HUMK DÖNEMİNDEKİ KISMİ DAVA TAMAMEN ISLAH YOLUYLA BİLE BELİRSİZ ALACAK DAVASINA DÖNÜŞTÜRÜLEMEZ.

KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesinde yayınlanan tüm içerik telif yasaları ve Türk Patent Enstitüsü kapsamında koruma altındadır. KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesinde paylaşılan Yargıtay Kararları’nın kullanımından doğabilecek zararlar için KARAMERCAN HUKUK Bürosu hiçbir sorumluluk kabul etmez. www.karamercanhukuk.com/blog_yargitay.php internet adresinde paylaşılan Yargıtay Kararları’nın link verilmeden bir başka anlatımla www.karamercanhukuk.com internet adresinden alındığı belirtilmeksizin kopyalanması, paylaşılması ve kullanılması YASAKTIR. KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesini ziyaret etmekle, yukarıda belirtilen kullanım şartlarını kabul etmiş sayılırsınız.


06 Nis
2020

Yazdır

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

ESAS NO      : 2017/11-11
KARAR NO   : 2019/1071

T Ü R K   M İ L L E T İ   A D I N A

Y A R G I T A Y   İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ             :
İstanbul Anadolu 6. Asliye Ticaret Mahkemesi
TARİHİ                       : 06/11/2014
NUMARASI                : 2014/1405 - 2014/369
DAVACI                     : K. Yat İşletmeciliği Tic. ve Turz. Ltd. Şti. vekili Av. S.Y.
DAVALI                      : S.J. Sigorta A.Ş. (Eski Unvan: F. Sigorta A.Ş.) vekili Av. F.S.B. vd.

Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Kadıköy 4. Asliye Ticaret Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 20.03.2012 tarihli ve 2010/434 E., 2012/340 K. sayılı karar, davalı vekili tarafından temyiz edilmekle Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 10.10.2013 tarihli ve 2012/14795 E. 2013/18096 K. sayılı kararı ile;

“… Davacı vekili, şirketine ait D.D. isimli yatın davalı sigorta şirketi tarafından sigortalandığını, sigorta bedelinin 300.000 Euro olduğunu, yatın 2009 yılında imal edildiğini ve olay tarihinden iki ay önce denize indirildiğini, söz konusu yatın 28.09.2009 tarihinde sabah 05.30 sularında Kurtoğlu Burnu'nda kayalıklara çarpmak suretiyle kaza geçirdiğini, kaza sonucu yatın tüm kompartımanlarına su dolduğunu, olay yerinden geçen G-H. isimli yat tarafından Ağa Limanı'na çekildiğini ve burada battığını, daha sonra yat Port Göcek marinasına çekçek alanına çekilerek karaya alındığını, gerekli tüm koruma tedbirlerinin alındığını, kaza neticesinde sigortalanmış olan yatın tam ziya halinin gerçekleştiğini, ancak bu hususta davalı sigorta şirketi ile anlaşma sağlanamadığını, davalı sigorta şirketince oluşan zarara karşılık 152.000 Euro gönderildiğini, yatırılan tutarın 15.12.2009 tarihinde çekildiğini, aynı tarihte ihtar ile 148.000 Euro bedelin ödenmesinin talep edildiğini ileri sürerek şimdilik 15.000 Euro ve kara park bedeli olarak ödediği 7.939.58 TL'nin davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiş, 28.02.2012 tarihli ıslah dilekçesi ile talebini 74.244 Euro daha arttırmıştır.

Davalı vekili, Tekne Yat Sigorta Poliçesi ile 03.07.2009/2010 tarihleri arasında sigortalanmış bulunan D.D. isimli teknenin 28.09.2009 tarihinde seyri esnasında kayalıklara çarparak hasarlandığını, yapılan tespit ve ekspertiz sonucu hasar tutarının 163.711 Euro olduğunun tespit edildiğini ve tutarın ödendiğini, davacının koruma yükümlülüklerini yerine getirmeyerek hasarın artmasına neden olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.

