği sonradan anlaşılsa bile bozmaya uyulması ile oluşan kazanılmış hakkın varlığı kabul edilmelidir. Bu durum HGK'nın 30.11.1988 tarihli ve 1988/2-776 E., 1988/985 K. sayılı kararında maddi hataya dayanan bozma kararına uyulması ile usuli kazanılmış hak oluşmayacağına vurgu yapıldıktan sonra kararın devamında "...Burada şu husus belirtilmelidir ki, bozma kararında hukuki yönden bir değerlendirme yapılmış ve delillerle belirli bir doğrultuda değerlendirilerek bir bozma kararı verilmiş ise, bu bozmaya uyulması hâlinde, bozma yapan Daire hukuki görüş değiştirse veya delil değerlendirmesinin yanlış olduğunu sonradan benimsese dahi burada maddi hatadan sözedilemeyeceğinden usulî kazanılmış hakkın doğduğunun kabulü gerekir.
Ancak, Yargıtay Dairesinin vardığı sonuç her türlü değer yargısı dışında hiç bir suretle başka biçimde yorumlanmayacak tartışmasız bir maddi hataya dayanıyorsa ve onunla sıkı sıkıya bağlı ise o takdirde usulî kazanılmış hak kuralı hukuki sonuç doğurmayacaktır..." şeklinde ifade edilmiştir. Aynı görüş HGK'nın 20.01.1988 tarihli ve 1988/1-249 E., 1988/28 K., 20.12.1989 tarihli ve 1989/12-539 E., 1989/662 K., 15.12.1990 tarihli ve 1990/1-450 E., 1990/608 K., 09.03.1994 tarihli ve 1993/17-889 E., 1994/123 K. sayılı kararlarında da aynen sürdürülmüştür.
Yukarıdaki açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde, davacı “…davalı Emine C.’ın kocası olan Sadık C.’dan 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın üzerine ipotek konulması şartıyla ödünç para aldığını, ancak arsanın üzerine ipotek konulmayarak tapuda davalı Emine adına tescilinin yapıldığını, ödünç almış olduğu parayı ödediğini, hatta ödünç aldığı para karşılığında bir araç da verdiğini, buna rağmen davalının eşi Sadık’ın taşınmaz üzerine ipotek koydurmayıp, davalı Emine üzerine tescil işlemini yaptırdığını, kendisinin kandırıldığını, davalı Emine’nin bu durumu bildiği hâlde eşi Sadık ile birlikte olup taşınmazı üzerine almakla haksızlık yaptığını…” belirterek tapu iptali ve tescil istekli eldeki davayı açmıştır.
Mahkemece davanın kabulüne dair verilen ilk karar, Özel Dairece davacının iddiasını yazılı delille kanıtlayamadığı, davalıya yemin teklifinde bulunulmuş ise de inançlı işlemin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiği gözetildiğinde inançlı işlemde taraf olmayan davalıya yöneltilen yeminin hukuki sonuç doğurmayacağı, bu nedenle davanın reddine karar verilmesi gerektiği gerekçesi ile bozulmuştur. Görüldüğü üzere Özel Daire tarafından dosya içindeki deliller değerlendirilmek sureti ile hukuki yönden bir nitelendirme de yapılarak davanın reddi gerektiği belirtilmiş ve karar bu nedenle bozulmuştur.
Mahkemece Özel Dairenin bu kararına uyulmakla davalı lehine usuli kazanılmış hak oluşmuş olup, usuli kazanılmış hakkın kamu düzenine ilişkin olduğu da tartışmasızdır.
O hâlde bu aşamadan sonra iddianın niteliği ve ileri sürülüş biçimine göre taraflar arasındaki ilişkinin inançlı işlemden (teminat mukabili temlik) değil, hileden kaynaklandığı, hile hukuksal nedeni yönünden BK’nun 31. maddesi hükmü de gözetilerek araştırma yapılmasının gerektiği gerekçesi ile kararın bozulması, davalı lehine birinci bozmaya uyulmakla oluşan usuli kazanılmış hakkın ihlali niteliğindedir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında maddi hataya dayanan birinci bozma kararına uyulması ile davalı lehine kazanılmış hak oluşmayacağı görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca ikinci bozma kararına (karar düzeltme neticesinde) uyularak davanın reddi yönünde verilen temyize konu kararın, sonucu itibariyle doğru olduğu kanaatine varılmıştır.
Bu nedenle yerel mahkeme kararının yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ : Yukarıda (I) numaralı bentte açıklanan nedenlerle temyiz isteminin Hukuk Genel Kurulunca duruşmalı olarak yapılmasına 26.03.2019 tarihinde yapılan görüşmede oy birliği ile,
Yukarıda (II) numaralı bentte açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile Yerel Mahkeme hükmünün ONANMASINA, gerekli temyiz ilâm harcı peşin alındığından başka harç alınmasına yer olmadığına, kararın tebliğinden itibaren on beş günlük süre içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 08.05.2019 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY
Somut olayda, davacı vekili, davacının davalı Emine’nin kocası Sadık’tan, 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın üzerine ipotek konulması şartı ile ödünç para aldığını ancak bu arsasının üzerine Sadık’ın ipotek koydurmadığını, kendisini kandırarak davalı olan eşi Emine üzerine tescil işlemini yaptırdığını, davalı Emine’nin bu durumu bildiğini ödünç aldığı parayı ödediğini, hatta ödünç para karşılığında bir araç da verdiğini, 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydının iptali ile adına tescilini talep ettiği, davalının ise bu hususların doğru olmayıp satış bedelini ödeyerek taşınmazı satın aldığını ileri sürdüğü, mahkemece davalıya konu ile ilgili usule uygun yemin teklifi için davetiye tebliğine rağmen duruşmaya gelmediğinden yeminden kaçınmış ve davacının davasını ispatlamış sayılması gerektiği gerekçesi ile davanın kabulü ile taşınmazın davacı adına tapuya tesciline karar verdiği, hükmün davalı vekilince temyizi üzerine Özel Dairece, uyuşmazlığın inançlı işlemden kaynaklandığı bu hukuki ilişkinin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiğini 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı kapsamında davanın yazılı delillerle ispatı gerektiği, yazılı delil bulunmadığı taktirde inanan tarafın inanılan tarafa (davalının kocasına) karşı yemin teklif edeceğini, inançlı işlemde taraf olmayan davalıya yöneltilen yeminin hukuki sonuç doğurmayacağı için davanın reddine karar verilmesi gerekçesi ile yerel mahkeme kararının bozulduğu, mahkemece bozmaya uyularak yazılı delille kanıtlanamayan davanın reddine karar verildiği, kararın davacı vekilince temyizi üzerine Özel Dairece hükmün onandığı, karar düzeltme istemi üzerine Özel Dairece bu kez, iddianın niteliği ve ileri sürülüş biçimine göre taraflar arası hukuki ilişkinin inançlı işlemden (teminat mukabili temlik) değil, hileden kaynaklandığı hilenin her türlü delille ispatlanabileceği, mahkemece BK. m. 31 hükmü gözetilerek bir araştırma yapılmadığı, maddi hataya dayalı bozma kararına uyulması ve buna göre bir karar verilmesini kazanılmış hak kuralının istisnasını oluşturduğundan onama kararının kaldırıldığı olgusu gözetilerek ve toplanan ve toplanacak deliller birlikte değerlendirilerek bir karar verilmesi gerektiği gerekçesi ile ikinci kez bozulduğu, yerel mahkemenin bu bozma kararına da uyup, taraf tanıklarının dinlendiği, davacının sunduğu dilekçede 04.06.2004 tarihli satıştan 05.06.2004 tarihinde haberdar olduğunu beyan ettiğinden 05.06.2004 tarihinden itibaren 1 yıllık süre hak düşürücü süre geçirildikten sonra dava açıldığı nedeniyle davanın reddine karar verildiği, hükmün davacı vekilince temyizi üzerine 1086 sayılı HUMK’nın 429/4. Fıkrasına 6460 sayılı yazı ile eklenen “Davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tescil olunan kararın, önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine alt mahkemece verilen kararın temyiz incelemesi her hâlde Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılır” hükmü gereğince dosyanın Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna gönderildiği görülmektedir.
Kural olarak hukuki barış ve güvenlik ilkesi yanında ayrıca bozma kararı kesin hüküm gibi etki doğurduğundan, temyiz incelemesini yapan Yargıtay’ın bizatihi kendisinin de daha önce verdiği bozma kararı ile bağlı olması gerekir.
Ne var ki 6100 sayılı Kanunun 1. maddesi ile HMK'nın 372 maddesine eklenen 6. fıkra ile HUMK' nın 429. maddesine eklenen 4. fıkra hükmünün mefhum-u muhalifi artık usuli müktesap hakkın bu görünümünün geçerliliğini diğer bir ifade ile 21/9 sayılı 09.05.1960 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararının en azından bu kısmını anlam itibariyle uygulanamaz kılmıştır. Söz konusu hüküm uyarınca “ önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden” bozma kararı verilmesi demek onun daha önce kendisinin vermiş olduğu bozma kararı ile bağlı olmaması demektir. Böyle bir ihtimali öngören kanun koyucu, bununla söz konusu bağlılığı kabul etmiyor demektir. Aksi taktirde söz konusu hükme hiçbir anlam verilemez. Esasen yerleşik içtihatlardan dönmek isteyen Yargıtay Dairesinin başvurması gereken yol Yargıtay Kanunu’nun 45. maddesinin birinci fıkrasının 2-C bendine göre içtihatların birleştirilmesi” kurumuna başvurmaktır. Ne var ki mevcut hüküm, bu yolu kullanmaksızın ilgili daireye görüşünü değiştirme imkanı tanımaktadır. Şu hâlde açık düzenleme gereği, bozma kararının bağlayıcılığını bir istisnası da Yargıtay açısından ilgili dairenin görüş değiştirmesidir (Atalı, Murat: “Usuli Müktesep Hak Kavramı ve Bozma Kararının Bağlayıcılığı”, (Yargıtay Dergisi, Temmuz 2018 C. 44 S. 3 s. 470 ve 497) .
HUMK' nın 429. maddesine 6460 sayılı kanunla eklenen 4. fıkra hükmü gereğince, birbiri ile çelişen iki bozma kararından sonra alt derece mahkemesinin yeni kararının incelenmesini bozma kararını veren Daireye değil Hukuk Genel Kuruluna verilmiş olup bu yöntemle sorun çözülmek istenilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu bu hâlde mahkeme kararını temyiz üzerine ilk defa inceleyen bir Özel Daire gibi temyizi incelemesini yapması gerekir. Bu hüküm usuli kazanılmış hakkın kanundan doğan bir istisnasıdır. Kanun koyucunun amacı Hukuk Genel Kurulunun usuli kazanılmış hakkı gözeterek şekli bir inceleme yapması gerektiği görüşünde olsa idi, maddede usuli kazanılmış hak gözetilerek bir karar verilmesini açıkca belirtmesi gerekirdi.
Madde gerekçesinde Yargıtay’ın hukuki denetim yanında maddi denetimi yapması nedeniyle istisnai de olsa “usuli müktesep hak” kavramını dikkate almadan karar verdiği kabul edilerek Hukuk Genel Kurulunca “usuli müktesep hak” kavramı dikkate alınmadan karar vermesi gerektiği zımnen belirtilmektedir. Şayet Hukuk Genel Kurulunun sadece usuli kazanılmış hakkı gözeterek bir karar vermesi gerektiği kabul edilse idi, karar gerekçesinde yer alan içtihatların istikrar kazanması ve adil yargılama hakkının gerçekleşmesi ilkelerinden söz edilmezdi. Ayrıca hükmün gerekçesinde bu hükmün Bölge Adliye Mahkemeleri faaliyete geçene kadar geçici olarak düzenlediği, düzenlemenin kalıcı şekilde 6100 sayılı Kanunda yer alması hâlinde Yargıtay’ın “usuli müktesep hak” kavramında vazgeçtiği şeklinde bir algı doğuracağından söz edilmektedir. Bu gerekçe ile de, HUMK. 429/4 fıkrasındaki şartların içeriği hâlinde geçici bir süre Hukuk Genel Kurulunca “usuli kazanılmış hak” gözetilmeden hukuka uygunluk denetimi yaparak karar vermesi gerektiğini zımnen ifade etmektedir. Hemen belirtelim ki HUMK. 429. maddesine eklenen bu hüküm HMK' nın 372. maddesine 6. fıkra olarak eklenmiştir.
Bu usuli kazanılmış hak kavramı HUMK' da düzenlenmemiş olmakla birlikte Yargıtay içtihatları ile kabul edilmiş ve geliştirilmiştir. Bu kavram 09.05.1960 tarih 21/09 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında açıklamıştır. Bu kararda Yargıtay’ın bozma kararına uyan mahkemenin bozma gereğince muamele yapma ve hüküm verme durumu taraflardan biri lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme sonucunu doğuracak bir durumdur, buna “usuli müktesep hak” denilmektedir” şeklinde açıklanmaktadır.
