DAVALARIN YIĞILMASINDA TEMYİZ SINIRI HÜKMEDİLEN MADDİ VE MANEVİ TAZMİNATIN TOPLAMINA GÖRE BELİRLENİR.

KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesinde yayınlanan tüm içerik telif yasaları ve Türk Patent Enstitüsü kapsamında koruma altındadır. KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesinde paylaşılan Yargıtay Kararları’nın kullanımından doğabilecek zararlar için KARAMERCAN HUKUK Bürosu hiçbir sorumluluk kabul etmez. www.karamercanhukuk.com/blog_yargitay.php internet adresinde paylaşılan Yargıtay Kararları’nın link verilmeden bir başka anlatımla www.karamercanhukuk.com internet adresinden alındığı belirtilmeksizin kopyalanması, paylaşılması ve kullanılması YASAKTIR. KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesini ziyaret etmekle, yukarıda belirtilen kullanım şartlarını kabul etmiş sayılırsınız.


24 Eki
2019

Yazdır

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

ESAS NO      : 2017/4-1394
KARAR NO   : 2019/494

T Ü R K   M İ L L E T İ   A D I N A

Y A R G I T A Y   İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ           :
Ankara 16. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ                     : 30/09/2014
NUMARASI              : 2014/151 - 2014/397
DAVACI                    : İ.Y. vekili Av. K.S.
DAVALI                     : 1- Ç.E.vekili Av. S.K.
                                    2- A. Sigorta A.Ş. vekili Av. A.F.
                                    3- İçişleri Bakanlığı vekili Av. A.Ö.

Taraflar arasındaki “maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Ankara 16. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 17.04.2012 tarihli ve 2010/119 E., 2012/149 K. sayılı kararın davacı vekili, davalı İçişleri Bakanlığı vekili ve davalı Çetin E. vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 27.06.2013 tarihli ve 2012/13781 E., 2013/12452 K. sayılı kararı ile,

"... 1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davacı ve davalılardan İçişleri Bakanlığı’nın temyiz itirazları reddedilmelidir.

2- Davalılardan Çetin E.’in temyiz itirazına gelince:

Dava, trafik kazası sonucu yaralanma nedeniyle uğranılan maddi ve manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş; hüküm, davacı ile davalılar İçişleri Bakanlığı ve Çetin E. tarafından temyiz edilmiştir.

Kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken veya görevlerini yaparken kişilere zarar vermesi, ilgili kamu kurumunun hizmet kusurunu oluşturur. Bu durumda sorumlu, kamu görevlisinin emrinde çalışmakta olduğu kamu kurumu olup dava o kurum aleyhine açılmalıdır. (TC Anayasası 40/III, 129/V, 657 Sy. K.13, HGK 2011/4-592 E., 2012/25 K.) Bu konuda yasal düzenlemeler, emredici hükümler içermektedir. Diğer yandan Sorumluluk Hukukunun temel ilkeleri açısından bakıldığında da; bu şekilde düzenlemenin mevzuatta yer almış olması zarar görenin zararının karşılanması yönünde önemli bir teminattır.

Dosya kapsamından, davalı Çetin E.’in diğer davalı İçişleri Bakanlığı’nda polis memuru olarak görev yaptığı ve bu görevi sebebiyle kendisine teslim edilen araç ile davaya konu trafik kazasına sebebiyet verdiği, davalının kamu görevi nedeniyle meydana gelen zararın kendisinden tazmininin istendiği anlaşılmaktadır. Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nın 13/1. maddesi gereğince; kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu eylemleri nedeniyle oluşan zararlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve yasada gösterilen koşullara uygun olarak, idare aleyhine açılabileceğine göre; bu davalıya husumet tevcih edilmesi doğru değildir. 

Mahkemece açıklanan yasal düzenlemeler gözetilerek, bu davalı hakkında davanın husumet nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı gerekçe ile bu davalı yönünden de işin esasına girilerek davanın kısmen kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir…" 

gerekçesiyle oy çokluğuyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN : Davacı vekili, davalı İçişleri Bakanlığı vekili ve davalı Çetin E. vekili 

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki bilgi ve belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava, trafik kazasından kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.

Davacı vekili; 18.08.2009 tarihinde davalılardan Çetin E. tarafından kullanılan 06 C 2..6 plakalı resmi aracın müvekkiline çarptığını, kaza sırasında davalı Çetin E.’in hız sınırına uymadığını ve alkollü araç kullandığını, kaza sonucu müvekkilinin yaralandığını ve malul kaldığını, tedavi sürecinde iş kaybına ve manevi zarara uğradığını ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik 100,00 TL maddi ve 20.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir. 

Davacı vekili; maddi zarar kalemlerini müvekkilinin SSK’lı olarak çalıştığı iş yerinden başka bir iş yerinde apartman görevlisi işini yapması ve kaza nedeniyle bu görevini yerine getirememesi nedeniyle uğradığı zarar için 20,00 TL, müvekkilin çalışma gücünü kaybetmesi ve azalması nedeniyle uğradığı zarar için 80,00 TL olarak açıklamış, 20.02.2012 harç tarihli ıslah dilekçesi ile maddi tazminat taleplerini 1270,78 TL olarak ıslah etmiştir.

Davalı İçişleri Bakanlığı vekili; Anayasa'nın 129/5. maddesi gereğince memurların ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken meydana gelen zararlara ilişkin davaların idare aleyhine açılabilmesinin eylemin hizmet kusurundan kaynaklanması koşuluna bağlı olduğunu, ayrıca tam yargı davalarının İYUK’nın 2. maddesi gereğince idari yargı yerinde açılması gerektiğini, bu nedenle dava dilekçesinin yargı yolu yönünden reddi gerektiğini, kaza tarihinde yapılan testler ile araç sürücüsü Çetin E.'in alkollü olduğunun tespit edildiğini, Karayolları Trafik Kanunu hükümleri uyarınca sürücünün salt kişisel kusurunun bulunması nedeniyle Borçlar Kanunu hükümleri gereğince idarenin sorumlu olmadığını, kaldı ki dava dilekçesindeki açıklamalara göre davacının davalı Çetin E.'in kişisel kusuruna dayandığını, bu durumda hizmetten ayrılabilen kişisel kusuru nedeniyle açılan davanın da husumet yönünden reddi gerektiğini, dava konusu olayın meydana geliş şekli incelendiğinde müvekkili idareye atfedilecek bir kusurun veya kusursuz sorumluluğun bulunmadığını, talep edilen tazminat miktarının fahiş olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

Davalı A. Sigorta A.Ş. vekili; müvekkilinin davanın açılmasına sebebiyet vermediğini, müvekkili şirketin poliçedeki teminat limiti ve sigortalısının kusuru oranında sorumlu olduğunu, ayrıca sigorta teminatı kapsamında olmayan hiçbir talebin ve manevi tazminatın müvekkilince karşılanmasının mümkün olmadığını belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Çetin E. vekili; davaya konu trafik kazası nedeniyle müvekkilinin hiçbir kusuru olmadığını, kazanın tamamen davacının kusuru nedeniyle meydana geldiğini, davacı tarafın maddi tazminat talebinin hangi gerekçeye dayalı olduğunun dava dilekçesinden anlaşılamadığını, davacının kaza nedeniyle kalıcı bir maluliyeti bulunmadığını, manevi tazminat isteminin de yersiz, fahiş ve zenginleşmeye yönelik olduğunu belirterek davanın reddinin gerektiğini savunmuştur.

Mahkemece; davalı Çetin E. hakkında trafik güvenliğini tehlikeye sokmak suçundan açılan kamu davasında atılı suçtan mahkûmiyetine karar verildiği, davacının şikâyetinden vazgeçmesi nedeniyle taksirle yaralama suçundan ek takipsizlik kararı verildiği, olay yerinde yapılan keşif sonucu bilirkişilerden alınan kusur raporunda karşıdan karşıya geçmekte olan davacıya alkolün etkisiyle yönetimindeki araçla çarpan davalı Çetin E.'in 8/8 oranında kusurlu olduğunun belirtildiği, hesap raporuna göre davacının toplam iş göremezlik zararının 1.270,78 TL olduğu, davacı lehine 8.000,00 TL manevi tazminatın yeterli olduğu gerekçesiyle davalı A. Sigorta A.Ş. hakkındaki manevi tazminat davasının reddine, ıslah da dikkate alınarak 1.270,78 TL iş göremezlik tazminatının olay tarihi olan 18.08.2009’dan itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte tüm davalılardan müteselsilen tahsiline, 8.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılar Çetin E. ve İçişleri Bakanlığından tahsiline karar verilmiştir.

Davacı vekili; davalı İçişleri Bakanlığı vekili ve davalı Çetin E. vekilinin temyizleri üzerine karar Özel Dairece, yukarıda açıklanan gerekçelerle oy çokluğu ile bozulmuştur.

Yerel Mahkemece; önceki karardaki gerekçeler tekrar edilerek direnme kararı verilmiştir. 

Direnme kararını davacı vekili, davalı İçişleri Bakanlığı vekili ve davalı Çetin E. vekili ayrı ayrı temyiz etmiştir.

Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; eldeki davada davalı polis memuru Çetin E.’in sevk ve idaresindeki resmi araçla alkolün etkisiyle gerçekleştirdiği trafik kazasının, davalı kamu görevlisinin hizmet kusurundan mı yoksa kişisel kusurundan mı kaynaklandığı, burada varılacak sonuca göre; davalı Çetin E.’e husumet yöneltilmesinin mümkün olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında: yerel mahkemece 1.270,78 TL iş göremezlik tazminatının olay tarihi olan 18.08.2009’dan itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte tüm davalılardan müteselsilen tahsiline, 8.000 TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılar Çetin E. ve İçişleri Bakanlığından tahsiline karar verildiği ve direnme kararının verildiği 30.09.2014 tarihinde temyiz (kesinlik) sınırının 1.820,00 TL olduğu gözetildiğinde, temyizde kesinlik sınırının belirlenmesinde hükmedilen maddi ve manevi tazminat tutarlarının ayrı ayrı mı yoksa toplamlarının mı dikkate alınması gerektiği, burada varılacak sonuca göre hükmedilen maddi tazminat miktarı yönünden davalı Çetin E. vekili tarafından temyize konu edilen kararın miktar itibari ile temyizi kabil nitelikte olup olmadığı hususu ön sorun olarak tartışılmış ve değerlendirilmiştir. 

Ön sorunun çözümü için konu ile ilgili kavramların ve yasal düzenlemelerin incelenmesinde fayda bulunmaktadır. 

6100 sayılı HMK’nın “Davaların Yığılması” başlıklı 110. maddesinde;

“Davacı, aynı davalıya karşı olan, birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini, aynı dava dilekçesinde ileri sürebilir. Bunun için, birlikte dava edilen taleplerin tamamının aynı yargı çeşidi içinde yer alması ve taleplerin tümü bakımından ortak yetkili bir mahkemenin bulunması şarttır.” amir hükmüne yer verilmiştir.
Gerekçesi açısından bugün de geçerliliğini koruyan 07.02.1945 tarihli ve 4/19 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere; dava dilekçesinin talep sonucu bölümünde davacı, neye karar verilmesini (başka bir ifade ile davalının neye mahkum edilmesini) istediğini açıkça yazar (HUMK. 179/3, HMK. m. 119/d). Kuşkusuz talebin birden fazla kalemleri kapsaması hâlinde de davacının talep sonucu, asıl talep ve yardımcı (fer'i) talepler olmak üzere iki bölümden oluşur. Davacının birden fazla davasını aynı dava dilekçesi ile açması hâlinde, bu durum "objektif dava birleşmesi" olarak tanımlanır ve davacının, her davaya ait talep sonucunu açıkça ve ayrı ayrı göstermesi gerekir (Kılıç, H.: Açıklamalı İçtihatlı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, Ankara 2011, C.I, s: 1454 vd).

Doktrinde objektif dava birleşmesi ya da kümülatif dava yığılması olarak adlandırılan kurum, yeni Kanunumuzda “davaların yığılması” terimi benimsenerek düzenlenmiştir. Davaların yığılmasının usul ekonomisine ve çelişkili kararlar verilmesini engellemeye hizmet ettiği kabul edilmektedir. 

Davacının aynı davalıya karşı olan birbirinden bağımsız birden fazla talebini, aralarında bir derecelendirme ilişkisi yani aslilik- ferilik ilişkisi kurmadan aynı dava dilekçesinde ileri sürmesine davaların yığılması denir. Bu dava çeşidinde taleplerin tümü birbirinden bağımsız, eş değer ve aynı derecede öneme sahiptir. Her bir talep farklı edimlerin gerçekleştirilmesine yönelmiştir.

Davaların yığılması söz konusu olduğunda, görünüşte tek dava, gerçekte ise talep sayısınca dava mevcuttur. Her bir talep için dava dilekçesinde vakıaların ayrı ayrı belirtilmesi ve ispat edilmesi gerekir. Mahkeme de her bir talep hakkında ayrı ayrı inceleme yapacaktır, taleplerden birinin kabulüne diğerinin ise reddine karar verebilir. Yani, görünüşte tek hüküm, gerçekte ise talep sayısınca hüküm mevcuttur. Mahkeme, taleplerin tümü hakkında ayrı ayrı karar vermek ve bunları hüküm fıkrasında göstermek zorundadır. Mahkemenin, taleplerin tümü hakkında tek ve aynı şekilde karar verme zorunluluğu yoktur. Dava şartları, her bir talep bakımından ayrı ayrı belirlenir (Pekcanıtez, H./Özekes, M./Akkan, M./Taşkorkmaz, H.:Medeni Usul Hukuku, C. II, s: 1092,1093 vd).

Önemle vurgulanmalıdır ki; kesinlik sınırının belirlenmesi kamu düzenindendir ve kesinlik sınırı belirlenirken davanın değeri esas alınır. Davanın değeri ise genel anlamıyla, bir davadaki taleplerin toplamıdır. 492 sayılı Harçlar Kanunu’na göre harç tüm taleplerin toplamı üzerinden alınır (16/2.mad). 

Birleştirilen davalarda, kesinlik sınırı her dava için ayrı ayrı belirlenir.

İhtiyarî dava arkadaşlığında, kesinlik sınırı her dava arkadaşının davası için ayrı ayrı belirlenir.

Karşılık davada, kesinlik sınırı asıl dava ve karşılık dava için ayrı ayrı belirlenir (Bakınız: Kuru, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, C.V, İstanbul 2001, s: 4514).

Somut olayda davacı aynı olaydan kaynaklanan zarar nedeniyle davalılara karşı olan birden fazla talebini (maddi ve manevi tazminat) aynı davada birleştirmiştir. Objektif dava birleşmesi olarak adlandırılan bu durumda taleplerin her biri ayrı dava olmakla birlikte, görünüşte tek bir hüküm bulunduğundan temyizde kesinlik sınırının tespiti için hükmedilen maddi ve manevi tazminat tutarlarının toplamları esas alınmalıdır. 