Mahkemece, iddia, savunma ve tüm dosya kapsamı uyarınca taraflar arasındaki temel uyuşmazlığın teknenin tam ziya olup olmadığı noktasında toplandığı, sigorta tekniği yönünden yatın hükmi tam ziya olduğu, sigortacının gerçek zararı ödemekle yükümlü bulunduğu, tam ziya için rizikonun gerçekleşme anındaki (Tekne) değerinin esas alınması gerekeceği, tam ziya tazminatın hesaplanmasında teknenin hasar tarihindeki değerinin değil, onarılmış değerinin esas alınması gerektiği, sigorta ettirenin kendisine verilmesi istenmedikçe sigortacı tarafından hurda bedelinin tazminattan düşürülmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne ve hasar fark tazminatı olarak 89.244 Euro alacağın 15.000 Euro'luk kısmının dava tarihinden itibaren işleyecek, 74.244 Euro'nun ise ıslah tarihi olan 28.02.2012 tarihinden itibaren TCMB tarafından Euro cinsi mevduata uygulanacak en yüksek faiz oranı üzerinden hesaplanacak faizi ile beraber davalıdan tahsiline karar verilmiştir.

Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir. 

1- Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre davalı vekilinin aşağıdaki (2) ve (3) numaralı bent dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir. 

2- Ancak, TTK 1441. maddesi "Rizikonun gerçekleşmesi sebebiyle sigortacının sigorta akdinden doğan borçları, 1377 nci madde hükmünce rizikoyu ihbar mükellefiyetinin doğduğu tarihte muaccel olur." hükmünü haizdir. TTK 1377. maddesine göre ise "Sigorta ettiren veya sigortadan haberi olmak şartiyle, sigortalı bir kazayı öğrenir öğrenmez bunu sigortacıya bildirmekle mükelleftir.." buna göre, deniz sigortalarında sigorta tazminatını ödeme borcu sigorta ettiren veya sigortalının rizikonun gerçekleştiğini sigortacıya bildirdiği anda değil, öğrendiği anda muaccel olur. Aynı Kanun'un 1268. maddesine göre de sigorta mukavelesinden doğan bütün mutalebeler, iki yılda müruruzamana uğrar. Somut olayda davalı sigorta şirketine ihtarın 16.10.2009 tarihinde yapıldığı hususunda taraflar arasında ihtilaf bulunmamaktadır. Davacı 02.06.2010 tarihinde açtığı dava ile, iki yıllık zamanaşımı süresi içerisinde fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak 15.000,00 Euro talep etmiştir. Açılan dava ile şimdilik istenmeyen sigorta bedeline ilişkin işleyen zamanaşımı süresi kesintiye uğramayıp devam etmektedir. O halde, davacının 28.02.2012 havale tarihli dilekçe ile talebini ıslah ettiği kısım bakımından TTK 1268. maddesinde öngörülen zamanaşımı süresi gerçekleşmiş olup, bu kısım bakımından davanın reddi gerekirken kabulüne karar verilmesi doğru olmamış, davalı vekilinin bu yöndeki temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün davalı yararına bozulması gerekmiştir.

3- Bununla birlikte, mahkemece alınan bilirkişi kök raporu ve ek raporlarında bakiye 78.542,65 Euro tazminatın davalıdan tahsili yönünde görüş bildirilmiş ve mahkemece kararın gerekçesinde bilirkişi raporunun benimsendiği açıklanmış ise de, kurtarma ücreti, çekek ücreti ve ilk tersane ücreti olarak 10.701 Euro'nun hesaplanan tazminata dahil edilerek toplam 89.244 Euro alacağın davalıdan tahsiline karar verilmiştir. Oysa düzenlenen bilirkişi raporunda söz konusu kalem zararların hesaplamaya dahil edildiği anlaşılmakla, mahkemece yeniden ilavesi doğru olmamış davalı vekilinin bu yöndeki temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün davalı yararına bozulması gerekmiştir…”

gerekçesi ile hüküm bozulmuş, daha sonra davacı vekilinin karar düzeltme istemi üzerine Özel Dairenin 15.04.2014 tarihli ve 2014/4045 E., 2014/7427 K. sayılı kararı ile; bozma ilamının (3) numaralı bendinin tamamının bozma ilamından çıkarılması suretiyle dosya kendisine gönderilen İstanbul Anadolu 6. Asliye Ticaret Mahkemesince önceki kararda direnilmiştir.

TEMYİZ EDEN : Davalı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI 

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü: 

Dava, “Tekne Yat Sigorta Sözleşmesi”nden kaynaklanan bakiye sigorta tazminatı istemine ilişkindir.