Usuli kazanılmış hak müessesesinin kamu düzeni düşüncesi ile kabul edilen istisnaları bulunmaktadır. Mahkemenin bozmaya uyması sonrası Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı verilmesi veya o konuda yeni bir Kanunun yürürlüğe girmesi, görev konusu, kesin hüküm, bozma kararının maddi hataya dayanması bu istisnalara örnek olarak gösterilmektedir.
HUMK' nın 429/4. fıkrası hükmü de usuli kazanılmış hakkın bir istisnasıdır.
Yerel mahkeme Özel Dairenin birinci bozma kararına uyulmuş olması nedeniyle usuli kazanılmış hak doğduktan sonra verilen hükmün ikinci kez bozulması ve bu bozmaya da uyulması ile yeni bir usuli kazanılmış hak doğmuştur. Bu iki kazanılmış haktan hangisinin tercih edileceği tartışmalı olup, Hukuk Genel Kurulu böyle bir tartışmaya girmeden Özel Dairenin vermiş olduğu bozma kararlarını göz önüne almadan hukuka uygunluk denetimi yapmalıdır. Bu hâlde gerçek hakkın ortaya çıkmasında kamunun daha çok yararı bulunmaktadır. Hukuk hakkı sağlamak için vardır. Hakka ulaşmayı engelleyen biçimde yapılan yorumlar toplum vicdanını da tatmin etmez.
Bu durum 10.04.1992 tarih ve 1991/7 E. 1992/4 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında benimsenen hüküm fıkrası ile gerekçeli kararın çelişmesi hâlinde mahkemenin önceki kararla bağlı olmaksızın çelişkiyi giderecek şekilde yeniden karar vermesi için hükmün bozulması durumuna benzemektedir. Başka bir anlatımla
Hukuk Genel Kurulu Özel Dairenin bozma kararları ile bağlı olmaksızın hukuka uygunluk denetimi yaparak bir karar vermelidir.
Bu nedenle Özel Dairenin ilk verdiği bozma kararına uyulması nedeniyle usuli kazanılmış hak doğduğu varsayımı kabul edilerek, ilk bozma kararının maddi hataya dayalı olup olmadığı yönünde şekli bir inceleme yapılması gerektiği şeklindeki çoğunluk görüşüne katılamıyorum.
Somut olayda Özel Dairenin birinci bozmasında taraflar arasında inançlı işlem olduğu şeklindeki hukuki nitelendirme yapıldığı, ikinci bozmada ise taraflar arasındaki ilişkinin inançlı işlem olmayıp hileden kaynaklandığı şeklinde hukuki görüşün değiştirildiği, görüş değişikliğinin maddi hatadan kaynaklanmadığı şüphesizdir.
Şu hâle göre çoğunluk görüşünün kabulü hâlinde usuli kazanılmış hakkın varlığından söz edilerek taraflar arası hukuki ilişkinin hileden kaynaklandığı göz ardı edilip somut olaya, hukuka uygun olmayan şekilde karar vermek hukuka güveni sarsar ve toplumun adalete olan inancını zayıflatır.
Bu nedenlerle usul ve yasaya uygun olan Özel Dairenin ikinci bozmasına uyarak verilmiş mahkeme kararının bu gerekçelerle onanması görüşünde olduğumdan Hukuk Genel Kurulunun sayın çoğunluğunun görüşüne katılamıyorum.
Dr. Şanver KELEŞ
Üye
KARŞI OY
Dava, tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacı dava dilekçesinde; kayden maliki olduğu 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazına ipotek konulması şartıyla davalının eşinden ödünç para aldığını, ancak davalının eşinin kendisini kandırarak, anılan taşınmazında ipotek tesis ettirmeyip, çekişmeli taşınmazı davalı adına tescil ettirdiğini, davalının da bu durumu bildiği halde eşiyle birlikte hareket ederek taşınmazın tapsunu üzerine almakla haksızlık yaptığını, ödünç aldığı parayı ödediğini, hatta karşılığında bir araç verdiğini ileri sürerek; dava dilekçesinin sonuç kısmında "...ödünç aldığı para karşılığında adına kayıtlı taşınmazının üzerine ipotek konulması şartı ile imza attığı yerin ipotek değil davalıya satmış gibi gösterilerek davalı adına tescil edilmiş olup, bu taşınmazının davalı adına olan tapu kaydının iptali ile adına tescili" isteğinde bulunmuştur.
Davalı vekili, iddiaların doğru olmadığını, dava konusu taşınmazı bedelini ödemek suretiyle satın aldığını belirterek, davanın reddini savunmuştur.
Yerel Mahkemece, "davacının satış akit tablosunun aksini iddia etmesi, bunun takdiri deliller ile ispat edilemeyeceği ancak kesin delillerle ispat edilebileceği dikkate alınarak delil listesindeki diğer delilleri ibaresi nedeni ile davacı tarafa yemin deliline dayanıp dayanmadığı hatırlatılmış, davacı taraf yemin deliline dayandığını bildirmiş, yemini eda etmesi konusunda davalıya 18.03.2008 tarihinde davetiye tebliğ olunmuş, ancak davalı 28.03.2008 tarihli duruşmada hazır olmadığından yeminden kaçınmış sayılarak davacının iddiasını ispatladığı sonucuna varılmıştır" şeklindeki gerekçeyle davanın kabulüne dair verilen karar, davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairenin 15.07.2009 tarih ve 7124-8378 sayılı ilamıyla aynen "Dava, tapu iptali-tescil isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Eksiğin tamamlanması yoluyla getirtilen kayıtlardan, davacıya ait 12 sayılı parselin 4.6.2004 tarihinde satış yoluyla davalıya devredildiği görülmektedir. Davacı, davalının kocasından aldığı borcun teminatı olarak çekişmeli taşınmazını davalıya devrettiğini, borcunu ödediği halde taşınmazın iade edilmediğini ileri sürerek eldeki davayı açmıştır. Dava dilekçesinin içeriği ve iddianın ileri sürülüş biçiminden, uyuşmazlığın inançlı işlemden kaynaklandığı ve bu hukuki ilişkinin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Bilindiği üzere, inanç sözleşmesi inananla inanılan arasında yapılan , onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın inanılan tarafından inanana geri verilme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Öte yandan, inançlı işleme dayalı davanın 5.2.1947 tarih 20/6 Sayılı İnançları Birleştirme Kararı kapsamında yazılı delille kanıtlanması zorunludur. Yazılı delil bulunmadığı takdirde ispat yükü kendisinde olan inanan tarafın inanılana karşı yemin teklif edebileceği de uygulamada benimsenmiştir. Somut olayda, davacı iddiasını yazılı delille kanıtlayamamış ve davalıya yemin teklifinde bulunmuş ise de; inançlı işlemin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiği gözetildiğinde, inançlı işlemde taraf olmayan davalıya yöneltilen yeminin hukuki sonuç doğurmayacağı açıktır.
Hâl böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir..." gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiş, karar düzeltme yoluna başvurulması üzerine Özel Dairenin 07.12.2009 tarih ve 11754-12641 sayılı kararıyla da davacı vekilinin karar düzeltme isteği reddedilmiştir.
Yerel Mahkemece bozma ilamına uyularak davanın reddine dair verilen karar Özel Dairece 14.10.2010 tarih ve 8598-13379 sayılı kararla onanmış ise de, davacı vekilinin karar düzeltme yoluna başvurması üzerine bu kez Özel Daireninin 04.04.2011 tarih ve 3301-3857 sayılı ilamıyla "...Davacı, 24.11.2006 tarihli dava dilekçesinde; “..davalı Emine C.’ın kocası olan Sadık Ceylanalar’dan 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın üzerine ipotek konulması şartıyla ödünç para aldığını, ancak arsanın üzerine ipotek konulmayarak 15.09.2000 tarihinde tapuda davalı Emine adına tescilinin yapıldığını, ödünç almış olduğu parayı ödediğini, hatta ödünç aldığı para karşılığında bir araç da verdiğini buna rağmen davalının eşi Sadık’ın taşınmaz üzerine ipotek koydurmayıp, davalı Emine üzerine tescil işlemini yaptırdığını, kendisinin kandırıldığını, davalı Emine’nin bu durumu bildiği halde eşi Sadık ile birlikte olup taşınmazı üzerine almakla haksızlık yaptığını” belirterek tapu iptali ve tescili istekli eldeki davayı açmıştır. O hâlde iddianın bu niteliği ve ileri sürülüş biçimine göre taraflar arasındaki ilişkinin inançlı işlemden (teminat mukabili temlik) değil, hileden kaynaklandığı tartışmasızdır. Bilindiği üzere, hile, genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı korumak yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Hatada yanılma, hilede yanıltma söz konusudur. BK'nun 28/l maddesinde açıklandığı üzere taraflardan biri diğer tarafın kasıtlı aldatmasıyla sözleşme yapmaya yöneltilmişse hata esaslı olmasa bile aldatılan taraf için sözleşme bağlayıcı sayılamaz. Değinilen koşulların varlığı halinde aldatılan taraf hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable Şamil) olarak ortadan kaldırabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir. Öte yandan, hile her türlü delille ispat edilebileceği gibi iptal hakkının kullanılması da hiç bir şekle bağlı değildir. Hilenin öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde karşı tarafa yöneltilecek bir irade açıklaması, defi yahut dava yoluyla da kullanılabilir. Somut olaya gelince; mahkemece yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde hile hukuksal nedeni yönünden BK 31 maddesi hükmü de gözetilmek suretiyle bir araştırma yapılmış değildir.
Ne var ki mahkemenin somut olguyu inançlı işlem olarak değerlendirdiği, Daire kabulünün de aynı paralelde olduğu, mahkemece de bozmaya uyularak davanın reddine karar verildiği görülmektedir. Hemen belirtilmelidir ki bozmaya uyulmuş olmakla taraflar yararına kazanılmış hak doğar. Kazanılmış hak kuralı ise kamu düzeniyle ilgili olup resen araştırılması gerekli bir usul kuralıdır. Ancak maddi hataya dayalı olan bozma kararına uyulması ve buna göre bir karar verilmiş olması, kazanılmış hak kuralının istisnasını teşkil eder. Bu husus da gerek yargısal uygulamalarda ve gerek öğretide sapma göstermeksizin benimsenmiştir. Öyleyse, somut olayda taraflar arasındaki ilişki inançlı işlem olmayıp hileden kaynaklandığına göre, maddi yanılgıya dayalı olmakla taraflar yararına kazanılmış hak doğurmayan mahkemenin 01.04.2010 tarih 3-123 sayılı kararı ile Daire onamasının doğru olduğu söylenemez..." gerekçesiyle, "davacının karar düzeltme isteğinin HUMK 440 maddesi hükmü uyarınca kabulü ile Dairenin 14.12.2010 tarih ve 2010/8598 E., 2010/13379 K. sayılı onama kararının ortadan kaldırılmasına, yukarıda değinilen ilkelerde hile olgusu yönünden gözetilerek, toplanan ve toplanacak dediler ile birlikte değerlendirilmek suretiyle bir karar verilmesi için Yerel Mahkemenin 01.04.2010 tarih ve 2010/3 E., 2010/123 K. sayılı kararının HUMK 428. maddesi gereğince bozulmasına" karar verilmiştir.
Yerel Mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda "...BK.nun 31. maddesinde "hata veya hile ile haleldar olan yahut ikrah ile yapılan akit ile mülzem olmayan taraf bu akti ifa etmemek hakkındaki kararını diğer tarafa beyan veyahut verdiği şeyi istirdat etmeksizin bir seneyi geçirirse akte icazet verilmiş nazar ile bakılır. Bu mehil hata veya hilenin anlaşıldığı veya korkunun zair olduğu tarihten itibaren cereyan eder." hükmüne yer verilmiştir. Maddede belirtilen bir yıllık süre hak düşürücü niteliktedir. Davacı borcuna karşılık ipotek tesis etmek istediği halde hile ile taşınmazın devrinin sağlandığını ile sürmekle ve 05.06.2004 tarihinde satış şeklindeki devirden haberdar olduğuna göre bu tarihten itibaren bir yıl içerisinde bu davanın açılması gerekirken davanın bir yıl geçirildikten sonra 24.11.2006 tarihinde açıldığı anlaşılmakla davanın hak düşürücü süre nedeni ile reddine karar vermek gerekmiştir..." biçimindeki gerekçeyle davanın reddine karar verilmiştir.
Hüküm davacı vekili vekili tarafından duruşma istekli temyiz edilmiştir.