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, davanın maddi ve manevi tazminat istemini içerdiği, her iki istemin davaların yığılmasına konu olsa bile, her birinin ayrı dava olma özelliğini yitirmediği, maddi ve manevi tazminat istemlerinin ayrı kalemler olduğu, çoğu zaman tahkikatlarının ve delillerinin toplanma aşamalarında da farklılık bulunduğu, maddi ve manevi tazminata hükmedilebilme koşullarında da farklılık olduğu, maddi ve manevi tazminat taleplerinin iki ayrı dava olduğu, nitekim Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi'nin 10. maddesinde, manevi tazminat davasının, maddi tazminat veya parayla değerlendirilmesi mümkün diğer taleplerle birlikte açılması durumunda, manevi tazminat açısından avukatlık ücretinin ayrı bir kalem olarak hükmedileceğinin belirtildiği, kesinlik sınırının belirlenmesinde her bir davacı açısından hükmedilen maddi ve manevi tazminat miktarlarının ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiği belirtilmişse de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından yukarıda açıklanan nedenlerle benimsenmemiştir.

Hâl böyle olunca yukarıda belirtilen sebeplerle; aynı olaydan kaynaklanan davalarda temyizde kesinlik sınırının belirlenmesinde maddi ve manevi tazminat istemlerinin toplamlarının dikkate alınması gerektiği, bu nedenle aleyhine hükmedilen maddi ve manevi tazminat miktarlarının toplamı yönünden davalı Çetin E. vekili tarafından temyize konu edilen kararın miktar itibari ile temyizi kabil nitelikte olduğuna karar verilmiş, ön sorun 16.04.2018 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğuyla aşılarak işin esasının incelenmesine geçilmiştir.

İşin esasının incelenmesine gelince: 

I- Davacı vekilinin ve davalılardan İçişleri Bakanlığı vekilinin temyiz istemleri yönünden yapılan incelemede;

Bilindiği üzere hukuki yarar, dava şartı olduğu kadar temyiz istemi için de aranan bir şarttır. 

Mahkemenin ilk hükmünü temyiz edip, bu istemi Özel Dairece reddedilen taraf yönünden karar kesinleşmiş olmakla, artık bu tarafın direnme kararını temyizde de hukuki yararı bulunmamaktadır.

Yerel mahkemece verilen ilk kararın davacı vekili, davalı İçişleri Bakanlığı vekili ve davalı Çetin E. vekili tarafından temyizi üzerine Özel Dairece, davacı ve davalılardan İçişleri Bakanlığının tüm temyiz itirazlarının reddine karar verildikten sonra davalı Çetin E. vekilinin temyiz itirazlarının incelemesine geçildiği ve kararın davalı Çetin E. lehine bozulduğu, davalı İçişleri Bakanlığı vekilinin karar düzeltme isteminin reddine karar verildiği anlaşılmakla, davacı ve davalı İçişleri Bakanlığı yönünden karar kesinleştiğinden direnme kararını temyizde hukuki yararları bulunmamaktadır. 

O hâlde davacı vekilinin ve davalı İçişleri Bakanlığının direnme hükmüne yönelik temyiz istemlerinin hukuki yarar yokluğundan reddine karar verilmelidir. 

II- Davalı Çetin E. vekilinin temyiz istemi yönünden yapılan incelemede;

Uyuşmazlığın çözümüne geçilmeden önce, konuya ilişkin yasal düzenlemelerin ve ilkelerin ortaya konulmasında yarar vardır.

Kamu görevlisi, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 6. maddesinin 1. fıkrasının (c) bendinde; "...kamusal faaliyetin yürütülmesine atama veya seçilme yoluyla ya da herhangi bir surette sürekli, süreli veya geçici olarak katılan kişi" olarak tanımlanmıştır. Bu tanıma göre, kişinin kamu görevlisi sayılması için aranacak yegâne ölçüt, gördüğü işin bir kamusal faaliyet olmasıdır.

Kamusal faaliyet de anılan madde gerekçesinde; "Anayasa ve kanunlarda belirlenen usullere göre verilmiş olan bir siyasal kararla, bir hizmetin kamu adına yürütülmesidir" şeklinde tanımlanmıştır.

657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4. maddesinin 1. fıkrasında, “Kamu hizmetleri; memurlar, sözleşmeli personel, geçici personel ve işçiler eliyle gördürülür” hükmü bulunmaktadır.

Kamu personelinin mali sorumluluğuna ilişkin düzenlemeler öncelikle Anayasa olmak üzere ilgili kanunlarında yer almaktadır. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40. maddesinin Ek fıkrası (03/10/2001-4709 S.K./16. M.); "Kişinin, resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.” hükmünü içermektedir. 

İdareye karşı yargı yolunu düzenleyen “Yargı Yolu” başlıklı 125. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesi: “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.”; son fıkrası da “İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.” şeklindedir. 

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın kamu görevlilerinin görev ve sorumluluklarını düzenleyen 129. maddesinin birinci fıkrasına göre “Memurlar ve diğer kamu görevlileri Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler.” Bu maddenin beşinci fıkrasında ise; “Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir.” hükmü yer almaktadır. 

Görülmektedir ki, Anayasa'nın 40/3, 125/son ve 129/5. maddeleri ile uygulamanın çerçevesi net olarak çizilmiş; “memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davalarının, ancak rücu edilmek şartı ile idare aleyhine açılabileceği” açıkça ifade edilmiştir.

Anayasa’nın bu hükümleri ile amaçlanan, memur ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu davrandıklarından bahisle haklı ya da haksız olarak yargı mercileri önüne çıkarılmasını önlemek, kamu hizmetinin sekteye uğratılmadan yürütülmesini sağlamak ve aynı zamanda zarara uğrayan kişi yönünden de memur veya diğer kamu görevlisine oranla ödeme gücü daha yüksek olan Devlet gibi bir sorumluyu muhatap kılarak kamu düzenini korumaktır. 

Bu Anayasal hükümlerle aynı doğrultuda düzenleme 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 13. maddesinde de yer almaktadır. 657 sayılı Kanun’un “Kişilerin Uğradıkları Zararlar” başlıklı 13. maddesinin 06.06.1990 tarih 3657 sayılı Kanun'un 1. maddesi ile değişik birinci fıkrasında; “Kişiler kamu hukukuna tabi görevlerle ilgili olarak uğradıkları zararlardan dolayı bu görevleri yerine getiren personel aleyhine değil, ilgili kurum aleyhine dava açarlar. Ancak, Devlet dairelerine tevdi veya bu dairelerce tahsil veya muhafaza edilen para ve para hükmündeki değerli kâğıtların ilgili personel tarafından zimmete geçirilmesi hâlinde, zimmete geçirilen miktar, cezai takibat sonucu beklenmeden Hazine tarafından hak sahibine ödenir. Kurumun, genel hükümlere göre sorumlu personele rücu hakkı saklıdır.” hükmü düzenlenmiştir.

Diğer taraftan uyuşmazlığın çözümünde Anayasa’nın 129/5. maddesinde yer alan “yetkilerini kullanırken işledikleri kusur” ifadesinden ne anlaşılması gerektiğinin belirlenmesi önem taşımaktadır ki, bu noktada “kusur” ile ilgili açıklama yapılmasında yarar vardır. 

Kusurun kanunlarımızda tanımı yapılmamıştır. Uygulama ve öğretide kabul görmüş tanıma göre kusur, hukuk düzenince kınanabilen davranıştır. Kınamanın nedeni, başka türlü davranma olanağı varken ve zorunlu iken, bu şekilde davranılmayarak, bu tarzdan sapılmış olmasıdır. Kısacası; kusur, genel tanımıyla hukuk düzeni tarafından bir davranış tarzının kınanması olup; bu kınama, o davranışın belirli koşullar altında bireylerden beklenen ortalama hareket tarzından sapmış olmasından kaynaklanır. 

Yine öğreti ve uygulamadaki hakim görüşe göre, sorumluluk hukuku açısından kusurun, kast ve ihmal (taksir) olmak üzere ikiye ayrılacağı kabul edilmektedir. Bu bağlamda, kast hukuka aykırı sonucun bilerek ve isteyerek meydana getirilmesi; ihmal ise, hukuka aykırı sonucu istememekle birlikte, böyle bir sonucun önlenmesi için gerekli önlemlerin alınmaması ve gereken özenin gösterilmemesidir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 10.12.2003 tarihli ve 2003/11-756 E., 2003/743 K. sayılı kararı).

İdare hukuku ilkeleri çerçevesinde olaya bakıldığında ise, bir kamu görevlisinin görev sırasında, hizmet araçlarını kullanarak yaptığı eylem ve işlemlerine ilişkin kişisel kusurunun, kasti suç niteliği taşısa bile hizmet kusuru oluşturacağı ve bu nedenle açılacak davaların ancak idare aleyhine açılabileceği bilinen ilkelerindendir (Danıştay 10. Dairesinin 20.04.1989 tarihli ve 1988/1042 E.; 1989/857 K. sayılı kararı).

Yeri gelmişken “yetkilerini kullanırken” ve “bu görevleri yerine getiren personel” kavramlarıyla amaçlananın ne olduğu üzerinde de durulmalıdır: 

Devletin sorumluluğunun diğer bir şartı da zararın, memur ve diğer bir kamu görevlisi tarafından “görevini yerine getirirken” ve “görevle ilgili yetkilerini kullanırken” gerçekleştirilmiş olmasıdır.

Şu hâlde “görevin ifası” “yetkinin kullanılması” ile gerçekleşen zarar arasında işlevsel (görevsel) bir bağ bulunmalı; zarar, kamu görevi (kamu yetkisi) yerine getirilirken, bu görev ve yetki nedeni ile doğmuş olmalıdır.

Memur ve diğer resmi görevlileri kamu görevlisi sıfat ve kapasiteleri dışında özel bir kişi olarak, özel hukuk hükümlerine göre özel işlerini yaparken üçüncü kişilere verdikleri zarardan doğrudan doğruya kendileri sorumludur (Eren, F., Borçlar Hukuku Genel Hükümleri, 10. Bası, İstanbul 2010, s. 590 vd.). 

Ne var ki, personelin kişisel eylem ve davranışlarının idari eylem ve işlem sayılmadığını da burada hemen belirtmek gerekir. Gerçekten de Anayasa’nın 125/son fıkrası uyarınca “İdare, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlüdür.” Anayasa’nın 137. maddesinde ise “...konusu suç olan emri yerine getiren kimsenin sorumluluktan kurtulamayacağı” belirtilmektedir.

Görüldüğü üzere Anayasa’da kamu personelinin kanuna aykırı eylem ve işlemlerinden şahsen sorumlu tutulacağı ilkesinin de ayrıca kabul edildiği çok açıktır. 

Memur veya kamu görevlisinin tamamen kendi iradesi ile kasten ya da Kanunlardaki açık hükümler dışına çıkarak ve bunlara aykırı olarak suç sayılan eylemiyle verdiği zararlarda eylem ile kamu görevinin yürütülmesi arasında objektif bir illiyet bağının varlığından söz edilemez. Bu gibi hâllerin 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 13. maddesinin hukuksal alanı dışında tutulduğunda şüphe olmamalıdır.

Zira, görevden kolayca ayrılabilen ve görev dışında kalan kusurlu eylem ile kamu görevi arasındaki bağ kesilerek salt memurun ya da kamu görevlisinin kişisel kusuru ile karşı karşıya kalınmaktadır. İşte bu noktada görev kusuru ile kişisel kusurun ayrımında kişisel kusurun alanı ve unsurlarının açık bir biçimde saptanması önem taşımaktadır. 

Bilindiği gibi, görev kusuru daha çok kamu görevlisinin görevinden ayrılamayan kişisel kusuru olarak kendini gösterir. Bu kişisel kusur, görev içinde ve dolayısıyla idarenin ajanına yüklediği ödev, yetki ve araçlarla işlenmektedir. Kişisel kusurda ise; kamu görevlisinin eyleminde açıkça ve kolayca görevinden ayrılabilen tasarruf ve hatalar görülür. Bir başka deyişle, kişisel kusurda idare nam ve hesabına hareket eden bir kamu görevlisinin idareye atıf ve izafe olunacak yerde, doğrudan doğruya kendi şahsına isnat olunan ve kişisel sorumluluğunu intaç eden hukuka aykırı eylem ve işlemleri belirgindir ve burada kamu görevlisi zarar doğurucu eylemini kamusal görevin yerine getirilmesi saiki ile ancak salt kişisel kusuru ile işlemiştir. Gerek öğretide gerekse yargısal kararlarda personelin kişisel eylem ve davranışları idari eylem ve işlem sayılmamış, kişisel kusura dayanan davaların inceleme yerinin adli yargı olduğu, hasmının da kişinin kendisi olduğu kabul edilmiştir (Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 7. Bası, İstanbul 1993, s. 505; tanım yönünden Cüneyt Ozansoy, Tarihsel ve Kuramsal Açıdan İdarenin Kusurdan Doğan Sorumluluğu, Doktora Tezi, 1989, s. 330).

Diğer yandan, Uyuşmazlık Mahkemesinin 05.03.1966 tarihli ve 65/64 E., 1966/1 K. sayılı kararı ve aynı görüşün devamı niteliğinde verdiği 17.03.1986 tarihli ve 1985/20-1986/27 sayılı kararında “dikkatsizlik tedbirsizlik ve meslekte acemilik nedenleriyle verilen zararlarda ancak şahsi kusurun söz konusu olacağı”, “idarenin ajanı durumundaki kişilerin şahsi kusurları yönünden kendilerine açılan tazminat davalarının adli yargı yerinde görülmesi gerektiği” ilkesi benimsenmiştir (C. Ozansoy, s. 247 vd.; Hukuk Genel Kurulunun 26/09/2001 tarihli ve 2001/4-595 E., 2001/643 K. sayılı kararında da aynı ilkeler benimsenmiştir).

Sonuç olarak, Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Kanun’un 13/1. maddesi gereğince memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu eylemleri nedeniyle oluşan zararlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve yasada gösterilen biçim ve koşullara uygun olarak idare aleyhine açılabilir. İdare aleyhine böyle bir davanın açılabilmesi, hizmet kusurundan kaynaklanmış, idari işlem ve eylem niteliğini yitirmemiş davranışlar ile sınırlıdır. Kamu görevlisinin, özellikle haksız eylemlerde, Anayasa ve özel yasalardaki bu güvenceden yararlanma olanağı bulunmamaktadır.

Tüm bu açıklamalar ve ortaya konulan yasal düzenlemeler ışığında somut olay değerlendirildiğinde; 

18.08.2009 tarihinde saat 07.10 sıralarında davalı polis memuru Çetin E.’in sevk ve idaresindeki 06 AC 2..6 plakalı resmi araç ile seyir hâlindeyken, yaya olarak karşıdan karşıya geçmek isteyen davacıya çarptığı, kaza sonucu davacının yaralandığı, yaralanması nedeniyle uğradığı zararların tazmini için davacının polis memuru olan araç şoförü ile İçişleri Bakanlığını ve sigorta şirketini hasım göstererek eldeki maddi ve manevi tazminat davasını açtığı anlaşılmaktadır. 