Davacı vekili; müvekkili şirkete ait “D.D.” isimli yatın davalı sigorta şirketi tarafından “Tekne Yat Sigorta Sözleşmesi” ile sigortalandığını, sigorta bedelinin ise 300.000,00 Euro olduğunu, sigorta sözleşmesine konu yatın 2009 yılında imal edildiğini ve olay tarihinden iki ay önce denize indirildiğini, söz konusu yatın 28.09.2009 tarihinde sabah 05.30 sularında Kurtoğlu Burnu'nda kayalıklara çarpmak suretiyle kaza geçirdiğini, kaza sonucu yatın tüm kompartımanlarına su dolduğunu, olay yerinden geçen başka birine ait yat tarafından Ağa Limanı'na çekildiğini ve burada battığını, daha sonra söz konusu yatın Port Göcek Marinası çekçek alanına çekilerek karaya alındığını, müvekkili tarafından gerekli tüm koruma tedbirlerinin alındığını, kaza neticesinde sigorta sözleşmesinin konusu olan yatın tam ziya hâlinin gerçekleştiğini, ancak bu hususta davalı sigorta şirketi ile anlaşma sağlanamadığını, davalı sigorta şirketi tarafından oluşan zarara karşılık 152.000,00 Euro ödeme yapıldığını, yapılan ödemenin eksik olması nedeniyle müvekkili tarafından 15.12.2009 tarihinde çekilen ihtarname ile 148.000,00 Euro talep edildiğini ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla bakiye hasar bedeli olan 148.000,00 Euro’dan şimdilik 15.000,00 Euro ile kara park bedeli olarak ödenen 7.939,58TL'nin faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiş, 28.02.2012 tarihli dilekçesi ile talebini 89.244,00 Euro olarak ıslah etmiştir.

Davalı vekili; müvekkili ile davacı arasındaki sözleşmeye konu yatın 28.09.2009 tarihinde seyri esnasında kayalıklara çarparak hasarlandığını, yapılan tespit ve ekspertiz sonucunda yatın tam zayi olmadığının ve hasar tutarının 163.711,00 Euro olduğunun tespit edildiğini, bu tutarın da davacıya ödendiğini savunarak davanın reddini istemiş, ayrıca ıslah ile artırılan miktarın da zamanaşımına uğradığını savunmuştur.

Yerel Mahkemece; sigorta tekniği yönünden sigorta sözleşmesine konu yatın hükmi tam ziya olduğu, sigortacının gerçek zararı ödemekle yükümlü bulunduğu, taraflar arasındaki sözleşme gereğince tam ziya için rizikonun gerçekleşme anındaki değerinin esas alınması gerekeceği, poliçede belirtildiği üzere uyuşmazlığa “enstitü yat klozları”nın uygulanacağı ve buna göre tam ziya tazminatının hesaplanmasında teknenin hasar tarihindeki değerinin değil, onarılmış değerinin esas alınması gerektiği, ayrıca sigorta ettirenin kendisine verilmesi istenmedikçe sigortacı tarafından hurda bedelinin tazminattan düşürülmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile hasar fark tazminatı olarak 89.244,00 Euro alacağın 15.000,00 Euro'luk kısmının dava tarihinden itibaren işleyecek, 74.244,00 Euro'nun ise ıslah tarihi olan 28.02.2012 tarihinden itibaren Euro cinsi mevduata uygulanacak en yüksek faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.

Davalı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.

Yerel mahkemece, önceki gerekçelere ek olarak; her ne kadar dava tarihi 02.06.2010 olsa da davanın belirsiz alacak davası niteliğinde olduğu ve dava değerinin bilirkişi raporu ile belirlendiği, davacı tarafından fazlaya ilişkin hakları saklı tutulması nedeniyle dava değeri belirlendikten sonra davanın ıslah edilmesinin davacı lehine yorumlanması gerektiği, gerçek alacak miktarı bilirkişi raporuyla belirlendiğine göre ıslah ile arttırılan miktarın zamanaşımına tabi olmadığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme kararı, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. 

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK) döneminde fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak açılan eldeki davada, ıslah ile artırılan miktarın zamanaşımına uğrayıp uğramadığı ve ayrıca 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) ile getirilen belirsiz alacak davasının eldeki davaya uygulanıp uygulanamayacağı noktalarında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle “ıslah” ve “zamanaşımının kesilmesi” kavramlarının açıklanmasında yarar vardır.