17/4/2013 tarih ve 6460 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 1'inci maddesiyle 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 439'uncu maddesinin beşinci fıkrasından ve 1086 sayılı Kanun’un 26/9/2004 tarihli ve 5236 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun’un 16'ncı maddesi ile değiştirilmeden önceki 429'uncu maddesinin üçüncü fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen "davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararın önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine alt mahkemece verilen kararın temyiz incelemesi, her hâlde Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılır" şeklindeki fıkrası uyarınca ve yerel mahkeme kararı direnmeye ilişkin olmayıp, miktar ve değeri itibariyle HUMK 438/I'de belirtilen duruşma sınırını aşan ayın davası niteliğinde bulunduğundan davacı vekilinin temyiz incelemesi Yargıtay Hukuk Genel Kurulumuz tarafından duruşmalı olarak yapılmıştır.
Sayın çoğunlukla, karşı görüş arasındaki uyuşmazlık; somut olayda ilk bozma kararına uyulmakla usulü kazanılmış hakkın doğup doğmadığı, bu bağlamda usulü kazanılmış hakkın istisnalarından olan "maddi hataya" dayalı bir bozmadan söz edilip edilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, usul kanunumuzda usulü kazanılmış hakla ilgili açık bir yasal düzenleme bulunmamakta ise de, bu olgu Yargıtay içtihatları ile kabul edilmiş ve bunun istisnaları da yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiştir.
04.02.1959 gün ve 1957/13-1959/5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere "Temyizce bir kararın bozulması ve mahkemenin bozma kararına uyması hâlinde bozulan kararın bozma sebeplerinin şümulü dışında kalmış cihetlerinin kesinleşmiş sayılması, davaların uzamasını önlemek maksadıyla kabul edilmiş çok önemli bir usuli hükümdür. Bir cihetin bozma kararının şümulü dışında kalması da iki şekilde olabilir. Ya o cihet, açıkça bir temyiz sebebi olarak ileri sürülmüş fakat dairece itiraz reddedilmiştir, yahut da onu hedef tutan bir temyiz itirazı ileri sürülmemiş olmasına rağmen dosyanın Temyiz Dairesince incelendiği sırada dosyada bulunan yazılardan onun bir bozma sebebi sayılması mümkün bulunduğu halde o cihet dairedece bozma sebebi sayılmamıştır. Her iki halde de o konunun bozma sebebi sayılmamış ve başka sebeplere dayanan bozma kararına mahkemece uyulmuş olması, taraflardan birisi lehine usuIi bir müktesep hak meydana getirir ki, bu hakkı ne mahkeme, ne de Temyiz Mahkemesi halele uğratabilir. Zira umumi müktesep hakkın tanınması da amme intizamı düşüncesiyle kabul edilmiş bir esastır." Yine, 09.05.1960 gün ve 21/9 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da "Bir mahkemenin Temyiz Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince karar verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozmada gösterilen esaslara aykırı bulunması, usule uygun sayılamaz ve bozma sebebidir; meğer ki bu aykırılık sadece bozma kararında gösterilen bir usul kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın neticesini değiştirecek bir mahiyet arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına uymasıyla meydana gelen bozma gereğince muamele yapma ve hüküm verme durumu, taraflardan birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur ve buna usuli müktesep hak yahut usule ait müktesep hak denilmektedir. Usul Kanunumuzda bu şekildeki usule ait müktesep hakka ilişkin açık bir hüküm konulmuş değilse de Temyizin bozma kararının hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan gayesi ve muhakeme usulünün, hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş olması yanında hukuki alanda istikrar gayesine dahi ermek üzere kabul edilmiş bulunması bakımından usule ait müktesep hak müessesesi usul kanununun dayandığı ana esaslardandır ve amme intizamıyla da ilgilidir" şeklinde usulü kazanılmış hak tanımlanmıştır.
Öte yandan; 04.02.1959 tarih ve 1957/13 Esas- 1959/5 karar sayılı YİBK'nda "1- Kural olarak hukuk yargılama yöntemine ilişkin kazanılmış hak geçerlidir. 2- Bu kural, görev konusunda uygulanmaz. 3- Duruşmanın bittiği bildirilinceye kadar görevsizlik kararı verilebilir" şeklinde; 09.05.1960 gün ve 21/9 sayılı YİBK'nda da "Usule ilişkin kazanılmış hak kuralının birçok hukuk kurallarında olduğu gibi istisnaları vardır. Yargıtayın bozma ilamına uyulmakla oluşan usule ilişkin kazanılmış hak kuralının istisnası olarak, sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararı; henüz mahkemede ya da Yargıtay'da olan bütün işlere uygulanır" biçiminde "görev" ve "yeni İçtihadı Birleştirme Kararının çıkması" usulü kazanılmış hakkın istisnaları olarak kabul edilmiştir. Yine; Yargıtay içtihatlarına göre "mahkemece bozmaya uyulmasından sonra, uyuşmazlıkla ilgili yürürlüğe giren (geçmişe etkili) yeni bir kanun çıkması; bozmaya uyulmasından sonra, uyuşmazlığa uygulanması gereken kanun hükmünün, hükmün kesinleşmesinden önce Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi ve iptal kararının yürürlüğe girmesi; maddi yanılgıya dayalı olan bir bozma kararına uyulmuş olması gibi hususlar usulü kazanılmış hakkın istisnaları olarak sayılabilir. Bunların yanı sıra, hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı, re'sen gözönünde tutulması gereken hususlar ve kamu düzeni ile ilgili konularda usulü kazanılmış haktan söz edilemez. (Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü 6. Baskı, sayfa: 4738 vd. ile 4771 vd.)
Somut olay bakımından usulü kazanılmış hakkın istisnalarından olan "maddi hata" hususu üzerinde durulmalıdır. Bu konudaki içtihatlardan bazılarına (Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü 6. Baskı, sayfa: 4798 vd. da yer vermiş olup) değinmek gerekirse:
"Özel Daire Bozma ilâmında, olayın iş kazası olmadığından söz edilmesi, maddi olguların gerçekleşme biçimi yönünden bir yanılgıdır. Maddi yanılgının söz konusu olduğu hallerde, bozmaya uyulmuş olsa bile, kazanılmış hak söz konusu olmaz"(HGK 10.06.1983,10/328-652). "...Maddi olaya uymayan maddi hataya dayalı bozma kararına uyulması, olayın açıklanan özelliği itibariyle usuli kazanılmış hak doğurmaz..."(HGK 14.03.1986, 2/714-246). "...maddi yanılgıya dayalı bozma kararına uyulmuş olması itibariyle kazanılmış hakkın bulunmadığından söz edilebilmesi için ancak Yargıtay Dairesinin vardığı sonuç her türlü değer yargısının dışında hiç bir suretle başka biçimde yorumlanamayacak, tartışmasız ve açık bir maddi hataya dayanıyorsa ve onunla sıkı sıkıya bağlı ise otakdirde yine usuli kazanılmış hak kuralının hukuki sonuç doğurmayacağı kuşkusuzdur...davanın reddini öngören, bozma ilamının içeriği itibariyle dosyada mevcut ve tartışmasız olan kayıt ve belgelere uygun olmadığı gibi maddi olaylara da duraksanmayacak biçimde aykırı bulunduğu anlaşılmaktadır...açık maddi yanılgıya dayalı bozma ilamına uyulmasının ilgilisine usulü kazanılmış hak sağlamayacağı..." (HGK 01.03.1995, 7/641-117) şeklindedir.
Ayrıca HGK 25.11.2015 tarih 14/2796-2669 sayılı kararında "... muvazaalı şekilde düzenlendiği kesinleşmiş yargı kararı ile belirlenmiş olan dava konusu 24.06.1997 tarihli satış vaadi sözleşmesinin geçerli olmadığı ve mülkiyeti nakletmeyeceği hususunun Özel Dairece verilen birinci bozma ilamında maddi hata sonucu gözden kaçırıldığı anlaşılmaktadır. Her ne kadar yerel mahkemece Özel Dairenin birinci bozma kararına uyularak davanın kabulüne karar verilmiş ise de az yukarda belirtildiği üzere maddi hata sonucu verilen bozma ilamlarına uyularak verilen mahkeme kararları usuli müktesep hak oluşturmayacağı"; 07.12.2017 tarih 1/1278-1576 sayılı kararında " davalı tarafından cevap dilekçesinde dayanılmasına karşın davanın esasını etkileyebilecek nitelikteki 01.06.2001 tarihli davacılar murisi Musa Özyörük ve davalılardan Metin Özyörük imzalarını havi “protokol” başlıklı belge, dosya içerisinde bulunmasına rağmen gerek mahkemece, gerekse Yargıtay Dairesi tarafından değerlendirilmemiştir. Bu itibarla usuli kazanılmış hakka uyma zorunluluğunun istisnalarından olan ve uyuşmazlığa konu Özel Dairenin son kararında detayları gösterildiği üzere maddi hataya dayalı olduğu belirtilen birinci bozma kararına uyulmasının davacı yararına usulü kazanılmış hak oluşturduğundan söz etmenin mümkün olmadığı..." belirtilmiştir.
Anılan İçtihatlar ile somut olay birlikte değerlendirildiğinde; dava dilekçesinde açıkça "kandırılma" maddi vakıası ileri sürüldüğü halde, Özel Dairece anılan maddi olgu görülüp, değerlendirilmeksizin ilk bozma kararı verilmiştir. Doğaldır ki, ileri sürülen tüm maddi vakıalar değerlendirilerek bir hukuki nitelendirme yapılmış olması durumunda, sonra verilen bozma kararıyla bu hukuki nitelendirmenin değiştirilmesi usulü kazanılmış hak olgusuna aykırılık teşkil eder. Ne var ki eldeki davada, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü maddi vakılar, Özel Dairenin ilk bozma kararında farklı bir biçimde yer almıştır. Davacı dava dilekçesinde açıkça taşınmazında ipotek tesis edilecek iken kandırılması suretiyle temliki işlem yapıldığını ileri sürmesine rağmen, Özel Dairenin ilk bozma kararında "davacı, davalının kocasından aldığı borcun teminatı olarak çekişmeli taşınmazını davalıya devrettiğini, borcunu ödediği halde taşınmazın iade edilmediğini ileri sürerek eldeki davayı açmıştır" şeklinde iradi bir temlik söz konusuymuş gibi değerlendirme yapılmıştır. Bunun sonucu olarak da maddi vakılarda yapılan hata hukuki nitelendirmede hataya neden olmuştur. Bilindiği gibi, "hile" iddiası her türlü delil ile ispatlanabilir iken, -yani delil serbestisi sözkonusuyken- iradi bir temlik olan inançlı işleme dayalı iddiada 5.2.1947 tarih ve 20/6 Sayılı İnançları Birleştirme Kararı kapsamında yazılı delille ispat zorunluluğu vardır. Öyle ise, Özel Dairenin ilk bozma ilamında vardığı sonucun, her türlü değer yargısının dışında hiç bir suretle başka biçimde yorumlanamayacak, tartışmasız ve açık bir maddi hataya dayandığı ve onunla sıkı sıkıya bağlı olduğu kabul edilmelidir.
Hâl böyle olunca, Özel Dairenin ilk bozma kararının maddi yanılgıya dayalı olup, bu bozmaya uyulmuş olmasının davalı lehine usulü kazanılmış hak oluşturmayacağı, bu nedenle maddi vakıaların dava dilekçesine uygun olarak ortaya konulduktan sonra "hile" hukuksal nedenine ilişkin olarak araştırma ve inceleme yapılması gereğine değinen Özel Dairenin ikinci bozma kararına Yerel Mahkemece uyularak karar verilmesinin yerinde olduğu görüşüyle, sayın çoğunluğun "Özel Dairenin ilk bozma kararının maddi hataya dayalı olmadığı ve Yerel Mahkemece ilk bozma kararına uyulmakla davalı yararına usulü kazanılmış hak oluştuğuna" ilişkin görüşüne katılamıyorum.
Sevinç TÜRKÖZMEN
Üye
DAİRE HUKUKİ GÖRÜŞ DEĞİŞTİRSE BİLE MADDİ HATADAN SÖZEDİLEMEYECEĞİNDEN USULİ KAZANILMIŞ HAK DOĞMUŞTUR.
T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/1-1249
KARAR NO : 2019/530
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
Y A R G I T A Y İ L A M I
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Denizli 2. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 18/06/2013
NUMARASI : 2011/275 - 2013/238
DAVACI : Z.B. vekili Av. A.O.
DAVALI : E.A. vekili Av. B.M.
Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasının yapılan yargılaması sonucunda Denizli 2. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 18.06.2013 tarihli ve 2011/275 E., 2013/238 K. sayılı kararın davacı vekilince duruşmalı olarak temyiz edilmesi üzerine ilgililere çağrı kağıdı gönderildiği, duruşma günü olarak saptanan 08.05.2019 Çarşamba günü saat: 09.15'te Kurula gelmeleri için taraf vekillerine tebligat yapıldığı hâlde gelmedikleri, incelemenin dosya üzerinde yapılmasına karar verildikten ve temyiz dilekçesinin süresinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki belgeler okundu ve gereği düşünüldü:
TEMYİZ EDEN : Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Dava; tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Davacı vekili; müvekkilinin davalı Emine C.’ın kocası olan Sadık C.’dan 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın üzerine ipotek konulması şartıyla ödünç para aldığını, ancak arsanın üzerine ipotek konulmayarak 15.09.2000 tarihinde tapuda davalı Emine adına tescilinin yapıldığını, ödünç almış olduğu parayı ödediğini, hatta ödünç aldığı para karşılığında bir araç da verdiğini, buna rağmen davalının eşi Sadık’ın taşınmaz üzerine ipotek koydurmayıp, davalı Emine üzerine tescil işlemini yaptırdığını, kendisinin kandırıldığını, davalı Emine’nin de bu durumu bildiği hâlde eşi Sadık ile bir olup taşınmazı üzerine almakla haksızlık yaptığını ileri sürerek, Denizli Merkez İlçesi Karahasanlı Köyü 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydının iptali ile adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı vekili; tapu kayıtlarına göre davacının ileri sürdüğü hususların doğru olmadığını, müvekkilinin davacının taşınmazının satılık olduğu haberi üzerine taşınmazı gördüğünü ve ardından bedeli ödemek kaydı ile tapu satışı şeklinde taşınmazı edindiğini belirterek haksız ve kötü niyetle açılan davanın reddinin gerektiğini savunmuştur.
Yerel Mahkemece; dava konusu Denizli İli Merkez Karahasanlı Köyü 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın davacı adına tapuda kayıtlı iken davalının eşi Sadık C.'dan aldığı borç para nedeni ile davalı adına devrinin sağlandığı, davacının borcunu ödediği, ancak taşınmazın tapuda yeniden davacı adına devrinin sağlanmadığı, bu konuda davalıya teklif edilen yeminin ihtarlı davetiye ile bildirilmesine rağmen davalının tayin edilen gün ve saatte duruşmaya katılmadığı, bu nedenle yeminden kaçınmış ve davacının davasını ispatlamış sayılması gerektiği gerekçesiyle davanın kabulüne, Denizli ili Merkez Karahasanlı Köyü 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın davalı adına olan tapu kaydının iptali ile davacı adına tapuya tesciline karar verilmiştir.
Davalı vekilince temyiz edilen karar, Özel Dairece “…Davacı, davalının kocasından aldığı borcun teminatı olarak çekişmeli taşınmazını davalıya devrettiğini, borcunu ödediği hâlde taşınmazın iade edilmediğini ileri sürerek eldeki davayı açmıştır.
Dava dilekçesinin içeriği ve iddianın ileri sürülüş biçiminden, uyuşmazlığın inançlı işlemden kaynaklandığı ve bu hukuki ilişkinin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiği anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere, inanç sözleşmesi inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın inanılan tarafından inanana geri verilme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Öte yandan, inançlı işleme dayalı davanın 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı kapsamında yazılı delille kanıtlanması zorunludur. Yazılı delil bulunmadığı takdirde ispat yükü kendisinde olan inanan tarafın inanılana karşı yemin teklif edebileceği de uygulamada benimsenmiştir.
Somut olayda, davacı iddiasını yazılı delille kanıtlayamamış ve davalıya yemin teklifinde bulunmuş ise de; inançlı işlemin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiği gözetildiğinde, inançlı işlemde taraf olmayan davalıya yöneltilen yeminin hukuki sonuç doğurmayacağı açıktır.
Hâl böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir...” gerekçesiyle bozulmuştur.
Davacı vekilinin karar düzeltme istemi üzerine Özel Dairece karar düzeltme isteğinin reddine karar verilmiştir.
Yerel mahkemece bozma kararına uyularak; davacının davalının kocasından aldığı borcun teminatı olarak dava konusu taşınmazı davalıya devrettiği, davacının borcunu ödediği hâlde taşınmazının iade edilmediğini ileri sürdüğü, bu konuda yazılı bir delil sunmadığı, sadece davalıya yemin teklif ettiği, inançlı işlemin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiği gözetildiğinde inançlı işlemde taraf olmayan davalıya yemin yöneltilemeyeceği dikkate alınarak ispatlanamayan davanın reddine dair ikinci karar verilmiştir.
Davacı vekilince temyiz edilen ikinci karar, Özel Dairece onanmış, davacı vekilinin karar düzeltme istemi üzerine bu kez Özel Dairece “…Bilindiği üzere, hile, genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı korumak yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Hatada yanılma, hilede yanıltma söz konusudur. BK'nın 28/1. maddesinde açıklandığı üzere taraflardan biri diğer tarafın kasıtlı aldatmasıyla sözleşme yapmaya yöneltilmişse hata esaslı olmasa bile aldatılan taraf için sözleşme bağlayıcı sayılamaz. Değinilen koşulların varlığı hâlinde aldatılan taraf hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable şamil) olarak ortadan kaldırabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir.
Öte yandan, hile her türlü delille ispat edilebileceği gibi iptal hakkının kullanılması da hiç bir şekle bağlı değildir. Hilenin öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde karşı tarafa yöneltilecek bir irade açıklaması, defi yahut dava yoluyla da kullanılabilir.
Somut olaya gelince; mahkemece yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde hile hukuksal nedeni yönünden BK. 31 maddesi hükmü de gözetilmek suretiyle bir araştırma yapılmış değildir.
Ne var ki mahkemenin somut olguyu inançlı işlem olarak değerlendirdiği, Daire kabulünün de aynı paralelde olduğu, mahkemece de bozmaya uyularak davanın reddine karar verildiği görülmektedir.
Hemen belirtilmelidir ki bozmaya uyulmuş olmakla taraflar yararına kazanılmış hak doğar. Kazanılmış hak kuralı ise kamu düzeniyle ilgili olup resen araştırılması gerekli bir usul kuralıdır.
Ancak maddi hataya dayalı olan bozma kararına uyulması ve buna göre bir karar verilmiş olması, kazanılmış hak kuralının istisnasını teşkil eder. Bu husus da gerek yargısal uygulamalarda ve gerek öğretide sapma göstermeksizin benimsenmiştir.
Öyleyse, somut olayda taraflar arasındaki ilişki inançlı işlem olmayıp hileden kaynaklandığına göre, maddi yanılgıya dayalı olmakla taraflar yararına kazanılmış hak doğurmayan mahkemenin 01.04.2010 tarih 3-123 sayılı kararı ile Daire onamasının doğru olduğu söylenemez.
Değinilen bu hususlar davacının karar düzeltme isteği üzerine bu defa yapılan inceleme sonucu anlaşıldığından davacının karar düzeltme isteğinin HUMK. 440. maddesi hükmü uyarınca kabulü ile Dairenin 14.12.2010 tarih ve 2010/8598 E., 2010/13379 K. sayılı onama kararının ortadan kaldırılmasına, yukarıda değinilen ilkelerde hile olgusu yönünden gözetilerek, toplanan ve toplanacak dediler (deliller) ile birlikte değerlendirilmek suretiyle bir karar verilmesi için Yerel Mahkemenin 01.04.2010 tarih ve 2010/3 E., 2010/123 K. sayılı kararının HUMK 428. Maddesi gereğince bozulmasına,…” karar verilmiştir.
Yerel mahkemece, ikinci bozma kararına da (karar düzeltme neticesinde) uyularak, Yargıtay bozma kararı gereğince taraf tanıklarının dinlendiği, taşınmazın ipotek yerine hile ile devredildiğini hangi tarihte öğrendikleri konusunda davacıdan açıklama istendiği, davacı Zeynep B.'nın 17.02.2012 tarihinde sunduğu dilekçede satıştan, satış tarihinden bir gün sonra haberdar olduğunu, bir hafta içinde borca karşılık araba verdiklerini, tapuyu ancak geri vermediklerini beyan ettiği, davacının bu beyanı karşısında dava konusu taşınmazın davalıya tapuda satış şeklinde devrinin gerçekleştirildiği 04.06.2004 tarihinden bir gün sonra 05.06.2004 tarihinde davacının satış şeklindeki işlemden haberdar olduğu, davacının borcuna karşılık ipotek tesis etmek istediği hâlde hile ile taşınmazın devrinin sağlandığını ile sürdüğü ve 05.06.2004 tarihinde satış şeklindeki devirden haberdar olduğuna göre bu tarihten itibaren bir yıl içerisinde bu davanın açılması gerekirken davanın bir yıl geçirildikten sonra 24.11.2006 tarihinde açıldığı gerekçesiyle davanın hak düşürücü süre nedeni ile reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı vekilince duruşma istekli temyiz edilmesi üzerine Özel Dairece; “…1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunun hâlen yürürlükte olan 429. mad. 4. fıkrasında 6460 sayılı yasa ile eklenen "...Davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararın önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine alt mahkemece verilen kararın temyiz incelemesi, her halde Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılır.." hükmü uyarınca ve Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 19.01.2015 tarihli ve 8 sayılı kararı ile aynen kabul edilen ve 22.01.2015 günü Resmî Gazetede yayımlanarak 02.02.2015 tarihinde yürürlüğe giren hukuk dairelerine ilişkin işbölümüne göre temyiz incelemesinin Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'na ait olduğu…” gerekçesi ile temyiz incelemesinin yapılması için dosya Hukuk Genel Kuruluna gönderilmiştir.
I- Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, işin esasının incelenmesine geçilmeden önce yerel mahkeme kararına yönelik temyiz itirazlarını inceleme görevinin, Hukuk Genel Kuruluna mı yoksa Özel Daireye mi ait olduğu, varılacak sonuca göre davacı vekilinin temyiz isteminin duruşmalı incelenip incelenemeyeceği hususu ön sorun olarak tartışılmıştır.
Öncelikle belirtilmelidir ki 17.4.2013 tarihli ve 6460 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 1. maddesiyle 18.6.1927 tarihli ve 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 439. maddesinin beşinci fıkrasından ve 1086 sayılı Kanun’un 26.9.2004 tarihli ve 5236 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun’un 16. maddesi ile değiştirilmeden önceki 429. maddesinin üçüncü fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen fıkra:
“Davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararın önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine alt mahkemece verilen kararın temyiz incelemesi, her hâlde Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılır.” hükmüne amir olup, anılan maddenin gerekçesinde ise; “…Madde ile, davanın esastan reddi veya kabulünü içeren kesin bozmaya uyularak tesis olunan kararların mevzuatta bir değişiklik olmadığı hâlde, önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine ilk derece mahkemesince verilen hükmün temyiz incelemesinin Yargıtay’ın ilgili dairesi yerine Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılması öngörülmektedir. "Kesin bozma", denetim mahkemelerinin yargılama hukukuna kazandırdığı bir kavramdır. Bu kavram, ilk derece mahkemelerinin davanın kabulüne ilişkin hükmünün reddedilmesini yahut davanın reddine ilişkin hükmünün kabul edilmesini öngören bozmaları içermektedir. Denetim mahkemesinin, aynı dava hakkında, verilerde değişme olmadan, birden fazla ve birbirine zıt kesin bozma kararı vermesi, başlı başına hukuk güvenliği sorununa işaret eder. İkinci kesin bozma kararı üzerine verilen ilk derece mahkeme kararlarının temyiz incelemesinin, veriler değişmediği hâlde, birbirleriyle çelişen bozma kararlarını veren dairece değil, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılması, hem sorunun doğasının, hem de adil yargılama hakkının bir gereğidir. Ayrıca incelemede derecelendirmenin, içtihat istikrarına hizmet edeceği de açıktır…” denilmektedir.
Yapılan bu değişiklikle kanun koyucu tarafından Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna yeni bir görev verilmiş, davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararın önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine yerel mahkemece verilen kararın temyiz incelemesinin Yargıtay
Hukuk Genel Kurulunda yapılması öngörülmüştür.
Öte yandan, Hukuk Genel Kurulunun görevi davanın esastan reddini veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararlarla sınırlı bulunmaktadır.
Bu nedenle, nihai karar kavramı üzerinde durulmasında yarar vardır.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 294/1 maddesinde mahkemelerin usule veya esasa ilişkin bir nihai kararla davayı sona erdireceği belirtilmektedir. Bilindiği gibi, hâkimin davadan el çekmesini gerektiren, davayı sonuçlandıran kararlarına nihai kararlar denilmektedir. Nihai kararlar, usule ilişkin nihai kararlar veya esasa ilişkin nihai kararlar (hükümler) olmak üzere ikiye ayrılır.
Usule ilişkin nihai kararlar, davanın esasıyla ilgili olmayan kararlar olup, başka bir ifade ile mahkemenin maddi hukuk bakımından değil de usul hukuku bakımından verdiği kararlardır. Bu nedenle, mahkemece verilen görevsizlik, yetkisizlik, davanın açılmamış sayılmasına ilişkin kararlar usule ilişkin nihai kararlar olduğu gibi, dava şartı yokluğu nedeni ile verilen, usulden ret kararları (HMK m.115/2) da, usule ilişkin nihai kararlardır.