Adli Tıp Kurumu Ankara Adli Tıp Şube Müdürlüğünce kaza tarihinde düzenlenen rapor ile davalı Çetin E.'in saat 11.39 itibariyle 1,28 promil alkollü olduğu tespit edilmiştir. 

Davalı Çetin E., hakkında yapılan ceza soruşturması sırasında alınan ifadesinde, akşam yemeğinde alkol aldığını beyan etmiştir. Davalı hakkında trafik güvenliğini tehlikeye sokmak suçundan kamu davası açılmış, Ankara 2. Sulh Ceza Mahkemesince TCK’nın 179/2 maddesi gereceğince cezalandırılmasına, verilen cezanın paraya çevrilmesine, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına yer olmadığına karar verilmiş ve kesinleşmiştir. Yine davalı Çetin E. hakkında davacının şikâyetçi olmaması nedeniyle taksirle bir kişinin yaralanmasına neden olmak suçundan ek kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmiştir.

Yerel mahkemece olay yerinde yapılan keşif sonucu bilirkişilerden alınan kusur raporunda; davalı Çetin E.'in saat 11.39 itibariyle 1,28 promil alkollü olduğunun tespit edildiği, kaza saatinden itibaren ölçüm saatine kadar geçen 4 saat 29 dakikalık süre için WIDMARK formülüne göre hesaplama yapıldığında, insan bünyesine alınan alkol miktarının her saat başı ortalama kanda 0,15 promil düşüş yaptığı göz önüne alınarak kaza saatinde 1,95 (195,5) promil alkollü olduğunun anlaşıldığı, davacı yaya İsmail Yılmaz’ın trafik kazasının oluşumunda kusursuz olduğu, Ankara Emniyet Müdürlüğü Cinayet Büro Amirliği hizmetlerinde kullanılan resmi aracın sürücüsü davalı Çetin E.’in söz konusu trafik kazasını münhasıran almış olduğu (195,5 promil) alkolün etkisi altında meydana getirdiği, bu nedenle tamamen, asli, 8/8- % 100 kusurlu olduğu bildirilmiştir.

Tüm bu hususlar ve davacının istemini dayandırdığı maddi olgular gözetildiğinde; davalı polis memuru Çetin E.’in sevk ve idaresindeki resmi araçla alkolün etkisiyle gerçekleştirdiği trafik kazasının, davalı kamu görevlisinin hizmetten ayrılabilen kişisel kusurundan kaynaklandığı, kazanın oluşumuna kamu görevlisi davalının suç niteliğindeki eyleminin sebebiyet verdiği, idarenin hizmet kusuru niteliğinde bir durumun söz konusu olmadığı, kamu görevlisinin suç oluşturan eylemi nedeniyle idarenin sorumluluğu bulunmadığı, bu nedenlerle eldeki davanın adli yargıda görülmesi gerektiği, davalı Çetin E.’e husumet yöneltilmesinin mümkün olduğu anlaşılmaktadır. 

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında; dava konusu kaza nedeniyle açılan eldeki davanın hizmet kusurundan kaynaklandığı, idare aleyhine açılabileceği, davalı kamu görevlisine husumet yöneltilmesinin mümkün olmadığı, bu nedenle direnme kararının bozulması gerektiği belirtilmişse de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.

Hâl böyle olunca, husumetin kamu görevlisi olan davalıya yöneltildiği eldeki davanın adli yargı yerinde görülerek işin esasının incelenmesi gerektiğini kabul eden direnme kararı davalı Çetin E. yönünden yerindedir. 

Ne var ki davalı Çetin E. vekilinin hükmedilen tazminat miktarına ilişkin temyiz itirazları Özel Dairece incelenmemiş olduğundan, bu yöne ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir. 

SONUÇ : Yukarıda (I) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin ve davalı İçişleri Bakanlığı vekilinin temyiz istemlerinin hukuki yarar yokluğundan ayrı ayrı REDDİNE 09.04.2019 tarihinde yapılan ilk görüşmede oy birliği ile,

Yukarıda (II) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davalı Çetin E. yönünden direnme kararı uygun olup davalı Çetin E. vekilinin hükmedilen tazminat miktarına ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 4. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 30.04.2019 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY

Yerel Mahkemece, davalı Çetin E.'in 8/8 oranında kusurlu olduğunun belirtildiği, hesap raporuna göre davacının toplam iş göremezlik zararının 1.270,78 TL olduğu, davacı lehine 8.000,00 TL manevi tazminatın yeterli olduğu gerekçesiyle davalı A. Sigorta A.Ş. hakkındaki manevi tazminat davasının reddine, ıslah da dikkate alınarak 1.270,78 TL iş göremezlik tazminatının olay tarihi olan 18.08.2009’dan itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte tüm davalılardan müteselsilen tahsiline, 8.000,00 TL manevi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılar Çetin E. ve İçişleri Bakanlığından tahsiline karar verilmiştir.

Davacı vekili, davalı İçişleri Bakanlığı vekili ve davalı Çetin E. vekilinin temyizleri üzerine;

Özel Dairece, davacı ve davalılardan İçişleri Bakanlığı’nın temyiz itirazlarının reddine karar verildikten sonra, davalı Çetin E.’in temyiz itirazları yönünden; Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 13/1. maddesi gereğince kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu eylemleri nedeniyle oluşan zararlardan doğan tazminat davalarının kendilerine rücû edilmek kaydıyla ve yasada gösterilen koşullara uygun olarak idare aleyhine açılabileceğine göre, bu davalıya husumet tevcih edilmesinin doğru olmadığı, mahkemece bu davalı hakkında davanın husumet nedeniyle reddine karar verilmesi gerektiği gerekçesiyle kararın davalılardan Çetin E. yönünden bozulmasına, bozma nedenine göre davalı Çetin E.’in diğer temyiz itirazlarının incelenmesine yer olmadığına, davacının ve davalılardan İçişleri Bakanlığı’nın temyiz itirazlarının açıklanan nedenle reddine oyçokluğu ile karar verilmiştir.

Yerel Mahkemece; önceki karardaki gerekçeler aynen tekrar edilerek direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararı davacı vekili, davalı İçişleri Bakanlığı vekili ve davalı Çetin E. vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Hukuk Gelen Kurulunun önüne gelen dosyada davalı Çetin E. yönünden mahkemece; 1.270,78 TL işgöremezlik tazminatına ve 8.000,00 TL manevi tazminata ilişkin direnme kararı verilmiş olmakla direnme kararını temyiz eden davalı Çetin E. yönünden temyiz kesinlik sınırı belirlenirken 1.270.78 TL işgöremezlik (maddi) tazminatı ile 8.000,00 TL manevi tazminatın toplam miktarı üzerinden mi yoksa maddi tazminatın ve manevi tazminatın ayrı ayrı miktarları üzerinden mi kesinlik sınırı belirleneceği ön sorun olarak görüşülmüştür.

Ön soruna konu karar ilk derece mahkemesinin vermiş olduğu karardır. 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren Hukuk Muhakemeleri Kanunu, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunundan ilk derece mahkemesinin vermiş olduğu kararlarda kesinlik sınırını farklı ve yeniden düzenlemiştir. 

HUMK' nun 426/A maddesi "İlk derece mahkemelerinden verilen nihaî kararlara karşı istinaf yoluna başvurulabilir. Miktar veya değeri birmilyar lirayı geçmeyen malvarlığı davalarına ilişkin kararlar kesindir." şeklindeki düzenlemesine karşılık, Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 341. maddesinde "İlk derece mahkemelerinden verilen nihai kararlar ile ihtiyati tedbir, ihtiyati haciz taleplerinin reddi ve bu taleplerin kabulü hâlinde, itiraz üzerine verilecek kararlara karşı istinaf yoluna başvurulabilir. Miktar veya değeri üç bin Türk Lirasını geçmeyen malvarlığı davalarına ilişkin kararlar kesindir. Ancak, manevi tazminat davalarında verilen kararlara karşı, miktar veya değere bakılmaksızın istinaf yoluna başvurulabilir." şeklindeki düzenleme getirmiştir. Bu madde de düzenlenen kesinlik sınırları kamu düzenine ilişkin olup hakim tarafından kendiliğinden dikkate alınması gerekecektir. Bir başka anlatımla mahkemece miktar veya değeri üç bin Türk Lirasını geçmeyen malvarlığı davalarına ilişkin verdiği kararların istinafa başvurulması yada temyiz edilmesi durumunda kesinlik sınırı altında olduğu gerekçesi ile dilekçenin reddine karar vermek zorundadır. İlk derece mahkemesinin kesinlik sınırını gözden kaçırması nedeniyle dosyanın temyiz incelmesine gelmesi durumunda ise Yargıtay temyiz incelmesinde kanunun açık düzenlemesinde belirtilen miktar veya değeri üç bin Türk Lirasını geçmeyen malvarlığı davalarına ilişkin kesinlik sınırını kendiliğinden dikkate alarak temyiz dilekçesini reddetmek durumundadır.

Miktar veya değeri üç bin Türk Lirasını geçmeyen malvarlığı davalarına ilişkin kararlar kesin olduğuna göre Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 341. maddesinde geçen "malvarlığı" kavramının kapsamı doğru bir şekilde belirlenmesi gerekmektedir. Malvarlığı "Para ile ölçülebilen hakların tamamıdır." şeklinde tanımlanmaktadır. O zaman malvarlığı davalarının ayırt edeci özelliği "Para ile ölçülebilmesidir". Bir başka açıdan malvarlığına ilişkin haklar devir ve temliki kâbil, mirasçılara intikal edebilen, likiditesi bulunan, dolayısıyla miktar ve değer itibariyle tayin ve tespiti mümkün olan haklardır. 

Manevi tazminat ise TMK'nın 24. maddesinde "Hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hâkimden, saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebilir. Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar ya da kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır." 25. maddesinde ise "Davacı, hâkimden saldırı tehlikesinin önlenmesini, sürmekte olan saldırıya son verilmesini, sona ermiş olsa bile etkileri devam eden saldırının hukuka aykırılığının tespitini isteyebilir. Davacı bunlarla birlikte, düzeltmenin veya kararın üçüncü kişilere bildirilmesi ya da yayımlanması isteminde de bulunabilir. Davacının, maddî ve manevî tazminat istemleri ile hukuka aykırı saldırı dolayısıyla elde edilmiş olan kazancın vekâletsiz iş görme hükümlerine göre kendisine verilmesine ilişkin istemde bulunma hakkı saklıdır. Manevî tazminat istemi, karşı tarafça kabul edilmiş olmadıkça devredilemez; miras bırakan tarafından ileri sürülmüş olmadıkça mirasçılara geçmez. Davacı, kişilik haklarının korunması için kendi yerleşim yeri veya davalının yerleşim yeri mahkemesinde dava açabilir." şeklinde düzenlenmiştir.

Manevi tazminat Türk Borçlar Kanunu'nun 58. maddesinde kişilik hakkının zedelenmesi başlığı altında "Kişilik hakkının zedelenmesinden zarar gören, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat adı altında bir miktar para ödenmesini isteyebilir. Hâkim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir giderim biçimi kararlaştırabilir veya bu tazminata ekleyebilir; özellikle saldırıyı kınayan bir karar verebilir ve bu kararın yayımlanmasına hükmedebilir." şeklinde düzenlenmiştir. 

Görüldüğü üzere gerek TMK'nın 24 ve 25. maddeleri gerekse TBK'nın 58. maddesinde manevi tazminat malvarlığı kavramından farklı olarak "Kişilik hakkının zedelenmesi" kavramı çerçevesinde düzenlenmiştir. Kişilik hakkının zedelenmesi ise bir kimsenin şahıs varlığına vaki haksız bir tecavüz sonucu duyduğu fizikî acı, elem ve ızdırap sebebiyle yaşama zevkinden meydana gelen bir azalmadan ibarettir. Manevî zarara uğrayan bir kimsenin malvarlığında maddi bir kıymet eksilmesi olmamıştır. Ancak, manevi zarar gören sosyal ve ruhi bakımlardan şahsiyetinden manevi kıymetler kaybederek fizikî ve moral sarsıntılara maruz kalmıştır. Bu nedenle maddi zararın aynen tazmini mümkün iken manevi zararın aynen tazmini mümkün değildir. Çünkü manevi zarar para ile ölçülebilen bir zarar değildir. Para ile bozulan fiziki ve ruhi dengeyi tam karşıladığını düşünmek mümkün değildir. Manevi zararın, TMK 58/2 maddesinde " Hâkim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir giderim biçimi kararlaştırabilir veya bu tazminata ekleyebilir; özellikle saldırıyı kınayan bir karar verebilir ve bu kararın yayımlanmasına hükmedebilir." ifadesinden anlaşıldığı üzere para ödenmesi şeklinde değil de farklı şekilde karşılanması sağlanabilecektir. Bu şekilde manevi zararı giderme biçimi açıkça malvarlığı davalarından ayıran en önemli unsurdur. 

22.06.1966 gün ve 7/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında "Manevi tazminat, zarara uğrayanda manevi huzuru gerçekleştirecek ve tazminata benzer bir fonksiyonu da olan özgün bir nitelik taşır. Manevi tazminat, bir ceza olmadığı gibi, mamelek (malvarlığı) hukukuna ilişkin zararın karşılanmasını da amaç edinmemiştir." şeklindeki gerekçesinde manevi tazminatın malvarlığına ilişkin olmadığı ve manevi tazminatın kendine özgü bir tazminat olduğu açıkça vurgulanmıştır.

Keza, TBK 25/4 maddesinde "Manevî tazminat istemi, karşı tarafça kabul edilmiş olmadıkça devredilemez; miras bırakan tarafından ileri sürülmüş olmadıkça mirasçılara geçmez." ifadesi ile manevi tazminatın devredilemez ve miras yoluyla geçmeyeceğini belirtilerek maddi malvarlığına ilişkin davalardan farklılığı vurgulanmıştır. 

Diğer bir yönden her iki tazminat birbirine bağlı tazminatlar değildir. Bir başka anlatımla her biri bağımsız bir talep hakkı doğurduğu için ayrı ayrı dava şeklinde açılabilir. Böyle bir durumda her iki davanın değerini toplayarak kesinlik sınırının belirlenmesi mümkün olmadığına göre objektif dava birleşmesi kapsamında maddi ve manevi tazminat davalarının da birlikte açılması durumunda her biri ayrı bağımsız dava olarak değerlendirilerek kesinlik sınırının buna göre belirlenmesi daha doğru olacaktır. Nitekim, Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi 10/(4) "Manevi tazminat davasının, maddi tazminat veya parayla değerlendirilmesi mümkün diğer taleplerle birlikte açılması durumunda; manevi tazminat açısından avukatlık ücreti ayrı bir kalem olarak hükmedilir." ifadesi ile de manevi tazminat davasının maddi tazminattan ayrı davalar olduğu vurgulanmıştır. 

Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde manevi tazminatın malvarlığı kavramı içinde değerlendirilmesinin mümkün olmadığı, bu davaların her yönden farklı davalar olduğu, kanun koyucunun açıkça malvarlığı davaları ile manevi tazminat davalarının kesinlik sınırını ayrı ayrı değerlendirdiği, bu davaların ayrı ayrı esasla dava konusu olması hâlinde verilecek hüküm kesinlik sınırının altında olması durumunda kesinken, birlikte davaya konu olması hâlinde de her talebin kesinlik bakımından ayrı düşünüleceği toplamına bakılmayacağı, malvarlığı davaları ile maddi tazminat davalarının toplamı üzerinden kesinlik sınırının belirlenmesinin açıkça HMK'nın 341. maddesine uygun düşmeyeceği düşüncesi ile maddi tazminat ve manevi tazminata yönelik kararların toplam miktarı üzerinden kesinlik sınırının belirlenmesi yönündeki çoğunluğun düşüncesine katılmıyoruz.


Mehmet KÜRTÜL         Harun KARA         Hafize Gülgün VURALOĞLU
Birinci Başkanvekili       Üye                       Üye 

Abdullah ERGİN          Hüseyin TUZTAŞ 
Üye                              Üye

BİLGİ : Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nda bulunan 21 üyenin 13'ü ÖN SORUN YOK, 8'i ise ÖN SORUN VAR yönünde oy kullanmışlardır.

İÇTİHAT YORUMU : Davaların yığılması (objektif dava birleşmesi) durumunda kanun yoluna başvuru sınırının tespitinde her bir davaya konu talebe ilişkin kararın münferit değerinin dikkate alınması gerektiği yönündeki doktrindeki görüşler için bkz. TANRIVER, Süha, Medenî Usul Hukuku, C: I, Ankara, 2016, s. 615; ÇİFTÇİ, Murat Özgür, Medeni Yargılama Hukukunda İstinaf, Güncelleştirilmiş 2. Baskı, Ankara, 2016, s. 59-61, 692; BULUT, Uğur, Medenî Usûl Hukukunda Davaların Yığılması (Objektif Dava Birleşmesi), Ankara, 2017, s. 438-444.

 

AYNI YÖNDE KARAR:

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

ESAS NO      : 2018/4-375
KARAR NO   : 2019/473

T Ü R K   M İ L L E T İ   A D I N A

Y A R G I T A Y   İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ             :
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi (İlk Derece Mahkemesi Sıfatıyla)
TARİHİ                       : 26/09/2017
NUMARASI                : 2016/55 - 2017/40
DAVACILAR               : 1- M.E. 2- G.Ç. 3- F.E. 4- T.E. 5- M.E.I. 6-C.Ç. 7- H.C.Ç.
                                      8- E.- Export Dış Ticaret A.Ş. 9- B. Mimarlık Dekorasyon Ltd.Şti.
                                      10- S.B. 11- G.B. Vekilleri Av. O.K.
DAVALI                       : Maliye Hazinesi vekili Av. D.G.
İHBAR OLUNANLAR : 1- M.Ç. 2- O.N.E. 3- Z.K. 4- A.E. 5- E.A.

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonucunda ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay 4. Hukuk Dairesince; 

“… DAVA : Davacılar dava dilekçesinde özetle; dava dışı kişilerin (Kar Apartmanı malikleri) davacıların inşaa edilecek binasının kazı çalışmaları sırasında zarar gördüklerini iddia ederek tazminat davası açtıklarını, Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2003/5.0 esas sayılı davasında yapılan yargılama sırasında ihbar olunan bilirkişilerin 09/10/2009 tarihinde rapor verdiklerini, ihbar olunan bilirkişiler ve hakimin rapor ve kararında “Hayati tehlike arz edecek duruma gelmiş binanın bu hali ile mesken olarak kullanılması sakıncalı olup tahliye edilmesi gerekir. Binanın onarılması veya güçlendirilmesi fayda sağlamayacak olup, yıkılarak yeniden yapılması gerekir" şeklinde görüş bildirilip karar verildiğini, temyiz üzerine Yargıtay’ın kararı eksik inceleme nedeniyle bozduğunu, Kar apartmanının fenni ve teknik gereklere uygun olmayan temelle yapıldığını belirten ODTÜ, İTÜ ve GEOSAN raporlarının görmezden gelindiğini, yine aynı kişilerden rapor alındığını, %10'luk indirimin neye göre belirlendiğinin belli olmadığını belirterek maddi ve manevi zararlarının tazminini talep etmiştir.

CEVAP : Cevap dilekçesinde, HMK’nun 46 ve 285. maddelerinde sayılan koşullardan hiçbirinin gerçekleşmediği, davanın yetkili ve görevli mahkemede açılmadığı, husumetin yanlış yöneltildiği ve zamanaşımı süresinin dolduğu savunulmuştur. 

GEREKÇE : Dava, hakimlerin ve bilirkişilerin hukuki sorumluluğuna dayalı olarak maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.

Dava ilk olarak Samsun 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’ne açılmış, anılan mahkemece 08/10/2014 tarihinde görevsizlik nedeni ile dava dilekçesinin reddine karar verilmiş, Dairemizin 30/06/2015 tarihli onama ve 22/02/2016 tarihli karar düzeltme isteminin reddine ilişkin ilamları ile bu kararın kesinleşmesinden sonra dosyanın Dairemize gönderilmesi üzerine ilk derece mahkemesi sıfatı ile görülmüştür. 

Hakimlerin yargısal faaliyetleri nedeniyle sorumlulukları, HMK'nun 46-49. maddelerinde düzenlenmiş bulunmaktadır. Kanunda gösterilen sorumluluk nedenleri, sınırlı ve sayılı durumları ifade etmektedir.

Bilirkişilerin hukuki sorumlulukları ise HMK’nun 285. maddesinde düzenlenmiş olup kasten veya ağır ihmal suretiyle düzenlenmiş gerçeğe aykırı raporun hükme esas alınması halinde sorumluluk koşullarının oluşacağı belirtilmiştir. 

Somut olayda, sorumluluğa dayanak yapılan olgular; ihbar olunan bilirkişilerin binanın onarılamayacağına dair gerçeğe aykırı raporlar düzenlemeleri, raporların çelişkili oluşu, ihbar olunan hakimin özensiz yargılama yaparak ve raporlar arasındaki çelişkiyi gidermeden karar vermiş olmasıdır.

Samsun 3. Asliye Hukuk Mahkemesi'nin 2003/5.0 esas, 2011/. karar sayılı dosya örneği incelendiğinde; asıl dava ile birleşen dört dava için yargılama yapıldığı, verilen kararın temyiz incelemesi sonucunda Dairemizin 06/03/2012 tarih, 2011/4517 esas, 2012/3517 karar sayılı ilamı ile bozulduğu, bozma sonrası aynı Mahkemenin 2013/4. esasına kaydedilen dava sonunda verilen 07/07/2015 tarihli, 2015/331 sayılı kararın Yargıtay 14. Hukuk Dairesi'nce 23/05/2017 tarihinde düzeltilerek onandığı anlaşılmıştır.

Tazminat istemi, yasa yolları düzenlenmiş bulunan yargısal işlem ve kararlara ilişkindir. Yukarıda açıklanan gelişim biçimi itibariyle, hukuki süreç işlemiş; davacılar tarafından da yargısal yollara başvurulmuştur. Sınırlı ve sayılı hukuki sorumluluk nedenlerinden hiçbirisi mevcut değildir. Şu durumda, davanın reddine karar verilmesi gerekir.

6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 49. maddesi uyarınca, davanın esastan reddi halinde disiplin para cezasının takdir edilerek hüküm altına alınması gerekir. Bu konuda, para cezasında yeniden değerleme oranında yapılması gereken artırım miktarı ile dava konusu olayın gelişim biçimi ve dosyaya yansıyan olgular gözönünde tutulmuştur.

HÜKÜM : Yukarıda gösterilen nedenle; 

1- HMK.'nun 46. ve 285. maddelerindeki şartlar oluşmadığından davanın esastan REDDİNE,

2- HMK.'nun 49. maddesine göre takdiren 1.000,00-TL disiplin para cezasının davacıdan tahsiline ve hazineye gelir kaydedilmesine,

3- Alınması gereken 31,40-TL maktu karar ve ilam harcının peşin alınan 1.024,65-TL harçtan düşümü ile bakiye 993,25-TL'nin istek halinde davacıya iadesine,

4- Karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca davalı yararına takdir olunan 3.000,00 TL maktu avukatlık ücretinin davacıdan alınarak davalıya verilmesine,

5- Davacı tarafından yapılan yargılama giderlerinin üzerinde bırakılmasına,”

Dair oy birliği ile verilen 26.09.2017 tarihli ve 2016/55 E., 2017/40 K. sayılı karar davacılar vekili tarafından temyiz edilmiştir. 

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Davacı tarafın temyiz isteminin süresinde olduğunun anlaşılmasından ve dosyadaki tüm belgelerin okunmasından sonra gereği düşünüldü: 

Dava 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 46. maddesine dayalı tazminat istemine ilişkindir. 

Davacılar vekili, Maliye Hazinesini davalı göstererek Samsun 1. Asliye Hukuk Mahkemesine vermiş olduğu dava dilekçesinde; dava dışı K. Apartmanı malikleri tarafından müvekkilleri aleyhine müvekkillerinin inşa edeceği binanın kazı çalışmaları sırasında K. Apartmanı’nın ağır hasar gördüğü iddiasıyla tazminat davası açıldığını, yargılama sırasında ihbar olunan bilirkişilerin görevlendirildiğini ve mahkemece bu bilirkişilerin raporuna bağlı kalınarak karar verildiğini, bilirkişi raporunda “Hayati tehlike arz edecek duruma gelmiş binanın bu hâli ile mesken olarak kullanılması sakıncalı olup tahliye edilmesi gerekir. Binanın onarılması veya güçlendirilmesi fayda sağlamayacak olup yıkılarak yeniden yapılması gerekir.”denildiğini, kararın Yargıtay tarafından eksik inceleme nedeniyle bozulması sonrasında da aynı bilirkişi heyetinin görevlendirildiğini, bilirkişilerce hiçbir ciddi ölçüm ve inceleme olmaksızın gözle inceleme yapılarak ek rapor düzenlendiğini, Kar Apartmanı’ndaki zararın zemin şartlarına bağlı fenni ve teknik gereklere uygun olmayan bir temel yapılmasından kaynaklandığını, yargılama sonucunda apartmanın dava tarihindeki değerinin müvekkillerce tazmin edilmesine karar verildiğini ancak apartmanın 2003’ten bu yana ayakta olduğunu ve kullanılmaya devam edildiğini, müvekkillerinin zararına yol açan mahkeme hakiminin ve hükmün zeminini oluşturan bilirkişi raporunu hazırlayan bilirkişilerin bu zararı tazminle yükümlü olduğunu, zararın hâlen devam etmesi nedeniyle davalarını belirsiz alacak davası olarak açtıklarını ileri sürerek fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydıyla 40.000 TL maddi ve 20.000 TL manevi tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı Maliye Hazinesi vekili; ihbar olunan bilirkişiler yönünden dosyanın tefrik edilerek görev yönünden davanın reddine karar verilmesi gerektiğini, karara esas alınan bilirkişi raporunun yasal mevzuata uygun olarak düzenlendiğini ve işlemlerde ağır kusur ve kastın bulunmadığını, bilirkişi raporuna dayanılarak verilen kararın henüz Yargıtay incelemesinden geçerek kesinleşmemiş olmakla sorumluluğa ilişkin olgunun gerçekleşmediğini, HMK’nın 48. maddesinde düzenlenen ve sorumluluğu ispata yarayacak yeterli delillerin sunulmadığını, HMK’nın 46. maddesinde belirtilen koşulların oluşmadığını belirterek davanın reddini istemiştir.

İhbar olunan bilirkişiler beyan dilekçesinde; bilirkişi heyeti olarak keşifte edindikleri bilgi ve deliller ışığında, dosyanın titizlikle incelenmesi neticesinde bilim ve fenne uygun, tarafsız ve objektif bir şekilde hazırladıkları raporu ve ek raporları mahkemeye sunduklarını, davacı tarafın öne sürdüğü itirazlara ek raporlarda cevap verildiğini, keşif esnasında görülen çatlakların hem taşıyıcı sistem elemanları olan kolon-kiriş döşemelerde hem de dolgu duvarlarda görüldüğünü, buradan hareketle bilirkişi heyetinin davaya konu olan yapının tahliyesi yönünde görüş bildirdiğini, heyetin en baştan beri çok titiz bir çalışma yaptığını ve konu ile ilgili bilimsel veriler ışığında objektif ve tarafsız bir duruş sergilediğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

İhbar olunan hâkim yargılamaya katılmamış ve beyanda bulunmamıştır.

Samsun 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 08.10.2014 tarihli ve 2014/1.3 E., 2014/3.5 K. sayılı kararı ile davaya bakmakla Yargıtay İlgili Hukuk Dairesinin görevli olduğu gerekçesiyle dava dilekçesinin görevsizlik nedeniyle reddine karar verilmiş, taraf vekillerinin temyizi üzerine Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 30.06.2015 tarihli ve 2015/3286 E., 2015/8863 K. sayılı kararı ile hükmün onanmasına karar verilmiştir. Davalı vekilinin karar düzeltme istemi Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 22.02.2016 tarihli ve 2015/13287 E., 2016/2191 K. sayılı kararı ile reddedilmiştir. Kararın kesinleşmesi ve davacılar vekilinin talebi üzerine dosya ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay 4. Hukuk Dairesine gönderilmiştir.

Özel Dairece yukarıda başlık bölümüne alınan gerekçe ile davanın reddine karar verilmiştir.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında öncelikle, dava dilekçesinde fazlaya dair haklar saklı kalmak kaydıyla 40.000 TL maddi ve 20.000 TL manevi tazminat isteminde bulunulması karşısında temyiz kesinlik sınırının belirlenmesinde maddi ve manevi tazminat istemlerinin ayrı ayrı mı yoksa toplamlarının mı dikkate alınacağı, buradan varılacak sonuca göre davacılar vekili tarafından temyiz incelemesine konu edilen kararın miktar itibari ile temyizi kabil nitelikte olup olmadığı hususu ön sorun olarak tartışılmış ve değerlendirilmiştir.

Ön sorunun çözümü için konu ile ilgili kavramların ve yasal düzenlemelerin incelenmesinde fayda bulunmaktadır. 

6100 sayılı HMK’nın “İhtiyari Dava Arkadaşlığı” başlıklı 57. maddesinde; 

“(1) Birden çok kişi, aşağıdaki hâllerde birlikte dava açabilecekleri gibi aleyhlerine de birlikte dava açılabilir:

a) Davacılar veya davalılar arasında dava konusu olan hak veya borcun, elbirliği ile mülkiyet dışındaki bir sebeple ortak olması.

b) Ortak bir işlemle hepsinin yararına bir hak doğmuş olması veya kendilerinin bu şekilde yükümlülük altına girmeleri.

c) Davaların temelini oluşturan vakıaların ve hukuki sebeplerin aynı veya birbirine benzer olması.” şeklinde düzenleme getirilmiş iken; 

“İhtiyari Dava Arkadaşlarının Davadaki Durumu” başlıklı 58. maddesinde;

“İhtiyari dava arkadaşlığında, davalar birbirinden bağımsızdır. Dava arkadaşlarından her biri, diğerinden bağımsız olarak hareket eder.” hükmü getirilmiştir.