Kavram olarak ıslah; taraflardan birinin yapmış olduğu usul işleminin tamamen veya kısmen düzeltilmesine denir (Kuru, Baki: Hukuk Muhakemeleri Usulü, C. IV, İstanbul, 2001, s. 3965). Islah müessesesi, dava değiştirme, başka deyişle iddia ve savunmanın değiştirilmesi veya genişletilmesi yasağını bertaraf eden bir imkândır. Zira bu suretle, aslında yasal itiraz ile karşılaşılabilecek olan herhangi bir taraf işlemi, ıslah kurumu yardımı ile artık bu itiraza imkân vermeksizin yapılabilmektedir (Üstündağ, Saim: Medeni Yargılama Hukuku, C. I-II, İstanbul, 1992, s. 534).

Islaha ilişkin temel düzenleme 6100 sayılı HMK’nın 176’ncı vd. (1086 sayılı HUMK’un 83’üncü vd.) maddelerinde yer almakla birlikte, ıslah 6100 sayılı HMK’nın 141/2’nci maddesinde iddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağının istisnası olarak belirtilmektedir.

Islahın düzenlendiği bu maddeler dikkate alındığında; ıslahın konusu tarafların yapmış oldukları usul işlemleridir. Bu bakımdan ancak tarafların yapmış olduğu usul işlemleri ıslah edilebilir. Tarafların yapmış olduğu usul işlemleri, yargılamanın ilerlemesi için yapılan, şartları ve etkileri usul hukuku tarafından düzenlenmiş olan işlemlerdir. Bir taraf ancak kendi yapmış olduğu usul işlemlerini ıslah edebilir; karşı tarafın veya mahkemenin yapmış olduğu usul işlemleri ıslah edilemez (Kuru, s. 4020). Gerek öğretide gerekse uygulamada ıslah yoluyla davanın değiştirilebileceği ve genişletilebileceği, aynı şekilde savunmanın genişletilebileceği ilke olarak kabul edilmektedir. Yine müddeabihin artırılıp artırılmayacağı hususu da bir usul işlemi olup, ıslahın konusunu teşkil etmektedir.

Islahın amacı, yargılama sürecinde şekil ve süreye aykırılık sebebiyle ortaya çıkabilecek maddi hak kayıplarını ortadan kaldırmak olduğundan, hak ve alacağı bu sürecin dışında ortadan kaldırmış olan işlemlerin, yani maddi hukuk işlemlerinin ıslah yoluyla düzeltilebilmesi elbette ki mümkün değildir. Bir başka deyişle, maddi hakkı sona erdiren maddi hukuk işlemleri ıslahla düzeltilemez. Feragat, kabul, sulh gibi işlemler, velev ki dava içinde yapılsın, asıl hakkı ortadan kaldırdıklarından, usul işlemi olduğu kadar maddi hukuk işlemi mahiyetini de taşımaktadır ve bu sebeple, bu işlemlerin ıslah yoluyla düzeltilmesi imkânsızdır (Özekes, Hakan: Pekcanıtez Usul Medeni Usul Hukuku, İstanbul, 2017, s. 1517). Çünkü ıslah, yargılama hukukunun şekle ve süreye bağlılığından kaynaklanan zımni hak kayıplarının telafisi için öngörülmüş bir müessesedir.

Davanın tamamen ıslahı, dava dilekçesinden itibaren bütün usul işlemlerinin yapılmamış sayılmasını gerektirir. Gerek öğretide gerekse uygulamada, davanın tamamen ıslahında yeni bir dava açılmamış sayılacak, tamamen ıslah edilen dava ilk açılan davanın devamı niteliğinde olduğundan, bunun doğal sonucu olarak, zamanaşımı ilk davanın açıldığı tarihteki duruma göre dikkate alınacaktır. Onun için davanın tamamen ıslahında ıslah olunan dava, ilk dava gününde açılmış sayılacaktır (Kuru, s. 3998 vd; Özekes, s. 1537).

Bu aşamada açıklanması gereken diğer bir husus “zamanaşımının kesilmesi” kavramıdır.

Somut olaya uygulanması gereken 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (818 sayılı BK) 133/2’nci [6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (6098 sayılı TBK) 154/2’nci] maddesi gereğince; alacaklı dava veya def’i yoluyla mahkemeye veya hakeme başvurmuşsa, icra takibinde bulunmuşsa ya da iflas masasına başvurmuşsa zamanaşımı kesilir. Ancak, 818 sayılı BK’nın 135/1’inci (6098 sayılı TBK’nın 156/1’inci) maddesi gereğince; zamanaşımının kesilmesiyle kesilme tarihinden başlayarak yeni bir süre işlemeye başlar. Dava veya def’i yoluyla kesilmiş olan zamanaşımı, davanın devamı süresinde taraflardan birinin yargılamaya ilişkin her bir işleminden ve hâkimin her emir ve hükmünden itibaren yeniden işlemeye başlayacaktır [818 sayılı BK, m. 136/1 (6098 sayılı TBK, m. 157/1)].