Esasa ilişkin kararlar ise, hâkimin uyuşmazlığın esasını inceleyerek verdiği kararlardır (HMK m. 294/1). Yani davada ileri sürülen taleplerin maddi hukuk açısından incelenerek esas bakımından kabul veya reddine ya da kısmen kabul ve kısmen reddine ilişkin kararlardır. Esasa ilişkin nihai karar ile taraflar arasındaki uyuşmazlık esastan sona erer ve hüküm kesinleşince artık o uyuşmazlık hakkında, aynı taraflar arasında, aynı dava sebebine dayanarak yeni bir dava açılamaz; açılırsa, kesin hükümden dolayı reddedilir (HMK m.303) (Kuru, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, C.III, 4.b., İstanbul 2001, s.3005).
Somut olayda tapu iptali ve tescil istemiyle açılan davada yerel mahkemece davanın kabulüne dair verilen karar, Özel Dairece davanın reddine karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle bozulmuştur. Yerel mahkemece, birinci bozma kararına uyularak davanın reddine dair verilen ikinci kararın, davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Özel Dairece hükmün onanmasına karar verilmiş, davacı vekilinin karar düzeltme istemi üzerine bu kez, somut olayda taraflar arasındaki ilişkinin inançlı işlem olmayıp, hileden kaynaklandığı, maddi yanılgıya dayalı taraflar yararına kazanılmış hak doğurmayan onama kararının doğru olmadığı, bu itibarla hile olgusu yönünden araştırma yapılmak suretiyle bir karar verilmesi gereğine değinilmek suretiyle onama kararı kaldırılarak hükmün bozulmasına karar verilmiştir. Yerel mahkemece karar düzeltme istemi üzerine verilen ikinci bozma kararına da uyularak davanın reddine karar verilmiştir.
Az yukarda belirtildiği üzere 6460 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 1. maddesiyle usul yasalarına eklenen fıkra uyarınca davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararın önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine yerel mahkemece verilen kararın temyiz incelemesi Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılacaktır.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmelerde yukarıda içeriğine yer verilen hukuki olgular karşısında, yerel mahkemece verilen son kararın temyiz inceleme merciinin Özel Daireye değil, Hukuk Genel Kuruluna ait olduğuna, yerel mahkeme kararı direnmeye ilişkin olmayıp, miktar ve değeri itibariyle HUMK. 438/I' de belirtilen duruşma sınırını aşan ayın davası niteliğinde bulunduğundan davacı vekilinin temyiz incelemesinin duruşmalı olarak incelenebileceğine oy birliği ile karar verilmek suretiyle ön sorun bu şekilde aşılmış ve duruşma günü verilmiştir.
II- Özel Dairenin ilk bozma kararının maddi hataya dayalı olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre, yerel mahkemece birinci bozma kararına uyulmakla davalı yararına usuli kazanılmış hak oluşup oluşmadığı hususu yönünden yapılan incelemede;
Bu aşamada usuli kazanılmış hak ile ilgili şu açıklamaların yapılmasında yarar vardır.
Usuli kazanılmış hak kurumu, davaların uzamasını önlemek, hukuki alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek amacıyla Yargıtay uygulamaları ile geliştirilmiş, öğretide kabul görmüş ve usul hukukunun vazgeçilmez, ana ilkelerinden biri hâline gelmiştir. Anlam itibariyle, bir davada mahkemenin ya da tarafların yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakkı ifade etmektedir. Örneğin hâkimin bir tarafa kesin süre vermesi ile karşı taraf lehine kazanılmış hak doğar. Nitekim HGK'nın 23.10.1981 tarihli ve 1981/15-2296 E., 1981/687 K. sayılı kararında "....meselâ; bir Yargıtay bozma ilamına uyulmasına, ispat yükü kendisine düşen, takdiri delil ile iddiasını gerçeğe yakın bir şekilde ispat etmiş ve fakat hâkime bir kanaat vermemiş olan tarafa Usulün 365. maddesi hükmünce hâkim tarafından resen and yöneltilmesine; taraflardan birine kesin süre verilmesine (Usul 164) ilişkin ara kararları bu nitelikte olup bunlardan dönme (rücu) caiz değildir. Çünkü usule ait kazanılmış hak müessesi, Usul Yasasının dayandığı ana esaslardandır ve kamu düzeni ile de ilgilidir. (09.05.1960 tarihli ve 21 E., 9 K. ve 04.02.1959 tarihli ve 13 E., 5 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararları gerekçelerinden)...." denilmek sureti ile ara kararı ile oluşan kazanılmış hak çeşitlerinden bahsedilmiştir.
Hemen belirtelim ki, gerek 1086 sayılı Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanununda, gerek 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununda “usuli kazanılmış hak” kavramına ilişkin açık bir hüküm bulunmamaktadır. Konu, yargı içtihadı ile gelişmiştir.
Öte yandan kanun yolunda oluşan kazanılmış haklar da söz konusudur. Şöyle ki, bir mahkemenin Yargıtay dairesince verilen bozma kararına uyması sonucunda, kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince hüküm verme yükümlülüğü doğar. “Usuli kazanılmış hak” olarak tanımlayacağımız bu olgu mahkemeye, hükmüne uyduğu Yargıtay bozma kararında belirtilen çerçevede işlem yapma ve hüküm kurma zorunluluğu getirmektedir (09.05.1960 tarihli ve 21/9 sayılı YİBK).
Mahkemenin, Yargıtay’ın bozma kararına uyması ile bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usuli kazanılmış hak doğabileceği gibi bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında kalması yolu ile de usuli kazanılmış hak gerçekleşebilir. Yargıtay tarafından bozulan bir hükmün bozma kararının kapsamı dışında kalmış olan kısımları kesinleşir. Bozma kararına uymuş olan mahkeme kesinleşen bu kısımlar hakkında yeniden inceleme yaparak karar veremez. Bir başka anlatımla, kesinleşmiş bu kısımlar, lehine olan taraf yararına usuli kazanılmış hak oluşturur (04.02.1959 tarihli ve 13/5 sayılı YİBK).
6460 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile eklenen HUMK’un 439. maddesinin 6. fıkrasının gerekçesinde; usuli kazanılmış hakkın Yargıtay’ın müstekar içtihatlarıyla hukuk hayatımıza girdiği, Yüksek Mahkemenin bu ilkeye uygun davranarak birçok ilk derece mahkeme kararını bozduğu, çok istisnai olarak usuli kazanılmış hakkı dikkate almaksızın karar verdiği, aslında verilen bu kararların istinaf kanun yolunun henüz hayata geçirilememesinin sonuçlarından olduğu, bu düşünceden hareketle, değişikliğin sadece 1086 sayılı Kanun’un istinaf sisteminden önce yürürlükte olan metninde yapıldığı, düzenlemenin kalıcı şekilde 6100 sayılı Kanunda da yer alması, Yargıtay’ın "usuli kazanılmış hak" kavramından vazgeçtiği şeklinde bir algı doğurabileceğinden, söz konusu hükmün bölge adliye mahkemeleri faaliyete geçinceye kadar hukuki varlığının sürdürmesinin amaçlandığı belirtilmiş ve usuli kazanılmış hakkın önemi vurgulanmıştır.
Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usuli kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır.
Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir içtihadı birleştirme kararı çıkması durumunda Yargıtay bozma kararı ile oluşan usuli kazanılmış hak değer taşımayacaktır. 09.05.1960 tarihli ve 21/9 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararında (YİBK) "...sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararının Temyiz Mahkemesinin bozma kararına uyulmakla meydana gelen usule ait müktesep hak esasının istisnası olarak, henüz mahkemede veya Temyiz Mahkemesinde bulunan bütün işlere tatbikinin gerekli olduğuna..." karar verilmiştir.
Bunun gibi bozmaya uyulmasından sonra o konuda yürürlüğe giren yeni bir kanun karşısında bozma ilamına uyulmakla oluşan usuli kazanılmış hakkın da bir değeri kalmayacaktır. HGK'nın 12.03.1997 tarihli ve 1997/7-975 E., 1997/196 K. ve 06.11.1996 tarihli ve 1996/17-561 E., 1997/744 K. sayılı kararlarında bu hususa vurgu yapılmıştır.
Benzer şekilde uygulanması gereken bir kanun hükmünün, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilmesi hâlinde usuli kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir (HGK. 21.01.2004 tarihli ve 2004/10-44 E., 2004/19 K. ve 30.01.2013 tarihli ve 2012/1-683 E.,2013/165 K. sayılı kararları).
Görev konusu da usuli kazanılmış hakkın istisnasıdır. Bu husus 04.02.1959 tarihli ve 1957/13 E., 1959/5 K. sayılı YİBK'da "...kaide olarak usuli müktesep hak hükmünün vazife konusunda tatbik yeri olmayacağına ve duruşmanın bittiği bildirilinceye kadar vazifesizlik kararı verebileceğine,..." şeklinde ifade edilmiştir.
Bu sayılanların dışında ayrıca hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı ve harç gibi kamu düzenine ilişkin konularda da usuli kazanılmış haktan söz edilemez.
Ayrıca maddi hataya dayanan bozma kararına uyulması ile usuli kazanılmış hak doğmaz.
Burada kısaca "maddi hata" kavramından bahsetmek gerekir.
Maddi yanılgı kavramından amaç; hukuksal değerlendirme ve denetim dışında, tamamen maddi olgulara yönelik, ilk bakışta yanılgı olduğu açık ve belirgin olup, her nasılsa inceleme sırasında gözden kaçmış ve bu tür bir yanlışlığın sürdürülmesinin kamu düzeni ve vicdanı yönünden savunulmasının mümkün bulunmadığı, yargılamanın sonucunu büyük ölçüde etkileyen ve çoğu kez tersine çeviren ve düzeltilmesinin zorunlu olduğu açık yanılgılardır.
Uygulamada zaman zaman görüldüğü gibi, Yargıtay denetimi sırasında da, uyuşmazlık konusuna ilişkin maddi olgularda, davanın taraflarında, uyuşmazlık sürecinde, uyuşmazlığa esas başlangıç ve bitim tarihlerinde, zarar hesaplarına ait rakam ve olgularda ve bunlara benzer durumlarda; yanlış algılama sonucu, açık ve belirgin yanlışlıklar yapılması mümkündür. Bu tür açık hatalarda ısrarla maddi gerçeğin göz ardı edilmesi, yargıya duyulan güven ve saygınlığı, adalete olan inancı sarsacaktır.
O nedenledir ki; Yargıtay, bugüne değin maddi hatanın belirlendiği durumlarda soruna müdahale etmiş; baştan yapılmış açık maddi yanlışlığın düzeltilmesini kabul etmiştir. HGK'nın 13.03.2013 tarihli ve 2013/5-10 E., 2013/548 K., 13.04.2011 tarihli ve 2011/9-72 E., 2011/99 K., 13.04.2011 tarihli ve 2011/9-101 E., 2011/128 K., 19.06.2015 tarihli ve 2013/21-2361 E., 2015/1728 K., 23.10.2002 tarihli ve 2002/10-895 E., 2002/838 K., 02.07.2003 tarihli ve 2003/21-425 E., 2003/441 K., 29.11.1995 tarihli ve 1995/19-819 E., 1995/1028 K., 24.05.1995 tarihli ve 1995/9-348 E., 1995/556 K., 14.03.1986 tarihli ve 1984/2-714 E., 1986/246 K. ve 15.10.1986 tarihli ve 1986/6-491 E., 1986/876 K. ile 10.06.1983 tarihli ve 1981/10-323 E., 1983/652 K. sayılı kararlarında da maddi hataya dayalı onama ve bozma kararlarının karşı taraf lehine sonuç doğurmayacağı benimsenmiştir. Bu husus 30.11.1988 tarihli ve 1988/2-776 E., 1988/985 K. sayılı kararında "...Yargıtay bozma ilâmına uyulmakla meydana gelen usulî kazanılmış hak kuralı usul hukukunun ana esaslarından olmakla ve Yargıtayca titizlikle gözetilmekle birlikte bu kuralın açık bir maddi hata hâlinde dahi katı bir biçimde uygulanması bazı Yargıtay kararlarında adalet duygusuyla, maddi olgularla bağdaşmaz bulunmuş ve dolayısıyla giderek uygulamada uyulan bozma kararının her türlü hukuki değerlendirme veya delil takdiri dışında maddi bir hataya dayanması hâlinde usulî kazanılmış hak kuralının hukuki sonuç doğurmayacağı esası benimsenmiştir..." şeklinde ifadesini bulmuştur.