Aynı Kanun’un “Davaların Yığılması” başlıklı 110. maddesinde ise;

“Davacı, aynı davalıya karşı olan, birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini, aynı dava dilekçesinde ileri sürebilir. Bunun için, birlikte dava edilen taleplerin tamamının aynı yargı çeşidi içinde yer alması ve taleplerin tümü bakımından ortak yetkili bir mahkemenin bulunması şarttır.” amir hükmüne yer verilmiştir.

Gerekçesi açısından bugün de geçerliliğini koruyan 07.02.1945 tarihli ve 4/19 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere, dava dilekçesinin talep sonucu bölümünde davacı, neye karar verilmesini (başka bir ifade ile davalının neye mahkum edilmesini) istediğini açıkça yazar (HUMK m. 179/3, HMK m. 119/d). Kuşkusuz talebin birden fazla kalemleri kapsaması hâlinde de davacının talep sonucu, asıl talep ve yardımcı (fer'i) talepler olmak üzere iki bölümden oluşur. Davacının birden fazla davasını aynı dava dilekçesi ile açması hâlinde, bu durum "objektif dava birleşmesi" olarak tanımlanır ve davacının, her davaya ait talep sonucunu açıkça ve ayrı ayrı göstermesi gerekir (Kılıç, H.; Açıklamalı İçtihatlı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, Ankara 2011, C.I, s. 1454 vd).

Doktrinde objektif dava birleşmesi ya da kümülatif dava yığılması olarak adlandırılan kurum, yeni Kanunumuzda “davaların yığılması” terimi benimsenerek düzenlenmiştir. Davaların yığılmasının usul ekonomisine ve çelişkili kararlar verilmesini engellemeye hizmet ettiği kabul edilmektedir. 

Davacının aynı davalıya karşı olan birbirinden bağımsız birden fazla talebini, aralarında bir derecelendirme ilişkisi yani aslilik-ferilik ilişkisi kurmadan aynı dava dilekçesinde ileri sürmesine davaların yığılması denir. Bu dava çeşidinde taleplerin tümü birbirinden bağımsız, eş değer ve aynı derecede öneme sahiptir. Her bir talep farklı edimlerin gerçekleştirilmesine yönelmiştir.

Davaların yığılması söz konusu olduğunda, görünüşte tek dava, gerçekte ise talep sayısınca dava mevcuttur. Her bir talep için dava dilekçesinde vakıaların ayrı ayrı belirtilmesi ve ispat edilmesi gerekir. Mahkeme de her bir talep hakkında ayrı ayrı inceleme yapacaktır, taleplerden birinin kabulüne diğerinin ise reddine karar verebilir. Yani, görünüşte tek hüküm, gerçekte ise talep sayısınca hüküm mevcuttur. Mahkeme, taleplerin tümü hakkında ayrı ayrı karar vermek ve bunları hüküm fıkrasında göstermek zorundadır. Mahkemenin, taleplerin tümü hakkında tek ve aynı şekilde karar verme zorunluluğu yoktur. Dava şartları, her bir talep bakımından ayrı ayrı belirlenir (Pekcanıtez, H./Özekes, M./Akkan, M./ Taşkorkmaz, H.; Medeni Usul Hukuku, C. II, s. 1092,1093 vd).

Önemle vurgulanmalıdır ki; kesinlik sınırının belirlenmesi kamu düzenindendir ve kesinlik sınırı belirlenirken davanın değeri esas alınır. Davanın değeri ise genel anlamıyla, bir davadaki taleplerin toplamıdır. 492 sayılı Harçlar Kanunu’na göre harç tüm taleplerin toplamı üzerinden alınır (16/2. mad). 

Birleştirilen davalarda, kesinlik sınırı her dava için ayrı ayrı belirlenir.

İhtiyarî dava arkadaşlığında, kesinlik sınırı her dava arkadaşının davası için ayrı ayrı belirlenir.

Karşılık davada, kesinlik sınırı asıl dava ve karşılık dava için ayrı ayrı belirlenir (Kuru, B.; Hukuk Muhakemeleri Usulü, C.V, İstanbul 2001, s. 4514).

Somut olayda davacılar aynı olaydan kaynaklanan zarar nedeniyle davalıya karşı olan birden fazla talebini (maddi ve manevi tazminat) aynı davada birleştirmiştir. Objektif dava birleşmesi olarak adlandırılan bu durumda taleplerin her biri ayrı dava olmakla birlikte, görünüşte tek bir hüküm bulunduğundan temyiz kesinlik sınırının tespiti için maddi ve manevi tazminat istemlerinin toplanmaları gerekmektedir. Bu durumda davacılar vekilinin temyiz talebi kesinlik sınırının üzerinde kaldığından ön sorunun bulunmadığı sonucuna varılmıştır. 

Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, davanın maddi ve manevi tazminat istemlerini içerdiği, her iki istemin davaların yığılmasına konu olsa bile her birinin ayrı dava olma özelliğini yitirmedikleri, maddi ve manevi tazminat istemlerinin ayrı kalemler olduğu, çoğu zaman tahkikat ve delillerin toplanması aşamalarında farklılıklar bulunduğu maddi ve manevi tazminata hükmedilebilme koşullarında da farklılıklar olduğu, nitekim Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 10. maddesinde; manevi tazminat davasının maddi tazminat veya parayla değerlendirilmesi mümkün diğer taleplerle birlikte açılması durumunda manevi tazminat açısından avukatlık ücretinin ayrı bir kalem olarak hükmedileceğinin belirtildiği, böyle olunca kesinlik sınırının belirlenmesinde maddi ve manevi tazminat miktarlarının ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiği görüşü ileri sürmüş ise de bu görüş yukarıda açıklanan gerekçelerle çoğunluk tarafından benimsenmemiş; ön sorun 18/04/2019 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile aşılarak işin esasının görüşülmesine geçilmiştir. 

İşin esasının incelenmesinde;

Dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bilgi ve belgelere, Daire kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, usul ve yasaya uygun olduğu tespit edilen Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın onanması gerekir.

SONUÇ : Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından harç alınmasına yer olmadığına, 18.04.2019 gününde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.

KARŞI OY

Dava, maddi-manevi tazminata ilişkindir.

Yargılama ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay Özel Dairesince yapılmıştır.

Temyiz sınırının tespitinde maddi ve manevi tazminat taleplerinin ayrı ayrı mı, yoksa toplamının mı esas alınacağı ön sorun olarak tartışılmıştır.

Sayın çoğunluk ile aramızda oluşan uyuşmazlık, bu kararların temyizi hâlinde kesinlik sınırının ne olacağı ve birden fazla dava bulunması hâlinde toplamlarının esas alınıp alınmayacağı hususudur.

Hakimin hukuki sorumluluğunu düzenleyen HMKnın 46. maddesi “...Devlet ödediği tazminat nedeniyle, sorumlu hakime ödeme tarihinden itibaren bir yıl içinde rücu eder.”

Aynı yasanın 47. maddesi ise “..- (1) Devlet aleyhine açılan tazminat davası, ilk derece ve bölge adliye mahkemesi hâkimlerinin fiil ve kararlarından dolayı, Yargıtay ilgili hukuk dairesinde; Yargıtay Başkan ve üyeleri ile kanunen onlarla aynı konumda olanların fiil ve kararlarından dolayı Yargıtay Hukuk Genel Kurulunda açılır ve ilk derece mahkemesi sıfatıyla görülür. Yargıtay ilgili hukuk dairesinin tazminat davası sonucunda vermiş olduğu kararlara ilişkin temyiz incelemesi Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca; bu Kurulun ilk derece mahkemesi sıfatıyla tazminat davası sonucunda vermiş olduğu kararlara ilişkin temyiz incelemesi ise Yargıtay Büyük Genel Kurulunca yapılır.

(2) -Devletin sorumlu hâkime karşı açacağı rücu davası, tazminat davasını karara bağlamış olan mahkemede görülür.” şeklinde düzenlenmiştir.

Yasa metninde de açıkça belirtildiği üzere Yargıtayın ilgili dairesi uyuşmazlığı ilk derece mahkemesi sıfatıyla çözecektir.

İlk derece mahkemelerince verilen kararların kanun yolu denetimini ise yine HMK 341. maddesi “- (1) İlk derece mahkemelerinden verilen nihai kararlar ile ihtiyati tedbir, ihtiyati haciz taleplerinin reddi ve bu taleplerin kabulü hâlinde, itiraz üzerine verilecek kararlara karşı istinaf yoluna başvurulabilir. 

(2) Miktar veya değeri 3.110 Türk Lirasını geçmeyen malvarlığı davalarına ilişkin kararlar kesindir. Ancak manevi tazminat davalarında verilen kararlara karşı, miktar veya değere bakılmaksızın istinaf yoluna başvurulabilir. 

(3) Alacağın bir kısmının dava edilmiş olması durumunda 3.110 Türk Liralık kesinlik sınırı alacağın tamamına göre belirlenir.

(4) Alacağın tamamının dava edilmiş olması durumunda, kararda asıl talebinin kabul edilmeyen bölümü 3.110 Türk Lirasını geçmeyen taraf, istinaf yoluna başvuramaz.

(5) İlk derece mahkemelerinin diğer kanunlarda temyiz edilebileceği veya haklarında Yargıtaya başvurulabileceği belirtilmiş olup da bölge adliye mahkemelerinin görev alanına giren dava ve işlere ilişkin nihai kararlarına karşı, bölge adliye mahkemelerine başvurulabilir.” şeklinde hüküm altına almıştır.

Aynı yasanın temyizi düzenleyen 361. maddesi “- (1) Bölge adliye mahkemesi hukuk dairelerinden verilen temyizi kabil nihai kararlar ile hakem kararlarının iptali talebi üzerine verilen kararlara karşı tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içinde temyiz yoluna başvurulabilir.

(2) Davada haklı çıkmış olan taraf da hukuki yararı bulunmak şartıyla temyiz yoluna başvurabilir.” demektedir. 

Temyiz edilemeyen kararlar başlığı ile 362. madde ise “- (1) Bölge adliye mahkemelerinin aşağıdaki kararları hakkında temyiz yoluna başvurulamaz:

a) Miktar veya değeri 41.530 Türk Lirasını (bu tutar dâhil) geçmeyen davalara ilişkin kararlar.

b) 4 üncü maddede gösterilen davalar ile (23/6/1965 tarihli ve 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunundan doğup taşınmazın aynına ilişkin olan davalar hariç) özel kanunlarda sulh hukuk mahkemesinin görevine girdiği belirtilen davalarla ilgili kararlar.

c) Yargı çevresi içinde bulunan ilk derece mahkemeleri arasındaki yetki ve görev uyuşmazlıklarını çözmek için verilen kararlar ile merci tayinine ilişkin kararlar. 

ç) Çekişmesiz yargı işlerinde verilen kararlar.

d) Soybağına ilişkin sonuçlar doğuran davalar hariç olmak üzere, nüfus kayıtlarının düzeltilmesine ilişkin davalarla ilgili kararlar.

e) Yargı çevresi içindeki ilk derece mahkemeleri hâkimlerinin davayı görmeye hukuki veya fiilî engellerinin çıkması hâlinde, davanın o yargı çevresi içindeki başka bir mahkemeye nakline ilişkin kararlar.

f) Geçici hukuki korumalar hakkında verilen kararlar.

(2) Birinci fıkranın (a) bendindeki kararlarda alacağın bir kısmının dava edilmiş olması durumunda, 41.530 Türk Liralık kesinlik sınırı alacağın tamamına göre belirlenir. Alacağın tamamının dava edilmiş olması hâlinde, kararda asıl talebinin kabul edilmeyen bölümü 41.530 Türk Lirasını geçmeyen tarafın temyiz hakkı yoktur. Ancak, karşı taraf temyiz yoluna başvurduğu takdirde, diğer taraf da düzenleyeceği cevap dilekçesiyle kararı temyiz edebilir.” şeklinde düzenlenmiştir.

Bu yasal düzenlemeleri birlikte değerlendirdiğimizde;

1- Davaya ilk derece mahkemesi sıfatıyla bakılmıştır.

2- Hüküm altına alınan miktar maddi- manevi tazminata ilişkindir.

3- İlk derece mahkemesinde hüküm altına alınan manevi tazminat, miktara bakılmaksızın kanun yolu denetimine tabidir.

4- Hüküm altına alınan miktarı Devlet ilgili hakime rücu eder.

5- Miktar sınırlaması İstinaf mahkemesince verilen kararlarda bulunmaktadır.

6- Hukuk Genel Kurulu, somut olayda kanun yolu denetimi yapmaktadır.

7- Bölge Adliye Mahkemelerince verilen kararların temyizi mümkündür.
Bu ilkeleri belirledikten sonra somut olaya döndüğümüzde; İlk derece mahkemelerince verilen nihai kararların hukuki denetim mercii olarak istinaf mahkemeleri gösterilmiş, istinaf mahkemelerinden verilen kararlar için ise Yargıtay hukuki denetim makamı olarak belirlenmiştir.

Ne var ki Yargıtay ilgili dairesince ilk derece mahkemesi sıfatıyla çözüme kavuşturulan uyuşmazlıkların hukuki denetiminde kesinlik sınırına ilişkin açık bir düzenleme getirilmemiştir. İşte bu nedenle somut uyuşmazlık ile hüküm altına alınan miktarın kanun yolu denetiminin mümkün olup olmadığı tartışma konusu olmuştur.
Yasalarda açıkça hüküm bulunmayan hallerde, gerekmesi halinde hakim kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir düzenleme getirecek idiyse o şekilde yorum yapmak suretiyle bir çözüm üretmek zorundadır.

Hakim çözüm üretirken, (yasaları yorumlarken) işin niteliğine uygun yorum yapmalıdır.

İşin niteliği,yasa yolu denetimidir. Asıl olan ilk derece mahkemelerince verilen manevi tazminata ilişkin kararların miktara bakılmaksızın yasa yolu denetimine tabi tutulmasıdır.

Yasa koyucu hakimlerin verdiği kararlar nedeniyle açılacak tazminat davalarında ilgili Yargıtay özel dairesini görevli kılmak suretiyle daha iyi, daha güvenli bir yargılama yapılmasını garanti altına almak istemiştir. Daha güvenli bir yargılamayı amaçlayan yasa koyucunun verilen kararı hukuki denetim dışında tutmak istemesi düşünülemeyecektir. Sıradan vatandaşların ilk derece mahkemesince, yargılaması sonucu hüküm altına alınan manevi tazminat istekleri miktara bakılmaksızın yasa yolu denetimine tabi tutulurken, somut olayın bu denetimden mahrum bırakılması her şey bir yana “yargı organları önünde eşitlik” prensibine de aykırı düşeceği gibi hak arama hürriyetinin de kısıtlanması niteliğinde olacaktır.

Yasa yolu denetiminin bir üst mahkemece yapılması gerektiği hususunda şüphe yoktur. O nedenle ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay özel dairesince verilen kararın denetim makamının istinaf mahkemesi olmayıp Hukuk Genel Kurulu olacağı izahtan varestedir.