Öğreti ve uygulamada kısmi davada dava edilmeyen alacak kesimi için, fazlaya ilişkin hakkın saklı tutulmuş olmasının zamanaşımını kesmeyeceği kabul edilmektedir (Kuru, s.1541 vd.; Pekcanıtez, s. 1008). Başka deyişle kısmi dava açılması hâlinde zamanaşımı yalnız alacağın kısmi dava konusu yapılan miktarı için kesilecek, ancak talep konusu yapılmayan geri kalan kısım bakımından ise zamanaşımı işlemeye devam edecektir. Kısmi dava ile talep edilmeyen alacağın geri kalan kısmı için zamanaşımı 818 sayılı BK’nın 133’üncü (6098 sayılı TBK’nın 154’üncü) maddesindeki diğer kesilme nedenleri dışında ancak aynı yargılamada karşı tarafın rızası veya ıslah talebinde bulunma tarihinde yahut geri kalan kısım için ikinci dava açılacaksa ikinci davanın açıldığı tarihte kesilmiş olur. Davacının geri kalan kısım için ıslaha başvurması veya ikinci dava açması durumunda davalının zamanaşımı definde bulunabileceğinden tereddüt etmemek gerekir (Pekcanıtez, s. 1008).

Somut olayda taraflar arasında denizcilik rizikolarına karşı sigorta sözleşmesi bulunmakta olup, dava tarihi itibariyle yürürlükte bulunan 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu'nun (6762 s. TTK) 1441’inci maddesi; “Rizikonun gerçekleşmesi sebebiyle sigortacının sigorta akdinden doğan borçları, 1377’nci madde hükmünce rizikoyu ihbar mükellefiyetinin doğduğu tarihte muaccel olur.” hükmünü haizdir. 6762 sayılı TTK’nın 1377’nci maddesi ise “Sigorta ettiren veya sigortadan haberi olmak şartiyle, sigortalı bir kazayı öğrenir öğrenmez bunu sigortacıya bildirmekle mükelleftir” şeklinde düzenlenmiştir. Kara sigortaları bakımından da kural olarak aynı esaslar caridir. Buna göre, 6762 sayılı TTK döneminde hem kara sigortalarında hem de denizcilik rizikolarına karşı sigortalarda sigortacının sigorta tazminatını ödeme borcu, rizikonun gerçekleştiğinin öğrenildiği anda muaccel olur (Can, Mertol: Türk Özel Sigorta Hukuku, Ankara, 2007, s. 299; Doğanay, İsmail: Türk Ticaret Kanunu Şerhi, C. III, İstanbul, 2004, s. 3231). 

Sigorta sözleşmeleri için zamanaşımı süresinin düzenlendiği 6762 sayılı TTK’nın 1268’inci maddesi ise; “Sebepsiz yere ödenmiş bulunan primin veya sigorta bedelinin geri alınması alacakları dahil sigorta mukavelesinden doğan bütün mutalebeler, iki yılda müruruzamana uğrar.” hükmünü haizdir. Buradan varılacak sonuç; sigorta tazminatının ödenmesinde iki yıllık zamanaşımı süresinin sigorta ettirenin veya sigortalının rizikonun gerçekleştiğini öğrendiği tarihte işlemeye başlayacağıdır.

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; taraflar arasında “Tekne Yat Sigorta Sözleşmesi” bulunduğu, 28.09.2009 tarihinde meydana gelen kaza neticesinde sigorta sözleşmesine konu yatın hasarlandığı, hasar sonrası yapılan ekspertiz çalışmaları neticesinde davalı sigorta şirketi tarafından sözleşmeye konu yatın tam zayi olmadığından bahisle davacı sigortalıya bir kısım ödemeler yapıldığı, davacının ise eldeki davada fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla bakiye hasar bedeli olan 148.000,00 Euro’dan şimdilik 15.000,00 Euro ile kara park bedeli olarak ödenen 7.939,58TL'nin faiziyle birlikte tahsilini talep ettiği, yargılama sırasında 28.02.2012 tarihli ıslah dilekçesi ile talebini 89.244,00 Euro’ya yükselttiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte davalı vekili tarafından ıslah ile artırılan miktar yönünden zamanaşımı definde bulunulduğu görülmektedir.