Ne var ki bozma kararında hukuki yönden bir değerlendirme yapılarak delil değerlendirmesi sonucunda bir sonuca ulaşılmış ise, bu kararın yanlış olduğu ya da delillerin yanlış değerlendirildiği sonradan anlaşılsa bile bozmaya uyulması ile oluşan kazanılmış hakkın varlığı kabul edilmelidir. Bu durum HGK'nın 30.11.1988 tarihli ve 1988/2-776 E., 1988/985 K. sayılı kararında maddi hataya dayanan bozma kararına uyulması ile usuli kazanılmış hak oluşmayacağına vurgu yapıldıktan sonra kararın devamında "...Burada şu husus belirtilmelidir ki, bozma kararında hukuki yönden bir değerlendirme yapılmış ve delillerle belirli bir doğrultuda değerlendirilerek bir bozma kararı verilmiş ise, bu bozmaya uyulması hâlinde, bozma yapan Daire hukuki görüş değiştirse veya delil değerlendirmesinin yanlış olduğunu sonradan benimsese dahi burada maddi hatadan sözedilemeyeceğinden usulî kazanılmış hakkın doğduğunun kabulü gerekir.
Ancak, Yargıtay Dairesinin vardığı sonuç her türlü değer yargısı dışında hiç bir suretle başka biçimde yorumlanmayacak tartışmasız bir maddi hataya dayanıyorsa ve onunla sıkı sıkıya bağlı ise o takdirde usulî kazanılmış hak kuralı hukuki sonuç doğurmayacaktır..." şeklinde ifade edilmiştir. Aynı görüş HGK'nın 20.01.1988 tarihli ve 1988/1-249 E., 1988/28 K., 20.12.1989 tarihli ve 1989/12-539 E., 1989/662 K., 15.12.1990 tarihli ve 1990/1-450 E., 1990/608 K., 09.03.1994 tarihli ve 1993/17-889 E., 1994/123 K. sayılı kararlarında da aynen sürdürülmüştür.
Yukarıdaki açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde, davacı “…davalı Emine C.’ın kocası olan Sadık C.’dan 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın üzerine ipotek konulması şartıyla ödünç para aldığını, ancak arsanın üzerine ipotek konulmayarak tapuda davalı Emine adına tescilinin yapıldığını, ödünç almış olduğu parayı ödediğini, hatta ödünç aldığı para karşılığında bir araç da verdiğini, buna rağmen davalının eşi Sadık’ın taşınmaz üzerine ipotek koydurmayıp, davalı Emine üzerine tescil işlemini yaptırdığını, kendisinin kandırıldığını, davalı Emine’nin bu durumu bildiği hâlde eşi Sadık ile birlikte olup taşınmazı üzerine almakla haksızlık yaptığını…” belirterek tapu iptali ve tescil istekli eldeki davayı açmıştır.
Mahkemece davanın kabulüne dair verilen ilk karar, Özel Dairece davacının iddiasını yazılı delille kanıtlayamadığı, davalıya yemin teklifinde bulunulmuş ise de inançlı işlemin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiği gözetildiğinde inançlı işlemde taraf olmayan davalıya yöneltilen yeminin hukuki sonuç doğurmayacağı, bu nedenle davanın reddine karar verilmesi gerektiği gerekçesi ile bozulmuştur. Görüldüğü üzere Özel Daire tarafından dosya içindeki deliller değerlendirilmek sureti ile hukuki yönden bir nitelendirme de yapılarak davanın reddi gerektiği belirtilmiş ve karar bu nedenle bozulmuştur.
Mahkemece Özel Dairenin bu kararına uyulmakla davalı lehine usuli kazanılmış hak oluşmuş olup, usuli kazanılmış hakkın kamu düzenine ilişkin olduğu da tartışmasızdır.
O hâlde bu aşamadan sonra iddianın niteliği ve ileri sürülüş biçimine göre taraflar arasındaki ilişkinin inançlı işlemden (teminat mukabili temlik) değil, hileden kaynaklandığı, hile hukuksal nedeni yönünden BK’nun 31. maddesi hükmü de gözetilerek araştırma yapılmasının gerektiği gerekçesi ile kararın bozulması, davalı lehine birinci bozmaya uyulmakla oluşan usuli kazanılmış hakkın ihlali niteliğindedir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında maddi hataya dayanan birinci bozma kararına uyulması ile davalı lehine kazanılmış hak oluşmayacağı görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca ikinci bozma kararına (karar düzeltme neticesinde) uyularak davanın reddi yönünde verilen temyize konu kararın, sonucu itibariyle doğru olduğu kanaatine varılmıştır.
Bu nedenle yerel mahkeme kararının yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı onanmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ : Yukarıda (I) numaralı bentte açıklanan nedenlerle temyiz isteminin Hukuk Genel Kurulunca duruşmalı olarak yapılmasına 26.03.2019 tarihinde yapılan görüşmede oy birliği ile,
Yukarıda (II) numaralı bentte açıklanan değişik gerekçe ve nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile Yerel Mahkeme hükmünün ONANMASINA, gerekli temyiz ilâm harcı peşin alındığından başka harç alınmasına yer olmadığına, kararın tebliğinden itibaren on beş günlük süre içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 08.05.2019 tarihinde oy çokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY
Somut olayda, davacı vekili, davacının davalı Emine’nin kocası Sadık’tan, 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın üzerine ipotek konulması şartı ile ödünç para aldığını ancak bu arsasının üzerine Sadık’ın ipotek koydurmadığını, kendisini kandırarak davalı olan eşi Emine üzerine tescil işlemini yaptırdığını, davalı Emine’nin bu durumu bildiğini ödünç aldığı parayı ödediğini, hatta ödünç para karşılığında bir araç da verdiğini, 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydının iptali ile adına tescilini talep ettiği, davalının ise bu hususların doğru olmayıp satış bedelini ödeyerek taşınmazı satın aldığını ileri sürdüğü, mahkemece davalıya konu ile ilgili usule uygun yemin teklifi için davetiye tebliğine rağmen duruşmaya gelmediğinden yeminden kaçınmış ve davacının davasını ispatlamış sayılması gerektiği gerekçesi ile davanın kabulü ile taşınmazın davacı adına tapuya tesciline karar verdiği, hükmün davalı vekilince temyizi üzerine Özel Dairece, uyuşmazlığın inançlı işlemden kaynaklandığı bu hukuki ilişkinin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiğini 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı kapsamında davanın yazılı delillerle ispatı gerektiği, yazılı delil bulunmadığı taktirde inanan tarafın inanılan tarafa (davalının kocasına) karşı yemin teklif edeceğini, inançlı işlemde taraf olmayan davalıya yöneltilen yeminin hukuki sonuç doğurmayacağı için davanın reddine karar verilmesi gerekçesi ile yerel mahkeme kararının bozulduğu, mahkemece bozmaya uyularak yazılı delille kanıtlanamayan davanın reddine karar verildiği, kararın davacı vekilince temyizi üzerine Özel Dairece hükmün onandığı, karar düzeltme istemi üzerine Özel Dairece bu kez, iddianın niteliği ve ileri sürülüş biçimine göre taraflar arası hukuki ilişkinin inançlı işlemden (teminat mukabili temlik) değil, hileden kaynaklandığı hilenin her türlü delille ispatlanabileceği, mahkemece BK. m. 31 hükmü gözetilerek bir araştırma yapılmadığı, maddi hataya dayalı bozma kararına uyulması ve buna göre bir karar verilmesini kazanılmış hak kuralının istisnasını oluşturduğundan onama kararının kaldırıldığı olgusu gözetilerek ve toplanan ve toplanacak deliller birlikte değerlendirilerek bir karar verilmesi gerektiği gerekçesi ile ikinci kez bozulduğu, yerel mahkemenin bu bozma kararına da uyup, taraf tanıklarının dinlendiği, davacının sunduğu dilekçede 04.06.2004 tarihli satıştan 05.06.2004 tarihinde haberdar olduğunu beyan ettiğinden 05.06.2004 tarihinden itibaren 1 yıllık süre hak düşürücü süre geçirildikten sonra dava açıldığı nedeniyle davanın reddine karar verildiği, hükmün davacı vekilince temyizi üzerine 1086 sayılı HUMK’nın 429/4. Fıkrasına 6460 sayılı yazı ile eklenen “Davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tescil olunan kararın, önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine alt mahkemece verilen kararın temyiz incelemesi her hâlde Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılır” hükmü gereğince dosyanın Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna gönderildiği görülmektedir.
Kural olarak hukuki barış ve güvenlik ilkesi yanında ayrıca bozma kararı kesin hüküm gibi etki doğurduğundan, temyiz incelemesini yapan Yargıtay’ın bizatihi kendisinin de daha önce verdiği bozma kararı ile bağlı olması gerekir.
Ne var ki 6100 sayılı Kanunun 1. maddesi ile HMK'nın 372 maddesine eklenen 6. fıkra ile HUMK' nın 429. maddesine eklenen 4. fıkra hükmünün mefhum-u muhalifi artık usuli müktesap hakkın bu görünümünün geçerliliğini diğer bir ifade ile 21/9 sayılı 09.05.1960 tarihli İçtihadı Birleştirme Kararının en azından bu kısmını anlam itibariyle uygulanamaz kılmıştır. Söz konusu hüküm uyarınca “ önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden” bozma kararı verilmesi demek onun daha önce kendisinin vermiş olduğu bozma kararı ile bağlı olmaması demektir. Böyle bir ihtimali öngören kanun koyucu, bununla söz konusu bağlılığı kabul etmiyor demektir. Aksi taktirde söz konusu hükme hiçbir anlam verilemez. Esasen yerleşik içtihatlardan dönmek isteyen Yargıtay Dairesinin başvurması gereken yol Yargıtay Kanunu’nun 45. maddesinin birinci fıkrasının 2-C bendine göre içtihatların birleştirilmesi” kurumuna başvurmaktır. Ne var ki mevcut hüküm, bu yolu kullanmaksızın ilgili daireye görüşünü değiştirme imkanı tanımaktadır. Şu hâlde açık düzenleme gereği, bozma kararının bağlayıcılığını bir istisnası da Yargıtay açısından ilgili dairenin görüş değiştirmesidir (Atalı, Murat: “Usuli Müktesep Hak Kavramı ve Bozma Kararının Bağlayıcılığı”, (Yargıtay Dergisi, Temmuz 2018 C. 44 S. 3 s. 470 ve 497) .
HUMK' nın 429. maddesine 6460 sayılı kanunla eklenen 4. fıkra hükmü gereğince, birbiri ile çelişen iki bozma kararından sonra alt derece mahkemesinin yeni kararının incelenmesini bozma kararını veren Daireye değil Hukuk Genel Kuruluna verilmiş olup bu yöntemle sorun çözülmek istenilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu bu hâlde mahkeme kararını temyiz üzerine ilk defa inceleyen bir Özel Daire gibi temyizi incelemesini yapması gerekir. Bu hüküm usuli kazanılmış hakkın kanundan doğan bir istisnasıdır. Kanun koyucunun amacı Hukuk Genel Kurulunun usuli kazanılmış hakkı gözeterek şekli bir inceleme yapması gerektiği görüşünde olsa idi, maddede usuli kazanılmış hak gözetilerek bir karar verilmesini açıkca belirtmesi gerekirdi.
Madde gerekçesinde Yargıtay’ın hukuki denetim yanında maddi denetimi yapması nedeniyle istisnai de olsa “usuli müktesep hak” kavramını dikkate almadan karar verdiği kabul edilerek Hukuk Genel Kurulunca “usuli müktesep hak” kavramı dikkate alınmadan karar vermesi gerektiği zımnen belirtilmektedir. Şayet Hukuk Genel Kurulunun sadece usuli kazanılmış hakkı gözeterek bir karar vermesi gerektiği kabul edilse idi, karar gerekçesinde yer alan içtihatların istikrar kazanması ve adil yargılama hakkının gerçekleşmesi ilkelerinden söz edilmezdi. Ayrıca hükmün gerekçesinde bu hükmün Bölge Adliye Mahkemeleri faaliyete geçene kadar geçici olarak düzenlediği, düzenlemenin kalıcı şekilde 6100 sayılı Kanunda yer alması hâlinde Yargıtay’ın “usuli müktesep hak” kavramında vazgeçtiği şeklinde bir algı doğuracağından söz edilmektedir. Bu gerekçe ile de, HUMK. 429/4 fıkrasındaki şartların içeriği hâlinde geçici bir süre Hukuk Genel Kurulunca “usuli kazanılmış hak” gözetilmeden hukuka uygunluk denetimi yaparak karar vermesi gerektiğini zımnen ifade etmektedir. Hemen belirtelim ki HUMK. 429. maddesine eklenen bu hüküm HMK' nın 372. maddesine 6. fıkra olarak eklenmiştir.
Bu usuli kazanılmış hak kavramı HUMK' da düzenlenmemiş olmakla birlikte Yargıtay içtihatları ile kabul edilmiş ve geliştirilmiştir. Bu kavram 09.05.1960 tarih 21/09 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında açıklamıştır. Bu kararda Yargıtay’ın bozma kararına uyan mahkemenin bozma gereğince muamele yapma ve hüküm verme durumu taraflardan biri lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme sonucunu doğuracak bir durumdur, buna “usuli müktesep hak” denilmektedir” şeklinde açıklanmaktadır.