Diğer yandan mahkemeye erişim hakkı ilgililerin en kutsal haklarından birisidir. Hakim yapacağı yorumlarda bunu dahi gözden uzak tutmamalıdır. Asıl olan verilen kararların yasa yoluna tabi tutulmasıdır. Bunun aksi ancak yasal düzenlemeyi gerektirir. Yukarıda belirtilen yasa maddelerinde de açıklandığı üzere ilk derece mahkemelerince verilen manevi tazminata ilişkin kararların üst mahkemece denetimini engelleyen bir hüküm bulunmadığı gibi aksine miktara bakılmaksızın denetime tabi tutulmuştur.

Temyiz denetimi açısından bu açıklamaları yaptıktan sonra, maddi ve manevi tazminat davalarının birlikte açılması halinde temyiz sınırının tespitinde her iki davanın toplamının esas alınıp alınmayacağı tartışmasına gelince; bilindiği üzere 6100 sayılı HMK’nın 110. maddesi Davaların yığılması başlığıyla davacının birbirinden bağımsız birden fazla talebini aynı davalıya karşı aynı dava dilekçesinde ileri sürebileceğini düzenlemiştir. İlgili, bu bağımsız taleplerini ayrı ayrı dava konusu yapabilecektir. Ayrı ayrı dava konusu yapıldığında temyiz kesinlik sınırı her talep için ayrı değerlendirilecektir. Ayrı açılan davalar birleştirilse dahi her dava bağımsız kimliğini koruduğu için hükmün dahi ayrı ayrı kurulması gerektiğinden temyiz inceleme sınırı dahi ayrı belirlenecektir.

Yasalar ve yargı mercileri önünde herkes eşittir. Bu nedenle aynı usul kurallarına tabi olmaları gerekir. Davacının birden fazla talebini aynı dava dilekçesinde dava konusu yapması halinde toplam bedel temyiz sınırının üzerinde olacakken, ayrı davalara konu yapması halinde temyiz sınırının altında kalabilecektir. Yine ihtiyari dava arkadaşlığında da toplam taleplerin esas alınması halinde, ayrı ayrı dava açanlar ile temyiz sınırı farklı olacağı için ayrı dava açan temyize gelemezken birlikte dava açanlar gelebilecektir. Bu dahi kanun önünde eşitlik prensibine aykırı olacaktır.

Yine her hangi bir mahkeme elindeki davaya başka bir mahkeme sıfatıyla bakıyorsa, hangi sıfatla işe bakıyorsa üstlendiği sıfatın tabi olduğu usul hukukuna tabidir. Örneğin asliye hukuk mahkemesi elindeki işe tüketici mahkemesi sıfatıyla bakıyorsa, uygulayacağı yargılama usulü basit yargılama usulüdür. Yasa yolu aşamasında bu usul değişmez. Yargıtay da elindeki işe ilk derece mahkemesi sıfatıyla baktığına göre uygulayacağı hükümler ilk derece mahkemesinin uygulayacağı hükümlerdir. Yasa yolu aşamasında bu hükümler değişmez. Yani bu aşamada istinaf mahkemelerinin tabi olduğu yasa yolu hükümleri uygulanamaz. Yasa yolunda da ilk derece mahkemelerinin tabi olduğu hükümler uygulanmalıdır.

Bu açıklamalar sonucunda, ön sorun açısından ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay ilgili dairesince verilen manevi tazminata ilişkin kararların yasa yolu denetiminde miktar sınırlamasına tabi tutulamayacağı, maddi tazminat açısından da ilk derece mahkemesi temyiz sınırına tabi olduğu, bu bakımdan her halükarda temyiz yolunun açık olduğu, aksi yorumun işin niteliğine, yasa ve yargı önünde eşitlik prensibine aykırı, hakka ve hakka ulaşımı engelleyici nitelikte olacağı, bu nedenle işin esasına girilerek inceleme yapılması gerektiği kanaatinde olup sayın çoğunluğun toplam değer esas alınmak suretiyle temyiz yolunun açık olduğu sonucuna uluşması yönündeki görüşüne katılmıyorum. 

Hasan KAYA
ÜYE

BİLGİ : Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nda bulunan 19 üyenin 12'si ÖN SORUN YOK, 7'i ise ÖN SORUN VAR yönünde oy kullanmışlardır.

 

AYNI YÖNDE KARAR:

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

ESAS NO      : 2019/(21)10-768
KARAR NO   : 2021/361

T Ü R K   M İ L L E T İ   A D I N A

Y A R G I T A Y   İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ              : 
İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesi
TARİHİ                        : 12/09/2019
NUMARASI                : 2019/1532 - 2019/1858
DAVACI                      : R.B. vekili Av. U.B.K.
DAVALI                      : S. Sanayi Makine ve Aksesuarları Ticaret Ltd. Şti. vekili Av. O.Y.

1. Taraflar arasındaki “maddi ve manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesince davacı vekilinin istinaf isteminin esastan reddine dair verilen karar, davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesince Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.

2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ

Davacı İstemi:  

4. Davacı vekili dava dilekçesinde; müvekkilinin 16.02.1998 tarihinden itibaren davalı şirket bünyesinde teknisyen olarak çalıştığını, uzun süre gürültülü ortamda çalıştığı için işitme kaybı ortaya çıktığını, davacıya veya diğer çalışanlara iş güvenliği eğitimleri verilmediği gibi kulaklık vs. gibi koruyucu ekipmanların da temin edilmediğini, davalı işverenin kusuru neticesinde müvekkilinin meslek hastalığına maruz kaldığını, bu durumun ekonomik geleceğini etkilediğini, bedeni üzerinde kalıcı hasar bıraktığını belirterek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 50.000 TL maddi, 50.000 TL manevi tazminatın davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalı Cevabı:

5. Davalı S. Sanayi Makine ve Aksesuarları Ticaret Ltd. Şti. vekili cevap dilekçesinde; Sosyal Güvenlik Kurumunun (SGK/Kurum) emsal raporuna göre ortada meslek hastalığı olmadığının sabit olduğunu, şirketin iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınması gereken tüm önlemleri aldığını, davacının işitme kaybının müvekkil şirkette yürütülen işin sonucu ortaya çıkmadığını, işitme kaybına ilişkin bir rahatsızlık şikayeti bildirmediğini, talep edilen maddi ve manevi tazminatın hukuki dayanaktan yoksun olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

İlk Derece Mahkemesi Kararı:

6. Bakırköy 2. İş Mahkemesinin 03.10.2017 tarihli ve 2012/899 E., 2017/268 K. sayılı kararı ile; Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunun 22.2.2017 tarihli raporunda; “Rıza B.’ın bilateral işitme hastalığının meslek hastalığı olduğu, ancak çalışma gücü ve meslekte kazanma gücü kaybı oranı tespit işlemleri yönetmeliği muvacehesinde maluliyetine neden olacak düzeyde olmadığından maluliyet tayinine gerek olmadığı” mütalaa olunduğu, Kurum ve Adli Tıp Kurumu tarafından verilen raporlarda davacının işitme kaybından dolayı sürekli işgöremezlik durumu ile ilgili bir rapor ve oran verilmediği, rahatsızlığın iddia olunduğu gibi çalışma ortamından olduğu (olmadığı) ve maddi tazminatı gerektirmediği, davacının hizmet döküm cetvelinde davalı işyerinde 14.01.2013 tarihine kadar sigortalı olarak çalışması bulunduğundan dava konusu işitme kaybı nedeniyle ve çalışma şartları itibariyle manevi tazminat yönünden 1.000 TL manevi tazminat isteminin kabulüne, maddi tazminat isteminin reddine karar verilmiştir.

Bölge Adliye Mahkemesi Kararı:

7. Bakırköy 2. İş Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı taraf vekillerince süresi içinde istinaf kanun yoluna başvurulmuştur.

8. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesinin 10.05.2018 tarihli ve 2017/3032 E., 2018/803 K. sayılı kararı ile; maluliyet oranı % “0” olsa dahi, davacının meslek hastalığı neticesinde vücut bütünlüğünün zarara uğramış olduğu, Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 56. maddesinde belirtilen bedensel bütünlüğün zedelenmesi koşulunun somut olayda gerçekleştiği, bu nedenle tarafların SGK inceleme raporunda belirlenen kusur oranlarına, ekonomik sosyal durumlarına göre mahkemece manevi tazminata hükmedilmesinin dosya kapsamına uygun olduğu gerekçesiyle davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine kesin olarak; davacı vekilince 06.10.2017 tarihinde sunulan süre tutum dilekçesi ile istinaf başvurusunda bulunulduğu, istinaf sebeplerinin ve gerekçesinin ise gerekçeli kararının kendilerine tebliği sonrası sunulan ayrıntılı istinaf dilekçesinde gösterildiği, ancak bu ayrıntılı istinaf dilekçesinin gerekçeli kararın kendilerine tebliğ edildiği 08.11.2017 tarihinden itibaren iş mahkemeleri için öngörülen 8 günlük yasal sürenin geçmesinden sonra 22.11.2017 tarihinde sunulmuş olduğu, bu cihetle süresinde sunulmuş usulüne uygun istinaf başvuru dilekçesinden bahsedilemeyeceği, ilk derece mahkemesi kararında kamu düzenine de aykırılık bulunmadığı anlaşıldığından, davacı vekilinin istinaf başvuru talebinin esastan reddine karar verilmiştir.

Özel Daire Bozma Kararı:

9. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.

10. Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 09.04.2019 tarihli ve 2018/4159 E., 2019/2770 K. sayılı kararı ile; “.. Dava, sigortalının iş kazasından sürekli iş göremezliğe uğraması nedeniyle sigortalının maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.

Mahkemece, maddi tazminat istemi yönünden davanın reddine, manevi tazminat yönünden ise davanın kısmen kabulüne karar verilmiş, Bölge Adliye Mahkemesince davalı istinaf dilekçesinin esası incelenerek istinaf başvurunun esastan reddine karar verilmişken; davacının istinaf başvurusunun gerekçelerinin yasal süre içerisinde bildirilmediğinden incelenemeyeceği, kamu düzenine de aykırılık bulunmadığından davalı istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.

Bilindiği üzere karar tarihinde yürürlükte bulunan 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunun 8/2. maddesine “İstinaf yoluna başvurma süresi, karar yüze karşı verilmişse nihaî kararın taraflara tefhimi, yokluklarında verilmiş ise tebliği tarihinden itibaren sekiz gündür”. Aynı Kanunun 15. maddesine göre ise bu Kanunda açıklık bulunmıyan hallerde Hukuk Muhakemeleri Kanunun hükümleri uygulanıcağına işaret edilmiştir.

01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK’nın 321. maddesinin 2. fıkrasına göre ise kararın tefhimi için hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanamadığı ve bu nedenle zorunlu olarak hüküm özetinin tefhim edildiği hallerde, gerekçeli kararın en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkartılması gerekir. Bu hüküm doğrultusunda, hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte tefhim edilmediği hallerde gerekçeli kararın taraflara tebliği zorunludur (Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’nın (İkinci Bölüm) 20.03.2014 gün ve 2012/1034 Başvuru sayılı kararı da aynı yöndedir).

Mahkemece, taraflara tefhim edilen kısa kararda (hüküm özeti) hükmün tüm unsurları yer almakla birlikte kararın gerekçesinin tefhim edilememesi halinde temyiz süresi gerekçeli kararın tebliğinden itibaren başlar. Ancak, hüküm tüm unsurları ve gerekçesi ile birlikte tefhim edilmiş ise artık hükmün HMK’nın 321/2 maddesine göre usulüne uygun ve eksiksiz bir biçimde tefhim edildiği kabul edilir ve temyiz süresi tefhim tarihinden itibaren başlar. 5521 sayılı Kanun‘un 8. maddesinde yer alan ve temyiz süresinin başlangıcına esas alınan tefhim kavramının “hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklandığı hal“ olarak anlaşılması zorunludur.

Tarafların, gerekçeli karar tebliğ edilmeden önce, temyiz süre tutum dilekçesi veye gerekçeli temyiz dilekçesi sunmak suretiyle kararı temyiz ettikleri hallerde dahi, kararın gerekçesini dikkate alarak yeni temyiz gerekçelerine dayanmaları mümkün olduğundan, bu gibi hallerde bile gerekçeli kararın taraflara tebliği gerekir.

Davanın tümden kabul veya tümden reddedildiği hallerde, reddedilen bir talebi bulunmadığından davacının veya davacı yararına kurulan bir hüküm bulunmadığından davalının kararı temyizde ilke olarak hukuki yararı bulunmadığı kabul edilmekte ise de tarafların kararın gerekçesini temyiz etme hakları bulunduğundan gerekçeli karar taraflara tebliğ edilmelidir.

Nitekim davacı ve davalı vekilinin kararın tefhiminden itibaren yasal süresi içerisinde sundukları istinaf yoluna başvurularına dair süre tutum dilekçeleri ile kararı istinaf ettiklerini beyan ettikleri anlaşılmaktadır.

Öte yandan 6100 sayılı HMK’da istinaf gerekçelerinin bildirilmesi için ve yine Bölge Adliye Mahkemesinin istinaf incelemesinin süresini sınırlandıran bir hukuki düzenleme yer almamaktadır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 19/09/2018 tarih ve 2018/9-584 E- 2018/1332 K sayılı ilamında da belirtildiği üzere;

1982 Anayasasının “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36’ncı maddesi uyarınca, “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”Ayrıca Anayasanın 90’ıncı maddesinin son fıkrasında usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmaların kanun hükmünde olduğu, bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacağı ifade edilmiştir.

Bu bağlamda ülkemizin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) 6’ncı maddesinde adil yargılanma hakkı ayrıntılı yer almış olup, gerek Anayasa gerekse AİHS düzenlemelerine koşut olarak da 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 27’nci maddesinde hukuki dinlenilme hakkı düzenlenmiştir.

HMK'nın 27’nci maddesi uyarınca;

"(1) Davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahiptirler.

(2) Bu hak;

a) Yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını,

b) Açıklama ve ispat hakkını,

c) Mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini, içerir".

Hukuki dinlenilme hakkı çoğunlukla "iddia ve savunma hakkı" olarak bilinmektedir. Ancak bu hak iddia ve savunma hakkı kavramına göre daha geniş ve üst bir kavramdır.

Hakkın temel unsurları maddede tek tek belirtilmiş, böylece uygulamada bu temel yargısal hak konusundaki tereddütlerin önüne geçilmesi amaçlanmıştır.

Bunlardan ilki “bilgilenme hakkı” dır. Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerek karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir. Hak sahibinin kendisi ile ilgili yargılama ve yargılamanın içeriği hakkında tam bir şekilde bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. Tarafın bilgi sahibi olmadığı işlemler, belge ve bilgiler yargılamada esas alınamaz. Bilgilenmenin şekli bakımından, hukuki dinlenilme hakkına uygun davranılmalı, ilgilinin bilgilenmesi şeklen değil, gerçek anlamda sağlanmaya çalışılmalıdır.