Somut olayda sigorta tazminatının ödenmesinde iki yıllık zamanaşımı süresinin davacının rizikonun gerçekleştiğini öğrendiği 28.09.2009 tarihinde işlemeye başlayacağı hususunda taraflar arasında ihtilaf bulunmamaktadır. Eldeki dava ise 02.06.2010 tarihinde iki yıllık zamanaşımı süresi içerisinde açılmış olup, fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak 15.000,00 Euro sigorta tazminatı ile 7.939,58TL kara park bedeli talep edilmiştir. Açılan eldeki dava ile sadece talep edilen miktar yönünden zamanaşımı kesilmiş, şimdilik denilerek istenmeyen geri kalan sigorta tazminatına ilişkin işleyen zamanaşımı süresi ise kesintiye uğramamıştır. Bu durumda ıslah tarihi olan 28.02.2012 tarihi itibari ile yukarıdaki açıklamalar ışığında ıslahla artırılan miktar yönünden davalının usulüne uygun şekilde ileri sürdüğü zamanaşımı defi karşısında 6762 sayılı TTK’nın 1268’inci maddesinde öngörülen iki yıllık zamanaşımı süresinin dolduğunun kabulü gerekmektedir.

Yerel Mahkemenin direnme gerekçesinin diğer bir dayanağı ise davanın belirsiz alacak davası gibi nitelendirilmesi gerektiği yönündeki kanaattir.

Hemen belirtilmelidir ki; usul hukuku alanında geçerli temel ilke, yargılamaya ilişkin kanun hükümlerinin derhal yürürlüğe girmesidir. Başka bir deyişle medeni usul hukukunda, kural olarak kanun değişikliklerinde “derhal uygulanırlık ilkesi” geçerlidir. Bu ilkenin benimsenmesinin nedeni ise, bu kanun hükümlerinin kamu düzeni ile yakından ilgili olduğu, daima eskisinden daha iyi ve amaca en uygun olduğu fikri ile kanun koyucunun, fertlere ait olan hakların yeni usul hükümleri ile daha önce yürürlükte olan kanundan daha iyi ve daha adil bir şekilde korunacağına ilişkin inancıdır. 

Usul kurallarının zaman bakımından uygulanmasında derhal uygulanırlık kuralı ile birlikte dikkate alınması gereken bir husus da, yeni usul kuralı yürürlüğe girdiğinde, ilgili usul işleminin tamamlanıp tamamlanmadığıdır.

Dava, dava dilekçesinin mahkemeye verilmesiyle başlayan ve bir kararla (veya hükümle) sonuçlanıncaya kadar devam eden çeşitli usul işlemlerinden ve aşamalarından oluşmaktadır. Eğer bir usul işlemi, yargılama sırasında yapılmaya başlanıp, tamamlandıktan sonra, yeni bir usul kuralı yürürlüğe girerse, söz konusu işlem geçerliliğini korur. Başka bir deyişle, tamamlanmış usul işlemleri, yeni yürürlüğe giren usul hükmünden (veya kanunundan) etkilenmez; aksini düşünmek gereksiz yere bu işlemin tekrarlanması nedeniyle emek ve zaman kaybına neden olacaktır. Buna karşın, bir usul işlemine başlanmamış veya başlanmış olup da henüz tamamlanmamış ise, yeni usul hükmü (veya kanunu) hemen yürürlüğe gireceğinden etkilenir. Çünkü usule ilişkin kanunlar tersine bir kural benimsenmediği takdirde genel olarak hemen etkili olup uygulanırlar (Üstündağ, Saim: Medeni Yargılama Hukuku, C: I-II, İstanbul, 1992, s. 78; Pekcanıtez, Hakan: Pekcanıtez Usul Medeni Usul Hukuku, İstanbul, 2017, s. 48).

Yapılan açıklama ve ilkelere uygun olarak; 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK’nın “Zaman Bakımından Uygulanma” başlığını taşıyan 448/1. maddesi de “Bu Kanun hükümleri, tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydıyla derhâl uygulanır” hükmünü içermektedir. Bu madde hükmüne göre, kanunda aksine bir düzenleme getirilmediği takdirde, yeni usul hükümlerinin tamamlanmış usul işlemlerine bir etkisi olmayacak, önceki kanuna göre yapılmış ve tamamlanmış olan işlemler geçerliğini koruyacaktır. Buna karşın, tamamlanmamış usul işlemleri yeni kanun hükümlerine göre yapılacaktır. 