Usuli kazanılmış hak müessesesinin kamu düzeni düşüncesi ile kabul edilen istisnaları bulunmaktadır. Mahkemenin bozmaya uyması sonrası Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı verilmesi veya o konuda yeni bir Kanunun yürürlüğe girmesi, görev konusu, kesin hüküm, bozma kararının maddi hataya dayanması bu istisnalara örnek olarak gösterilmektedir.
HUMK' nın 429/4. fıkrası hükmü de usuli kazanılmış hakkın bir istisnasıdır.
Yerel mahkeme Özel Dairenin birinci bozma kararına uyulmuş olması nedeniyle usuli kazanılmış hak doğduktan sonra verilen hükmün ikinci kez bozulması ve bu bozmaya da uyulması ile yeni bir usuli kazanılmış hak doğmuştur. Bu iki kazanılmış haktan hangisinin tercih edileceği tartışmalı olup, Hukuk Genel Kurulu böyle bir tartışmaya girmeden Özel Dairenin vermiş olduğu bozma kararlarını göz önüne almadan hukuka uygunluk denetimi yapmalıdır. Bu hâlde gerçek hakkın ortaya çıkmasında kamunun daha çok yararı bulunmaktadır. Hukuk hakkı sağlamak için vardır. Hakka ulaşmayı engelleyen biçimde yapılan yorumlar toplum vicdanını da tatmin etmez.
Bu durum 10.04.1992 tarih ve 1991/7 E. 1992/4 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında benimsenen hüküm fıkrası ile gerekçeli kararın çelişmesi hâlinde mahkemenin önceki kararla bağlı olmaksızın çelişkiyi giderecek şekilde yeniden karar vermesi için hükmün bozulması durumuna benzemektedir. Başka bir anlatımla
Hukuk Genel Kurulu Özel Dairenin bozma kararları ile bağlı olmaksızın hukuka uygunluk denetimi yaparak bir karar vermelidir.
Bu nedenle Özel Dairenin ilk verdiği bozma kararına uyulması nedeniyle usuli kazanılmış hak doğduğu varsayımı kabul edilerek, ilk bozma kararının maddi hataya dayalı olup olmadığı yönünde şekli bir inceleme yapılması gerektiği şeklindeki çoğunluk görüşüne katılamıyorum.
Somut olayda Özel Dairenin birinci bozmasında taraflar arasında inançlı işlem olduğu şeklindeki hukuki nitelendirme yapıldığı, ikinci bozmada ise taraflar arasındaki ilişkinin inançlı işlem olmayıp hileden kaynaklandığı şeklinde hukuki görüşün değiştirildiği, görüş değişikliğinin maddi hatadan kaynaklanmadığı şüphesizdir.
Şu hâle göre çoğunluk görüşünün kabulü hâlinde usuli kazanılmış hakkın varlığından söz edilerek taraflar arası hukuki ilişkinin hileden kaynaklandığı göz ardı edilip somut olaya, hukuka uygun olmayan şekilde karar vermek hukuka güveni sarsar ve toplumun adalete olan inancını zayıflatır.
Bu nedenlerle usul ve yasaya uygun olan Özel Dairenin ikinci bozmasına uyarak verilmiş mahkeme kararının bu gerekçelerle onanması görüşünde olduğumdan Hukuk Genel Kurulunun sayın çoğunluğunun görüşüne katılamıyorum.
Dr. Şanver KELEŞ
Üye
KARŞI OY
Dava, tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacı dava dilekçesinde; kayden maliki olduğu 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazına ipotek konulması şartıyla davalının eşinden ödünç para aldığını, ancak davalının eşinin kendisini kandırarak, anılan taşınmazında ipotek tesis ettirmeyip, çekişmeli taşınmazı davalı adına tescil ettirdiğini, davalının da bu durumu bildiği halde eşiyle birlikte hareket ederek taşınmazın tapsunu üzerine almakla haksızlık yaptığını, ödünç aldığı parayı ödediğini, hatta karşılığında bir araç verdiğini ileri sürerek; dava dilekçesinin sonuç kısmında "...ödünç aldığı para karşılığında adına kayıtlı taşınmazının üzerine ipotek konulması şartı ile imza attığı yerin ipotek değil davalıya satmış gibi gösterilerek davalı adına tescil edilmiş olup, bu taşınmazının davalı adına olan tapu kaydının iptali ile adına tescili" isteğinde bulunmuştur.
Davalı vekili, iddiaların doğru olmadığını, dava konusu taşınmazı bedelini ödemek suretiyle satın aldığını belirterek, davanın reddini savunmuştur.
Yerel Mahkemece, "davacının satış akit tablosunun aksini iddia etmesi, bunun takdiri deliller ile ispat edilemeyeceği ancak kesin delillerle ispat edilebileceği dikkate alınarak delil listesindeki diğer delilleri ibaresi nedeni ile davacı tarafa yemin deliline dayanıp dayanmadığı hatırlatılmış, davacı taraf yemin deliline dayandığını bildirmiş, yemini eda etmesi konusunda davalıya 18.03.2008 tarihinde davetiye tebliğ olunmuş, ancak davalı 28.03.2008 tarihli duruşmada hazır olmadığından yeminden kaçınmış sayılarak davacının iddiasını ispatladığı sonucuna varılmıştır" şeklindeki gerekçeyle davanın kabulüne dair verilen karar, davalı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairenin 15.07.2009 tarih ve 7124-8378 sayılı ilamıyla aynen "Dava, tapu iptali-tescil isteğine ilişkindir. Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Eksiğin tamamlanması yoluyla getirtilen kayıtlardan, davacıya ait 12 sayılı parselin 4.6.2004 tarihinde satış yoluyla davalıya devredildiği görülmektedir. Davacı, davalının kocasından aldığı borcun teminatı olarak çekişmeli taşınmazını davalıya devrettiğini, borcunu ödediği halde taşınmazın iade edilmediğini ileri sürerek eldeki davayı açmıştır. Dava dilekçesinin içeriği ve iddianın ileri sürülüş biçiminden, uyuşmazlığın inançlı işlemden kaynaklandığı ve bu hukuki ilişkinin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Bilindiği üzere, inanç sözleşmesi inananla inanılan arasında yapılan , onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın inanılan tarafından inanana geri verilme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Öte yandan, inançlı işleme dayalı davanın 5.2.1947 tarih 20/6 Sayılı İnançları Birleştirme Kararı kapsamında yazılı delille kanıtlanması zorunludur. Yazılı delil bulunmadığı takdirde ispat yükü kendisinde olan inanan tarafın inanılana karşı yemin teklif edebileceği de uygulamada benimsenmiştir. Somut olayda, davacı iddiasını yazılı delille kanıtlayamamış ve davalıya yemin teklifinde bulunmuş ise de; inançlı işlemin davacı ile davalının dava dışı kocası arasında gerçekleştiği gözetildiğinde, inançlı işlemde taraf olmayan davalıya yöneltilen yeminin hukuki sonuç doğurmayacağı açıktır.
Hâl böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm kurulması isabetsizdir..." gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilmiş, karar düzeltme yoluna başvurulması üzerine Özel Dairenin 07.12.2009 tarih ve 11754-12641 sayılı kararıyla da davacı vekilinin karar düzeltme isteği reddedilmiştir.
Yerel Mahkemece bozma ilamına uyularak davanın reddine dair verilen karar Özel Dairece 14.10.2010 tarih ve 8598-13379 sayılı kararla onanmış ise de, davacı vekilinin karar düzeltme yoluna başvurması üzerine bu kez Özel Daireninin 04.04.2011 tarih ve 3301-3857 sayılı ilamıyla "...Davacı, 24.11.2006 tarihli dava dilekçesinde; “..davalı Emine C.’ın kocası olan Sadık Ceylanalar’dan 2.5 ada 12 parsel sayılı taşınmazın üzerine ipotek konulması şartıyla ödünç para aldığını, ancak arsanın üzerine ipotek konulmayarak 15.09.2000 tarihinde tapuda davalı Emine adına tescilinin yapıldığını, ödünç almış olduğu parayı ödediğini, hatta ödünç aldığı para karşılığında bir araç da verdiğini buna rağmen davalının eşi Sadık’ın taşınmaz üzerine ipotek koydurmayıp, davalı Emine üzerine tescil işlemini yaptırdığını, kendisinin kandırıldığını, davalı Emine’nin bu durumu bildiği halde eşi Sadık ile birlikte olup taşınmazı üzerine almakla haksızlık yaptığını” belirterek tapu iptali ve tescili istekli eldeki davayı açmıştır. O hâlde iddianın bu niteliği ve ileri sürülüş biçimine göre taraflar arasındaki ilişkinin inançlı işlemden (teminat mukabili temlik) değil, hileden kaynaklandığı tartışmasızdır. Bilindiği üzere, hile, genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı korumak yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Hatada yanılma, hilede yanıltma söz konusudur. BK'nun 28/l maddesinde açıklandığı üzere taraflardan biri diğer tarafın kasıtlı aldatmasıyla sözleşme yapmaya yöneltilmişse hata esaslı olmasa bile aldatılan taraf için sözleşme bağlayıcı sayılamaz. Değinilen koşulların varlığı halinde aldatılan taraf hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable Şamil) olarak ortadan kaldırabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir. Öte yandan, hile her türlü delille ispat edilebileceği gibi iptal hakkının kullanılması da hiç bir şekle bağlı değildir. Hilenin öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde karşı tarafa yöneltilecek bir irade açıklaması, defi yahut dava yoluyla da kullanılabilir. Somut olaya gelince; mahkemece yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde hile hukuksal nedeni yönünden BK 31 maddesi hükmü de gözetilmek suretiyle bir araştırma yapılmış değildir.
Ne var ki mahkemenin somut olguyu inançlı işlem olarak değerlendirdiği, Daire kabulünün de aynı paralelde olduğu, mahkemece de bozmaya uyularak davanın reddine karar verildiği görülmektedir. Hemen belirtilmelidir ki bozmaya uyulmuş olmakla taraflar yararına kazanılmış hak doğar. Kazanılmış hak kuralı ise kamu düzeniyle ilgili olup resen araştırılması gerekli bir usul kuralıdır. Ancak maddi hataya dayalı olan bozma kararına uyulması ve buna göre bir karar verilmiş olması, kazanılmış hak kuralının istisnasını teşkil eder. Bu husus da gerek yargısal uygulamalarda ve gerek öğretide sapma göstermeksizin benimsenmiştir. Öyleyse, somut olayda taraflar arasındaki ilişki inançlı işlem olmayıp hileden kaynaklandığına göre, maddi yanılgıya dayalı olmakla taraflar yararına kazanılmış hak doğurmayan mahkemenin 01.04.2010 tarih 3-123 sayılı kararı ile Daire onamasının doğru olduğu söylenemez..." gerekçesiyle, "davacının karar düzeltme isteğinin HUMK 440 maddesi hükmü uyarınca kabulü ile Dairenin 14.12.2010 tarih ve 2010/8598 E., 2010/13379 K. sayılı onama kararının ortadan kaldırılmasına, yukarıda değinilen ilkelerde hile olgusu yönünden gözetilerek, toplanan ve toplanacak dediler ile birlikte değerlendirilmek suretiyle bir karar verilmesi için Yerel Mahkemenin 01.04.2010 tarih ve 2010/3 E., 2010/123 K. sayılı kararının HUMK 428. maddesi gereğince bozulmasına" karar verilmiştir.
Yerel Mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonucunda "...BK.nun 31. maddesinde "hata veya hile ile haleldar olan yahut ikrah ile yapılan akit ile mülzem olmayan taraf bu akti ifa etmemek hakkındaki kararını diğer tarafa beyan veyahut verdiği şeyi istirdat etmeksizin bir seneyi geçirirse akte icazet verilmiş nazar ile bakılır. Bu mehil hata veya hilenin anlaşıldığı veya korkunun zair olduğu tarihten itibaren cereyan eder." hükmüne yer verilmiştir. Maddede belirtilen bir yıllık süre hak düşürücü niteliktedir. Davacı borcuna karşılık ipotek tesis etmek istediği halde hile ile taşınmazın devrinin sağlandığını ile sürmekle ve 05.06.2004 tarihinde satış şeklindeki devirden haberdar olduğuna göre bu tarihten itibaren bir yıl içerisinde bu davanın açılması gerekirken davanın bir yıl geçirildikten sonra 24.11.2006 tarihinde açıldığı anlaşılmakla davanın hak düşürücü süre nedeni ile reddine karar vermek gerekmiştir..." biçimindeki gerekçeyle davanın reddine karar verilmiştir.