Bu hakkın ikinci unsuru, “açıklama ve ispat hakkı”dır. Taraflar, yargılamayla ilgili açıklamada bulunma, bu çerçevede iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahiptirler. Her iki taraf da bu haktan eşit şekilde yararlanırlar. Bu durum "silahların eşitliği ilkesi" olarak da ifade edilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) adil yargılanma hakkını düzenleyen 6’ncı maddesinin birinci bendinin ilk cümlesinde yer alan silahların eşitliği ilkesi, yine AİHS’ne göre, mahkeme önünde sahip olunan hak ve vecibeler bakımından taraflar arasında tam bir eşitliğin bulunması ve bu dengenin bütün yargılama boyunca korunmasıdır. Başka bir deyişle, silahların eşitliği ilkesi, davanın taraflarından birini diğeri karşısında avantajsız bir duruma düşürmeyecek şekilde her iki tarafın deliller de dâhil olmak üzere, iddia ve savunmasını ortaya koymak için makul bir olanağa sahip olması, tarafların denge içinde olması demektir. Söz konusu ilke tarafların usulüne uygun olarak mahkemenin önüne gelmelerini sağlayan tebligat işlemi açısından da önemlidir. Çünkü ancak hukuka uygun bir usulde gerçekleşen tebligat üzerine, durumdan haberdar olan taraflar iddia ve savunmalarını eşit şekilde yapabileceklerdir.

Hukuki dinlenilme hakkının üçüncü unsuru, “tarafların iddia ve savunmalarını yargı organlarının tam olarak dikkate alıp değerlendirmesi”dir. Bu değerlendirmenin de karar gerekçesinde yapılması gerekir (6100 sayılı HMK’nın gerekçesi m. 32). Yargılama bakımından, sadece bir tarafın dinlenip diğerinin dinlenmemesi, tek yönlü karar verilmesi demektir. Yargılamada yer alan taraflar yargılamanın objesi değil, süjesidir. Hukukî dinlenilme hakkı doğru karar verilmesinin garantisidir; bu nedenle, haksızlığa karşı koyabilme imkânı tanır. Bu hak, hukuk devletinin, insan onurunun korunması ve eşitlik ilkesinin, hak arama özgürlüğünün, adil yargılanma hakkının bir gereğidir.

Bütün bu açıklamalar doğrultusunda, Bölge Adliye Mahkemesinin istinaf başvurusunu incelediği 10/05/2018 tarihi itibariyle dosya kapsamına girmiş ve kararın tebliği tarihinden itibaren de makul bir süre içerisinde sunulmuş bulunan, davacı istinaf isteminin gerekçelerini içeren dilekçesi incelenmek suretiyle, davalının istinaf talebinde olduğu gibi, davacının istinaf talebi yönünden de işin esasına geçilmek suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde davacı istinaf başvurusunun gerekçelerinin süresinde ibraz edilmemesi ve kamu düzenine bir aykırılık da olmadığına işaretle davacı istinaf isteminin esastan reddine karar verilmesi hatalı olmuştur.

Bölge Adliye Mahkemesince yapılacak iş, davacı vekilinin gerekçeli istinaf sebeplerinin makul süre içerisinde sunulduğu değerlendirmek suretiyle gerekçeli istinaf başvurusu hakkında bir karar vermekten ibarettir.

O halde, davacı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve davacı vekilinin bu aşamada temyiz itirazlarının sair yönleri incelenmeksizin Bölge Adliye Mahkemesince verilen hüküm bozulmalıdır..” gerekçesi ile kararın bozulmasına karar verilmiştir.

Direnme Kararı:

11. İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 26. Hukuk Dairesinin 12.09.2019 tarihli ve 2019/1532 E., 2019/1858 K. sayılı kararı ile; Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK/6100 sayılı Kanun) 345. maddesinde ve yine hüküm tarihinde yürürlükte olan 5521 sayılı mülga İş Mahkemeleri Kanunu'nun (5521 sayılı Kanun) 8. maddesinde belirlenen istinaf başvuru süresinin kesin sürelerden olduğu, bu sürelerde hâkime takdir yetkisi tanınmadığı gibi sürenin uzatılıp kısıltılmasının da mümkün olmadığı, Kanunda konulan kesin sürelerin her olayda ve davanın her iki tarafı için de aynı şekilde uygulanması gerektiği, Yargıtay bozma ilamında makul süre içinde sunulduğundan bahisle istinaf başvurusunun incelenmesi gerektiği belirtilmişse de, makul süreden neyin anlaşılması gerektiğinin açık olmadığı gibi Kanunun emredici hükümlerine de aykırı olduğu, davacı vekilinin yasada belirlenen 8 günlük süre geçtikten sonra dilekçeyi sunmuş olması nedeni ile süresinde sunulmuş usulüne uygun istinaf başvuru dilekçesinin bulunmadığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme Kararının Temyizi:

12. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK

13. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilk derece mahkemesi kararının tefhimi üzerine süre tutum dilekçesi ile istinaf yoluna başvurulan eldeki davada; gerekçeli istinaf dilekçesinin ilk derece mahkemesi kararının tebliğinden itibaren 8 günlük istinaf süresi geçtikten sonra sunulduğu gözetildiğinde gerekçeli istinaf dilekçesinin makul sürede verildiğinin kabul edilip edilemeyeceği ve buradan varılacak sonuca göre 6100 sayılı Hukuk Muhakameleri Kanunu’nun (HMK) 355. maddesine göre yapılan istinaf incelemesinde dikkate alınıp alınamayacağı noktasında toplanmaktadır.

III. 1. ÖN SORUN

14. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında; davacı vekili dava dilekçesinde, fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak 50.000 TL maddi, 50.000 TL manevi tazminat talep etmiş, ilk derece mahkemesince; maddi tazminat talebinin reddine, 1.000 TL manevi tazminat talebinin kabulüne karar verilmiştir. Tarafların istinaf yoluna başvurması üzerine Bölge Adliye Mahkemesi tarafından tarafların istinaf başvuruları esastan reddedilmiştir. (davalı tarafın kesin olarak) Özel Dairece Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozularak ortadan kaldırılması sonrası Bölge Adliye Mahkemesince 12.09.2019 tarihinde direnme kararı verilmiş olup kararın verildiği 12.09.2019 tarihinde, temyiz (kesinlik) sınırı HMK’nın 362. maddesi gereğince 58.800,00 TL olduğu gözetildiğinde, temyizde kesinlik sınırının belirlenmesinde hükmedilen maddi ve manevi tazminat tutarlarının ayrı ayrı mı yoksa toplamlarının mı dikkate alınması gerektiği, burada varılacak sonuca göre davacı yönünden hükmedilen maddi ve manevi tazminat miktarı yönünden temyize konu edilen kararın miktar itibari ile temyizi kabil nitelikte olup olmadığı hususu ön sorun olarak tartışılmış ve değerlendirilmiştir.

15. Ön sorunun çözümü için konu ile ilgili kavramların ve yasal düzenlemelerin incelenmesinde fayda bulunmaktadır.

16. HMK’nın “Davaların yığılması” kenar başlıklı 110. maddesinde;

“Davacı, aynı davalıya karşı olan, birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini, aynı dava dilekçesinde ileri sürebilir. Bunun için, birlikte dava edilen taleplerin tamamının aynı yargı çeşidi içinde yer alması ve taleplerin tümü bakımından ortak yetkili bir mahkemenin bulunması şarttır.” amir hükmüne yer verilmiştir.

17. Gerekçesi açısından bugün de geçerliliğini koruyan 07.02.1945 tarihli ve 1944/19E.,1945/4 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere; dava dilekçesinin talep sonucu bölümünde davacı, neye karar verilmesini (başka bir ifade ile davalının neye mahkum edilmesini) istediğini açıkça yazar. Kuşkusuz talebin birden fazla kalemleri kapsaması hâlinde de davacının talep sonucu, asıl talep ve yardımcı (fer'i) talepler olmak üzere iki bölümden oluşur. Davacının birden fazla davasını aynı dava dilekçesi ile açması hâlinde, bu durum "objektif dava birleşmesi" olarak tanımlanır ve davacının, her davaya ait talep sonucunu açıkça ve ayrı ayrı göstermesi gerekir (Kılıç, Açıklamalı İçtihatlı Hukuk Muhakemeleri Kanunu, Ankara 2011, C.I, s. 1454).

18. Doktrinde objektif dava birleşmesi ya da kümülatif dava yığılması olarak adlandırılan bu kurum, HMK’da “davaların yığılması” terimi benimsenerek düzenlenmiştir. Davaların yığılmasının usul ekonomisine ve çelişkili kararlar verilmesini engellemeye hizmet ettiği kabul edilmektedir.

19. Davacının aynı davalıya karşı olan birbirinden bağımsız birden fazla talebini, aralarında bir derecelendirme ilişkisi yani aslilik-fer’ilik ilişkisi kurmadan aynı dava dilekçesinde ileri sürmesine davaların yığılması denir. Bu dava çeşidinde taleplerin tümü birbirinden bağımsız, eş değer ve aynı derecede öneme sahiptir. Her bir talep farklı edimlerin gerçekleştirilmesine yönelmiştir.

20. Davaların yığılması söz konusu olduğunda, görünüşte tek dava, gerçekte ise talep sayısınca dava mevcuttur. Her bir talep için dava dilekçesinde vakıaların ayrı ayrı belirtilmesi ve ispat edilmesi gerekir. Mahkeme de her bir talep hakkında ayrı ayrı inceleme yapacaktır, taleplerden birinin kabulüne diğerinin ise reddine karar verebilir. Yani, görünüşte tek hüküm, gerçekte ise talep sayısınca hüküm mevcuttur. Mahkeme, taleplerin tümü hakkında ayrı ayrı karar vermek ve bunları hüküm fıkrasında göstermek zorundadır. Mahkemenin, taleplerin tümü hakkında tek ve aynı şekilde karar verme zorunluluğu yoktur. Dava şartları, her bir talep bakımından ayrı ayrı belirlenir (Pekcanıtez Usul, Medeni Usul Hukuku, C. II, İstanbul 2017, s. 1093 ).

21. Önemle vurgulanmalıdır ki; kesinlik sınırının belirlenmesi kamu düzenindendir ve kesinlik sınırı belirlenirken davanın değeri esas alınır. Davanın değeri ise genel anlamıyla, bir davadaki taleplerin toplamıdır.

22. Birleştirilen davalarda, kesinlik sınırı her dava için ayrı ayrı belirlenir (Kuru B., Hukuk Muhakemeleri Usulü, C.V, İstanbul 2001, s. 4514).

23. İhtiyarî dava arkadaşlığında, kesinlik sınırı her dava arkadaşının davası için ayrı ayrı belirlenir (Kuru, B.; s. 4514).

24. Karşılık davada, kesinlik sınırı asıl dava ve karşılık dava için ayrı ayrı belirlenir (Kuru, B.; s. 4514).

25. Somut olayda davacı aynı olaydan kaynaklanan zarar nedeniyle davalıya karşı olan birden fazla talebini (maddi ve manevi tazminat) aynı davada birleştirmiştir. Objektif dava birleşmesi olarak adlandırılan bu durumda taleplerin her biri ayrı dava olmakla birlikte, görünüşte tek bir hüküm bulunduğundan temyizde kesinlik sınırının tespiti için temyiz edilen maddi ve manevi tazminat tutarlarının toplamları esas alınmalıdır.

26. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, davanın maddi ve manevi tazminat istemini içerdiği, her iki istemin davaların yığılmasına konu olsa bile, her birinin ayrı dava olma özelliğini yitirmediği, maddi ve manevi tazminat istemlerinin ayrı kalemler olduğu, çoğu zaman tahkikatlarının ve delillerinin toplanma aşamalarında da farklılık bulunduğu, maddi ve manevi tazminata hükmedilebilme koşullarında da farklılık olduğu, maddi ve manevi tazminat taleplerinin iki ayrı dava olduğu, kesinlik sınırının belirlenmesinde maddi ve manevi tazminat miktarlarının ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiği belirtilmişse de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından yukarıda açıklanan nedenlerle benimsenmemiştir.

27. Hâl böyle olunca yukarıda belirtilen sebeplerle; aynı olaydan kaynaklanan davalarda temyizde kesinlik sınırının belirlenmesinde maddi ve manevi tazminat istemlerinin toplamlarının dikkate alınması gerektiği, bu nedenle aleyhine reddedilen maddi ve manevi tazminat miktarlarının toplamı yönünden davacı vekili tarafından temyize konu edilen kararın miktar itibari ile temyizi kabil nitelikte olduğuna karar verilmiş, birinci ön sorun 18.03.2021 tarihinde yapılan ilk görüşmede oy çokluğuyla aşılmıştır.

IV. 2. ÖN SORUN

28. Hüküm tarihinde yürürlükte bulunan 30.01.1950 tarihli ve 5521 sayılı mülga İş Mahkemeleri Kanunu'nun 02.03.2005 tarihli ve 5308 sayılı Kanun’un 1. maddesi ile değişik 8. maddesine gereğince iş mahkemelerince verilen kararların yasal temyiz süresinin 8 gün olduğu, yerel mahkemece 03.10.2017 tarihinde verilen kısa kararda ve 27.10.2017 tarihinde yazılan gerekçeli kararda temyiz süresinin “..8 gün içinde Bölge Adliye Mahkemelerinde istinaf yolu açık olmak üzere..” olarak belirtilmesine rağmen 08.11.2017 tarihinde tebliğ edilen gerekçeli karar tebliğ zarfında “..tebliğden itibaren iki haftalık kesin süre içinde istinaf başvuru dilekçenizi sunmanız ihtar olunur..” ibaresi mevcut olduğu ve iş mahkemelerinde kanun yoluna başvuru süresini iki haftaya çıkaran 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 25.10.2017 tarihinde yürürlüğe girdiği gözetildiğinde, davacı vekiline gerekçeli karar 08.11.2017 tarihinde tebliğ edildikten sonra davacı vekili tarafından 22.11.2017 tarihinde gerekçeli istinaf dilekçesi sunulduğu nazara alındığında, davacı vekilinin kararın tebliğinden 8 gün geçtikten sonra 14. gün verdiği gerekçeli istinaf dilekçesinin süresinde olup olmadığı ve HMK ‘nın 355. maddesine göre yapılan istinaf incelemesinde dikkate alınıp alınamayacağı hususu ön sorun olarak tartışılmıştır.

29. Öncelikle konuya ilişkin yasal düzenlemelerin irdelenmesinde fayda bulunmaktadır.

30. Özel Kanun niteliğinde olan ve hüküm tarihinde yürürlükte bulunan 30.01.1950 tarihli ve 5521 sayılı mülga İş Mahkemeleri Kanunu'nun 02.03.2005 tarihli ve 5308 sayılı Kanun’un 1. maddesi ile değişik 8. maddesinde :

"İş mahkemelerince verilen nihai kararlara karşı istinaf yoluna başvurulabilir. Şu kadar ki, para ile değerlendirilemeyen dava ve işler hakkındaki kararlar hariç, miktar veya değeri üç bin Türk lirasını geçmeyen davalar hakkındaki nihai kararlar kesindir.