Belirsiz alacak davası ise hukukumuza ilk kez 6100 sayılı HMK ile girmiştir. Bu Kanun’un 107/1’inci maddesinde; “Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.” düzenlemesi mevcuttur. Ancak yukarıdaki açıklamalar ışığında eldeki davada, dava dilekçesinin mahkemeye verilmesi ve gerekli harçların yatırılması ile dava açma işlemi tamamlanmış olduğundan 6100 sayılı HMK ile getirilen belirsiz alacak davasına ilişkin hükümler uygulanamayacaktır. Başka bir deyişle 1086 sayılı HUMK’nın yürürlükte olduğu dönemde fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak kısmi dava şeklinde açılan eldeki davanın, 6100 sayılı HMK’nın yürürlüğe girmesiyle kendiliğinden belirsiz alacak davasına dönüşeceği kabul edilemez. Ayrıca 1086 sayılı HUMK’nın yürürlükte olduğu dönemde açılan davalar 6100 sayılı HMK’nın yürürlüğe girmesinden sonra kısmi ıslahla belirsiz alacak davasına dönüştürülemeyeceği gibi tam ıslahla dahi belirsiz alacak davası hâline gelmez. Zira davanın tamamen ıslahında, tamamen ıslah edilen dava, ilk açılan davanın devamı niteliğinde olduğundan, ilk dava tarihinde açılmış kabul edilecek ve ilk dava tarihinde yürürlükte olan usul hükümleri uygulanacaktır. 

Ne var ki davacının açıkça ıslah kurumunu işlettiği eldeki dava, 6100 sayılı HMK’nın yürürlüğe girdiği tarihten önce açılmış olmakla birlikte 6100 sayılı HMK ile hukukumuza giren belirsiz alacak davasına ilişkin düzenlemenin somut uyuşmazlıkta uygulanabilirliği bulunmamaktadır. 

Şu hâlde; yerel mahkemece, davacı tarafın ıslahla artırdığı miktar yönünden 6762 sayılı TTK’nın 1268’inci maddesinde öngörülen iki yıllık zamanaşımı süresinin dolması nedeniyle bu kısma ilişkin istemin reddine karar verilmesi gerekirken, kabul kararı verilmesi doğru değildir.

Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında; eldeki davanın 1086 sayılı HUMK döneminde açılmış olması nedeniyle belirsiz alacak davası olarak değerlendirilemeyeceği, yerel mahkemenin bu gerekçesinin yerinde olmadığı, ancak direnme kararından sonra verilen Yargıtay’ın 24.05.2019 tarihli ve 2017/8 E., 2019/3 K. sayılı içtihatlı birleştirme kararının temel gerekçesi; ıslahla miktar artırımının ek dava niteliğinin bulunmadığı ve sadece dava dilekçesinde belirtilen miktarın düzeltilmesi niteliğinde olduğu sonucuna dayandığı, içtihadı birleştirme kararlarının usulü kazanılmış hak ilkesinin istisnası olarak henüz kesinleşmemiş tüm davalara tatbikinin gerekli olduğu, içtihadı birleştirme kararlarının sonuçlarının bağlayıcı ve gerekçelerinin ise yol gösterici olduğu, bu nedenle miktar artırımına ilişkin ıslahın artık ek dava olarak görülmesi mümkün olmayıp dava dilekçesindeki miktar kısmının düzeltilmesi olarak kabul edilmesi gerektiği, o hâlde ıslahla artırılan miktar yönünden de zamanaşımının ilk dava tarihinde kesilmiş sayılacağı, bu itibarla zamanaşımının dolmadığı yönünden sonucu itibariyle doğru hale gelen direnme kararının uygun olduğu ve bu gerekçeyle direnme kararının onanması ile miktar incelemesi için Özel Daireye gönderilmesi gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de; bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.

Hâl böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. 