Hüküm davacı vekili vekili tarafından duruşma istekli temyiz edilmiştir.
17/4/2013 tarih ve 6460 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 1'inci maddesiyle 18/6/1927 tarihli ve 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 439'uncu maddesinin beşinci fıkrasından ve 1086 sayılı Kanun’un 26/9/2004 tarihli ve 5236 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun’un 16'ncı maddesi ile değiştirilmeden önceki 429'uncu maddesinin üçüncü fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen "davanın esastan reddi veya kabulünü içeren bozmaya uyularak tesis olunan kararın önceki bozmayı ortadan kaldıracak şekilde yeniden bozulması üzerine alt mahkemece verilen kararın temyiz incelemesi, her hâlde Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca yapılır" şeklindeki fıkrası uyarınca ve yerel mahkeme kararı direnmeye ilişkin olmayıp, miktar ve değeri itibariyle HUMK 438/I'de belirtilen duruşma sınırını aşan ayın davası niteliğinde bulunduğundan davacı vekilinin temyiz incelemesi Yargıtay Hukuk Genel Kurulumuz tarafından duruşmalı olarak yapılmıştır.
Sayın çoğunlukla, karşı görüş arasındaki uyuşmazlık; somut olayda ilk bozma kararına uyulmakla usulü kazanılmış hakkın doğup doğmadığı, bu bağlamda usulü kazanılmış hakkın istisnalarından olan "maddi hataya" dayalı bir bozmadan söz edilip edilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, usul kanunumuzda usulü kazanılmış hakla ilgili açık bir yasal düzenleme bulunmamakta ise de, bu olgu Yargıtay içtihatları ile kabul edilmiş ve bunun istisnaları da yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiştir.
04.02.1959 gün ve 1957/13-1959/5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere "Temyizce bir kararın bozulması ve mahkemenin bozma kararına uyması hâlinde bozulan kararın bozma sebeplerinin şümulü dışında kalmış cihetlerinin kesinleşmiş sayılması, davaların uzamasını önlemek maksadıyla kabul edilmiş çok önemli bir usuli hükümdür. Bir cihetin bozma kararının şümulü dışında kalması da iki şekilde olabilir. Ya o cihet, açıkça bir temyiz sebebi olarak ileri sürülmüş fakat dairece itiraz reddedilmiştir, yahut da onu hedef tutan bir temyiz itirazı ileri sürülmemiş olmasına rağmen dosyanın Temyiz Dairesince incelendiği sırada dosyada bulunan yazılardan onun bir bozma sebebi sayılması mümkün bulunduğu halde o cihet dairedece bozma sebebi sayılmamıştır. Her iki halde de o konunun bozma sebebi sayılmamış ve başka sebeplere dayanan bozma kararına mahkemece uyulmuş olması, taraflardan birisi lehine usuIi bir müktesep hak meydana getirir ki, bu hakkı ne mahkeme, ne de Temyiz Mahkemesi halele uğratabilir. Zira umumi müktesep hakkın tanınması da amme intizamı düşüncesiyle kabul edilmiş bir esastır." Yine, 09.05.1960 gün ve 21/9 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da "Bir mahkemenin Temyiz Dairesince verilen bozma kararına uyması sonunda kendisi için o kararda gösterilen şekilde inceleme ve araştırma yaparak yine o kararda belirtilen hukuki esaslar gereğince karar verme mükellefiyeti meydana gelir ve bu itibarla mahkemenin sonraki hükmünün bozmada gösterilen esaslara aykırı bulunması, usule uygun sayılamaz ve bozma sebebidir; meğer ki bu aykırılık sadece bozma kararında gösterilen bir usul kaidesine ilişkin bulunsun ve son kararın neticesini değiştirecek bir mahiyet arz etmesin. Mahkemenin bozma kararına uymasıyla meydana gelen bozma gereğince muamele yapma ve hüküm verme durumu, taraflardan birisi lehine ve diğeri aleyhine hüküm verme neticesini doğuracak bir durumdur ve buna usuli müktesep hak yahut usule ait müktesep hak denilmektedir. Usul Kanunumuzda bu şekildeki usule ait müktesep hakka ilişkin açık bir hüküm konulmuş değilse de Temyizin bozma kararının hakka ve usule uygun karar verilmesini sağlamaktan ibaret olan gayesi ve muhakeme usulünün, hakka varma ve hakkı bulma maksadıyla kabul edilmiş olması yanında hukuki alanda istikrar gayesine dahi ermek üzere kabul edilmiş bulunması bakımından usule ait müktesep hak müessesesi usul kanununun dayandığı ana esaslardandır ve amme intizamıyla da ilgilidir" şeklinde usulü kazanılmış hak tanımlanmıştır.
Öte yandan; 04.02.1959 tarih ve 1957/13 Esas- 1959/5 karar sayılı YİBK'nda "1- Kural olarak hukuk yargılama yöntemine ilişkin kazanılmış hak geçerlidir. 2- Bu kural, görev konusunda uygulanmaz. 3- Duruşmanın bittiği bildirilinceye kadar görevsizlik kararı verilebilir" şeklinde; 09.05.1960 gün ve 21/9 sayılı YİBK'nda da "Usule ilişkin kazanılmış hak kuralının birçok hukuk kurallarında olduğu gibi istisnaları vardır. Yargıtayın bozma ilamına uyulmakla oluşan usule ilişkin kazanılmış hak kuralının istisnası olarak, sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararı; henüz mahkemede ya da Yargıtay'da olan bütün işlere uygulanır" biçiminde "görev" ve "yeni İçtihadı Birleştirme Kararının çıkması" usulü kazanılmış hakkın istisnaları olarak kabul edilmiştir. Yine; Yargıtay içtihatlarına göre "mahkemece bozmaya uyulmasından sonra, uyuşmazlıkla ilgili yürürlüğe giren (geçmişe etkili) yeni bir kanun çıkması; bozmaya uyulmasından sonra, uyuşmazlığa uygulanması gereken kanun hükmünün, hükmün kesinleşmesinden önce Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesi ve iptal kararının yürürlüğe girmesi; maddi yanılgıya dayalı olan bir bozma kararına uyulmuş olması gibi hususlar usulü kazanılmış hakkın istisnaları olarak sayılabilir. Bunların yanı sıra, hak düşürücü süre, kesin hüküm itirazı, re'sen gözönünde tutulması gereken hususlar ve kamu düzeni ile ilgili konularda usulü kazanılmış haktan söz edilemez. (Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü 6. Baskı, sayfa: 4738 vd. ile 4771 vd.)
Somut olay bakımından usulü kazanılmış hakkın istisnalarından olan "maddi hata" hususu üzerinde durulmalıdır. Bu konudaki içtihatlardan bazılarına (Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü 6. Baskı, sayfa: 4798 vd. da yer vermiş olup) değinmek gerekirse:
"Özel Daire Bozma ilâmında, olayın iş kazası olmadığından söz edilmesi, maddi olguların gerçekleşme biçimi yönünden bir yanılgıdır. Maddi yanılgının söz konusu olduğu hallerde, bozmaya uyulmuş olsa bile, kazanılmış hak söz konusu olmaz"(HGK 10.06.1983,10/328-652). "...Maddi olaya uymayan maddi hataya dayalı bozma kararına uyulması, olayın açıklanan özelliği itibariyle usuli kazanılmış hak doğurmaz..."(HGK 14.03.1986, 2/714-246). "...maddi yanılgıya dayalı bozma kararına uyulmuş olması itibariyle kazanılmış hakkın bulunmadığından söz edilebilmesi için ancak Yargıtay Dairesinin vardığı sonuç her türlü değer yargısının dışında hiç bir suretle başka biçimde yorumlanamayacak, tartışmasız ve açık bir maddi hataya dayanıyorsa ve onunla sıkı sıkıya bağlı ise otakdirde yine usuli kazanılmış hak kuralının hukuki sonuç doğurmayacağı kuşkusuzdur...davanın reddini öngören, bozma ilamının içeriği itibariyle dosyada mevcut ve tartışmasız olan kayıt ve belgelere uygun olmadığı gibi maddi olaylara da duraksanmayacak biçimde aykırı bulunduğu anlaşılmaktadır...açık maddi yanılgıya dayalı bozma ilamına uyulmasının ilgilisine usulü kazanılmış hak sağlamayacağı..." (HGK 01.03.1995, 7/641-117) şeklindedir.
Ayrıca HGK 25.11.2015 tarih 14/2796-2669 sayılı kararında "... muvazaalı şekilde düzenlendiği kesinleşmiş yargı kararı ile belirlenmiş olan dava konusu 24.06.1997 tarihli satış vaadi sözleşmesinin geçerli olmadığı ve mülkiyeti nakletmeyeceği hususunun Özel Dairece verilen birinci bozma ilamında maddi hata sonucu gözden kaçırıldığı anlaşılmaktadır. Her ne kadar yerel mahkemece Özel Dairenin birinci bozma kararına uyularak davanın kabulüne karar verilmiş ise de az yukarda belirtildiği üzere maddi hata sonucu verilen bozma ilamlarına uyularak verilen mahkeme kararları usuli müktesep hak oluşturmayacağı"; 07.12.2017 tarih 1/1278-1576 sayılı kararında " davalı tarafından cevap dilekçesinde dayanılmasına karşın davanın esasını etkileyebilecek nitelikteki 01.06.2001 tarihli davacılar murisi Musa Özyörük ve davalılardan Metin Özyörük imzalarını havi “protokol” başlıklı belge, dosya içerisinde bulunmasına rağmen gerek mahkemece, gerekse Yargıtay Dairesi tarafından değerlendirilmemiştir. Bu itibarla usuli kazanılmış hakka uyma zorunluluğunun istisnalarından olan ve uyuşmazlığa konu Özel Dairenin son kararında detayları gösterildiği üzere maddi hataya dayalı olduğu belirtilen birinci bozma kararına uyulmasının davacı yararına usulü kazanılmış hak oluşturduğundan söz etmenin mümkün olmadığı..." belirtilmiştir.
Anılan İçtihatlar ile somut olay birlikte değerlendirildiğinde; dava dilekçesinde açıkça "kandırılma" maddi vakıası ileri sürüldüğü halde, Özel Dairece anılan maddi olgu görülüp, değerlendirilmeksizin ilk bozma kararı verilmiştir. Doğaldır ki, ileri sürülen tüm maddi vakıalar değerlendirilerek bir hukuki nitelendirme yapılmış olması durumunda, sonra verilen bozma kararıyla bu hukuki nitelendirmenin değiştirilmesi usulü kazanılmış hak olgusuna aykırılık teşkil eder. Ne var ki eldeki davada, davacının dava dilekçesinde ileri sürdüğü maddi vakılar, Özel Dairenin ilk bozma kararında farklı bir biçimde yer almıştır. Davacı dava dilekçesinde açıkça taşınmazında ipotek tesis edilecek iken kandırılması suretiyle temliki işlem yapıldığını ileri sürmesine rağmen, Özel Dairenin ilk bozma kararında "davacı, davalının kocasından aldığı borcun teminatı olarak çekişmeli taşınmazını davalıya devrettiğini, borcunu ödediği halde taşınmazın iade edilmediğini ileri sürerek eldeki davayı açmıştır" şeklinde iradi bir temlik söz konusuymuş gibi değerlendirme yapılmıştır. Bunun sonucu olarak da maddi vakılarda yapılan hata hukuki nitelendirmede hataya neden olmuştur. Bilindiği gibi, "hile" iddiası her türlü delil ile ispatlanabilir iken, -yani delil serbestisi sözkonusuyken- iradi bir temlik olan inançlı işleme dayalı iddiada 5.2.1947 tarih ve 20/6 Sayılı İnançları Birleştirme Kararı kapsamında yazılı delille ispat zorunluluğu vardır. Öyle ise, Özel Dairenin ilk bozma ilamında vardığı sonucun, her türlü değer yargısının dışında hiç bir suretle başka biçimde yorumlanamayacak, tartışmasız ve açık bir maddi hataya dayandığı ve onunla sıkı sıkıya bağlı olduğu kabul edilmelidir.
Hâl böyle olunca, Özel Dairenin ilk bozma kararının maddi yanılgıya dayalı olup, bu bozmaya uyulmuş olmasının davalı lehine usulü kazanılmış hak oluşturmayacağı, bu nedenle maddi vakıaların dava dilekçesine uygun olarak ortaya konulduktan sonra "hile" hukuksal nedenine ilişkin olarak araştırma ve inceleme yapılması gereğine değinen Özel Dairenin ikinci bozma kararına Yerel Mahkemece uyularak karar verilmesinin yerinde olduğu görüşüyle, sayın çoğunluğun "Özel Dairenin ilk bozma kararının maddi hataya dayalı olmadığı ve Yerel Mahkemece ilk bozma kararına uyulmakla davalı yararına usulü kazanılmış hak oluştuğuna" ilişkin görüşüne katılamıyorum.
Sevinç TÜRKÖZMEN
Üye