İstinaf yoluna başvurma süresi, karar yüze karşı verilmişse nihai kararın taraflara tefhimi, yokluklarında verilmiş ise tebliği tarihinden itibaren sekiz gündür.

Bölge adliye mahkemesinin para ile değerlendirilmeyen dava ve işler hakkındaki kararları ile miktar veya değeri kırk bin Türk lirasını geçen davalar hakkındaki nihai karalara karşı tebliğ tarihinden başlayarak sekiz gün içinde temyiz yoluna başvurulabilir." (24.11.2016 tarihli ve 6763 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle “beşbin lirayı” ifadesi “kırk bin Türk lirasını” şeklinde değiştirilmiştir.) düzenlemesi mevcut olup iş yargılamasının kısa sürede tamamlanması amacıyla temyiz süresi sekiz gün olarak belirlenmiştir.

31. Hüküm tarihinden sonra 25.10.2017 tarihinde yürürlüğe giren 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu'nun 7. maddesi ise :

“(1) İş mahkemelerinde basit yargılama usulü uygulanır.

(2) Davaların yığılması hâlinde, her bir talebe ilişkin vakıalar bakımından ispat yükü ve deliller ayrı ayrı değerlendirilir.

(3) 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun kanun yollarına ilişkin hükümleri, iş mahkemelerince verilen kararlar hakkında da uygulanır.

(4) Kanun yoluna başvuru süresi, ilamın taraflara tebliğinden itibaren işlemeye başlar.

(5) Kanun yoluna başvurulan kararlar, bölge adliye mahkemesi ve Yargıtayca ivedilikle karara bağlanır.” düzenlemesi ile kanun yolu süresini HMK ile uyumlu hâle getirmiştir.

32. Ayrıca 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun “Geçiş hükümleri” kenar başlıklı Geçici 1. maddesinin 4. fıkrasında “İlk derece mahkemeleri tarafından bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce verilen kararlar, karar tarihindeki kanun yoluna ilişkin hükümlere tabidir.” hükmü ile ilk derece mahkemesinin karar tarihi kanun yoluna başvuru süresini belirlemede esas alınmıştır.

33. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)’nın “Hak arama hürriyeti” kenar başlıklı 36. maddesinin 1. fıkrası “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” şeklindedir.

34. Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” kenar başlıklı 40. maddesinde;

“Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.

Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.

Kişinin, resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.” düzenlemesine yer verilmiştir.

35. 03.10.2001 tarihinde kabul edilen 4709 sayılı Kanun’un 16. maddesi ile Anayasa’nın 40. maddesine “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.” hükmü ilave edilmiştir. Hükmün gerekçesinde; bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkan sağlanmasının amaçlandığı, son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu, merci ve sürelerin belirtilmesinin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk hâline geldiği belirtilmiştir.

36. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) “Adil yargılanma hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin 1. fıkrası ise; “Herkes medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına sahiptir.” şeklindedir.

37. Anayasa'nın 36. maddesinin 1. fıkrasında, herkesin yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddiada bulunma ve savunma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla mahkemeye erişim hakkı, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan hak arama özgürlüğünün bir unsurudur. Bu bakımdan davanın bir mahkeme tarafından görülebilmesi ve kişinin adil yargılanma hakkı kapsamına giren güvencelerden faydalanabilmesi için ilk olarak kişiye mahkemeye erişim imkânının tanınması gerekir. Diğer bir ifadeyle mahkeme erişim hakkı sağlanmazsa adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelerden yararlanmak mümkün olmaz.

38. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. Anılan maddeyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, Anayasa’nın 40. maddesi uyarınca diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir [Anayasa Mahkemesinin (AYM) 28.11.2013 tarihli ve 2013/64 E., 2013/142 K. sayılı kararı]. Bu bağlamda Anayasa’nın, devletin işlemlerinde ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmesi gerektiğini ifade eden 40. maddesinin de adil yargılanma hakkının kapsamının belirlenmesinde gözetilmesi gerektiği açıktır. Bunun yanında Anayasa’da adil yargılanma hakkının kapsamı düzenlenmediğinden bu hakkın kapsam ve içeriğinin, Sözleşme'nin 6. maddesi çerçevesinde belirlenmesi gerekir (Onurhan Solmaz, B. No: 2012/1049, 26.3.2013, § 22).

39. Adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından biri olan mahkemeye erişim hakkı, bir uyuşmazlığı mahkeme önüne taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını isteyebilmek anlamına gelmektedir (Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7.11.2013, § 52). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), mahkemeye etkili erişim hakkını “hukukun üstünlüğü” ilkesinin temel unsurlarından biri olarak kabul etmekte ve mahkemeye etkili erişim hakkının, mahkemeye başvuru konusunda tutarlı bir sistemin var olmasını ve dava açmak isteyen kişilerin mahkemeye ulaşmada açık, pratik ve etkili fırsatlara sahip olmasını gerektirdiğini ifade etmektedir. Bu sebeple hukuki belirsizliklerin ya da uygulamadaki belirsizliklerin tarafların mahkemeye erişimine zarar verdiği durumlarda bu hakkın ihlâl edildiğine karar verilmektedir (Geffre/Fransa, B. No: 51307/99, 23/1/2003, § 34).

40. Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (AYM, 28.11.2013 tarihli ve 2013/64 E., 2013/142 K.).

41. Anayasa’nın 40. maddesinin 2. fıkrasında "devletin işlemlerinde ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorunda olduğu ifade edilmiştir. Kanun koyucu, devlet organlarının tesis ettiği işlemlere karşı kanun yolları ve hangi mercilere başvuracağı ve başvuru süresi bakımından tarafların doğru bilgi sahibi olmalarını sağlayarak dağınık mevzuat karşısında hangi yola müracaat edeceğini bilmeyen yahut tereddüt eden bireylerin hak arama özgürlüğünü etkin ve sağlıklı bir şekilde kullanmaları amaçlanmıştır" ifadelerine yer vermiştir (Kommersan Kombassan Mermer Maden İşletmeleri Sanayi ve Ticaret A.Ş. ve diğerleri, B. No: 2013/7114, 20/1/2016, § 35-36-50).

42. Dava açma ya da kanun yollarına başvuru için belli sürelerin öngörülmesi, bu süreler dava açmayı imkânsız kılacak ölçüde kısa olmadıkça hukuki belirlilik ilkesinin bir gereğidir ve mahkemeye erişim hakkına aykırılık oluşturmaz. Ne var ki öngörülen süre koşullarının açıkça hukuka aykırı olarak yanlış uygulanması ya da yanlış hesaplanması nedeniyle kişiler, dava açma ya da kanun yollarına başvurma hakkını kullanamamışsa mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğini kabul etmek gerekir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Osu/İtalya, B. No: 36534/97, 11/7/2002, §§ 36-40) (Alper Aldemir, B. No: 2014/4987, 09.06.2016, § 37).

43. HMK’nın 297. maddesinin 1. fıkrasının (ç) bendinde varsa kanun yolları ve süresinin hüküm içeriğinde yer alması gerektiği belirtilmiştir. Bu gereklilik tarafların davada uygulanan yargılama usulü ile verilen karara karşı kanun yolları bakımından doğru bilgi sahibi olmalarına ve tarafların kararları temyiz haklarını zamanında ve usulüne uygun olarak kullanabilmelerine hizmet etmektedir (Aktif Elektrik Müh. İnş. San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2012/855, 26.06.2014, § 41).

44. Yukarıda ifade edilen Anayasa’nın 36, 40/2 ve HMK’nın 297. maddelerinde yer alan düzenlemeler dikkate alındığında, mahkemelerin kararlarında ilgililere başvurulabilecek kanun yollarını, başvuru merciilerini ve başvuru sürelerini sadece göstermeleri yeterli olmayıp aynı zamanda doğru olarak göstermeleri de anayasal gerekliliktir. Bu sayede bireylerin Anayasa ile güvence altına alınan hak arama özgürlüğü ve bu çerçevede adil yargılanma hakkı tesis edilmiş olacaktır.

45. Mahkemenin kanun yolu ve süresini hatalı belirtmesi hâlinde, usul kurallarının mahkemeye erişim hakkını kısıtlayacak şekilde katı uygulanmaması, mahkemenin kanun yolunu ve süresini taraflara doğru gösterme yükümlülüğü de gözönüne alındığında kararda belirtilen süreye uyularak yapılan kanun yolu başvurusunun, adil yargılanma hakkı ve mahkemeye erişim hakkı kapsamında değerlendirilerek süresinde yapıldığının kabul edilmesi ve temyiz incelemesinin yapılması gerektiği açıktır.

46. Nitekim Anayasa Mahkemesi de yukarıda yer verilen ve diğer birçok kararında bu gibi hâllerde, temyiz istemini süre yönünden reddeden uygulamanın öngörülebilirlik sınırları içinde olduğunun kabul edilemeyeceğini, mahkeme kararında gösterilen süre içinde temyiz yoluna başvurulduğu dikkate alınmadan temyiz talebini süre yönünden reddeden kararın mahkemeye erişim hakkının özünü zedelediği ve Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamında mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştır (Muammer Tatar, B. No: 2014/819, 09.06.2016, § 51, Kommersan Kombassan Mermer Maden İşletmeleri Sanayi ve Ticaret A.Ş. ve diğerleri, B. No: 2013/7114, 20.01.2016, § 56, Alper Aldemir, § 48, Aktif Elektrik Müh. İnş. San. ve Tic. Ltd. Şti., B. No: 2012/855, 26.06.2014, § 49).

47. Hemen belirtilmelidir ki, hâkimin uyuşmazlıkta uygulanacak kanun hükmünü tespit ederek resen uygulama ve bu çerçevede kanun yolunu ve süresini de taraflara doğru gösterme yükümlülüğü kamu düzenine ilişkin olup, mahkemece kanun yolunun yanlış gösterilmesi nedeniyle kanunda belirtilen süre içerisinde kanun yollarına başvurma hakkının kullanılamaması lehine olan taraf için usuli kazanılmış hak oluşturmaz. Zirâ kamu düzeni ile ilgili konularda usuli kazanılmış haktan söz edilemez.

48. Somut olaya gelince; mahkemece 03.10.2017 tarihli duruşmada “..8 gün içinde Bölge Adliye Mahkemelerinde istinaf yolu açık olmak üzere..” şeklindeki ibarelere yer verilerek kısa karar tesis edildikten sonra 06.10.2017 tarihinde davacı vekilinin süre tutum dilekçesi vererek ve aynı gün istinaf harçlarını yatırmak suretiyle istinaf kanun yoluna başvurduğu, kısa karardaki kanun yoluna ilişkin aynı ibareleri içeren gerekçeli kararın 27.10.2017 tarihinde yazılarak “..tebliğden itibaren iki haftalık kesin süre içinde istinaf başvuru dilekçenizi sunmanız ihtar olunur..” ibaresi mevcut olan tebliğ zarfı ile 08.11.2017 tarihinde davacı vekiline tebliğ edildiği ve davacı vekili tarafından 22.11.2017 tarihinde (tebliğden itibaren on dördüncü gün) gerekçeli istinaf dilekçesi sunulduğu, gerekçeli karar tebliğ edilmeden 25.10.2017 tarihinde iş mahkemelerinde kanun yoluna başvurma süresini iki haftaya çıkaran 7036 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği, yerel mahkeme tarafından 7036 sayılı Kanun’daki geçiş hükmü (Geçici Madde 1/4. fıkra) dikkate alınmadan, kısa karar ve 7036 sayılı Kanun’un yürürlük tarihinden sonra yazılan gerekçeli kararda da belirtilmediği hâlde tebliğ zarfının üzerine dercedilmek suretiyle taraflara temyiz için iki haftalık süre verildiği, Bölge Adliye Mahkemesince davacı vekilinin istinaf nedenlerini süresi içinde bildirmediğinden HMK’nın 355. maddesi uyarınca ilk derece mahkemesi kararında kamu düzenine aykırılık bulunup bulunmadığı yönünden inceleme yapılarak istinaf başvurusunun esastan reddedildiği görülmüştür.

49. Şu durumda yukarıda yapılan açıklamalar ile somut olaya ilişkin maddi ve hukuki olgulara göre; davacı vekili tarafından yerel mahkeme gerekçeli kararı tebliğ zarfında belirtilen süreye güvenilerek sunulan gerekçeli istinaf dilekçesinin, adil yargılanma hakkı ve mahkemeye erişim hakkı kapsamında süresinde kabul edilmesi gerektiği, bu nedenle davacı vekili tarafından sunulan gerekçeli istinaf dilekçesinin süresinde sunulmadığı gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesince istinaf incelemesinde dikkate alınmaması açıklanan nedenlerden dolayı isabetli bulunmamıştır.

50. Öyle ise Bölge Adliye Mahkemesince gerekçeli istinaf dilekçesinin süresi içinde sunulduğu dikkate alınarak istinaf incelemesi yapılmalıdır.

51. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında; hâkim tarafından sürenin belirlenebildiği durumlar var olmakla birlikte kanunda belirlenen sürelerin kesin sürelerden olduğu ve üzerinde hâkimin tasarruf yetkisi bulunmadığı, kanun yoluna başvuru süreleri de hâkim tarafından değiştirilmesi mümkün olmayan kesin sürelerden olduğu, resen gözetilmesi gerektiği, Kanun’da, kanun yoluna başvuru sürelerinin arttırılabileceğine ilişkin istisnai bir düzenleme ve imkan da yer almadığı, gerekçeli kararın açıklanmasını beklemeden kanun yoluna başvurma iradesini ortaya koyan süre tutum dilekçesinin davacı vekilince süresinde sunulduğu ve harcın yatırıldığı, kısa karar da ve 25.10.2017 tarihinde yürürlüğe giren ve iş mahkemelerinde kanun yoluna başvurma süresini iki haftaya çıkaran 7036 sayılı Kanun’un yürürlüğünden sonra yazılan gerekçeli kararda da 8 günlük kanun yolu süresi verildiği, asıl olanın kararda yazılı süre olduğu, tebligat zarfında yazılı ihtarat ile kanun yoluna başvuru süresinin uzamayacağı, ayrıca tebliğ zarfında yazılan sürenin hâkim tarafından da verildiğinin belli olmadığı bu nedenlerle gerekçeli istinaf dilekçesinin süresinde sunulmadığı belirtilmişse de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.

52. Hâl böyle olunca, direnme kararı açıklanan bu değişik gerekçe ve nedenlerle bozulmalıdır.

IV. SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle;

Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda gösterilen bu değişik gerekçe ve nedenlerle BOZULMASINA,

İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,

Karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 30.03.2021 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile kesin olarak karar verildi.

BİLGİ : 18 Mart 2021 tarihli görüşme ve 1. Önsorun yönünden Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda bulunan 21 üyenin 19’u ÖNSORUN YOK, 2’si ise ÖNSORUN VAR yönünde oy kullanmışlardır.

30 Mart 2021 tarihli görüşme ve 2. Önsorun yönünden Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda bulunan 17 üyenin 9’u ÖNSORUN VAR, 8’i ise ÖNSORUN YOK yönünde oy kullanmışlardır.