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesi atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanun’un 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 17.10.2019 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY 

Belirsiz alacak davası hukukumuza 6100 sayılı HMK 'da yer alan düzenlemeler ile girmiş olup eldeki dava bu Kanunun yürürlüğünden önce HUMK döneminde açılmış olduğundan açılan davanın belirsiz alacak davası olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Dava; açıldığı tarih itibarıyla kısmi dava niteliğinde olup dava açılmakla tamamlanmış işlem meydana geleceğinden HMK 448. maddedeki zaman bakımından uygulanma kuralına göre bu davanın kısmi dava olarak açıldığı kesinleşmiş olup, bu davanın artık belirsiz alacak davası olarak açıldığı sonucuna varılamayacaktır. Islah tarihinde HMK'nın yürürlüğe girmiş olması da bu davanın belirsiz alacak davası olarak nitelenebilmesine imkan vermez. Mahkemenin bu gerekçeye dayalı olarak direnmiş olması isabetli olmamıştır.

TBK 154. maddede dava yoluyla mahkemeye başvurulmuş ise yani dava açılmışsa zamanaşımının kesileceği düzenlenmiştir. Bu maddenin de yorumunun sonucu olarak, Özel Dairenin bozma kararını verdiği tarih ile mahkemenin direnme kararını verdiği tarihteki yerleşik yargılamasal uygulamalarda dava açılmakla ancak dava dilekçesindeki miktar için zamanaşımının kesileceği ve sadece dava açılan miktar için dava tarihinde temerrüt olgusunun gerçekleşeceği kabul edilmekte olup bozma kararı bu yargısal uygulamalara da uygundur. 

Direnme kararından sonra 24.05.2019 tarihinde verilen 2017/8 esas, 2019/3 karar sayılı bir içtihadı birleştirme kararı çıkmış olup bu kararın somut uyuşmazlığa bir etkisi bulunup bulunmadığı da incelenmelidir. Çünkü 09.05.1960 günlü 1960/21 esas, 1960/9 karar sayılı içtihadı birleştirme kararında; sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararının temyiz mahkemesinin bozma kararına uyulmakla meydana gelen usuli kazanılmış hak esasının istisnası olarak, henüz mahkemede veya temyiz mahkemesinde bulunan bütün işlere tatbikinin gerekli olduğuna, karar verilmiştir. 

Sözünü ettiğimiz 24.05.2019 tarihli içtihadı birleştirme kararında "kısmi davada, dava konusu miktarın kısmi ıslahla faiz talebi belirtilmeksizin artırılması halinde, artırılan miktar bakımından dava dilekçesindeki faiz talebine bağlı olarak faize hükmedileceği belirtilmiştir.

Bu karar zamanaşımı ile ilgili değilse de İçtihadı Birleştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı olmakla birlikte gerekçeleriyle de yol gösterici olduğu unutulmamalıdır. Bu yol göstericilik kararın sonuç kısmının yorumlanması, kapsamının belirlenerek uygulanması için gerekli olduğu kadar, dayandığı esasların başka müesseselerin yorumlanıp uygulanabilmesinde de geçerli olacaktır. Yol göstericilik konusunda kararın tüm gerekçeleri değil; ana sonuçla bağlantılı ve bu sonuca hangi hukuksal nedenlerle varıldığını gösteren temel gerekçeler esas alınmak suretiyle bir sınırlama getirilmesi de içtihadı birleştirme kararlarının mahiyetine uygun bir sonuç olacaktır.

24.05.2019 tarihli içtihadı birleştirme kararında varılan sonucun temel gerekçesi; ıslahla miktar artırımının ek dava niteliğinde olmayıp dava dilekçesindeki miktarın değiştirilmesi olduğudur. 

Bu temel gerekçenin varlığı; kararda yer verilen "...Ek dava ile kısmi dava arasında paralellik mevcut ise de ıslahla ilgili sorunların yine ıslah müessesi kapsamında sonuçlandırılarak değerlendirilmesi gerekir. Bu nedenle dava değerinin artırılması kısmi ıslah kapsamında olduğundan süregelen davanın devamıdır ki yeni bir dava ve ek dava olarak kabul edilemez. Artırılan tutar için harç yatırılması bir usul işlemidir; yeni bir dava açıldığı şeklinde yorumlanamaz..." biçimindeki açıklamalarda ve "...bu amaçla verilen bir ıslah dilekçesi dava dilekçesindeki istem ve ferilerini ortadan kaldırmayacak, sadece istenilen alacak rakamını değiştirecektir. Hâl böyle olunca ıslahla artırılan tutar, yeni bir dava olmadığından, ilk dava dilekçesinde yer alan bütün unsurlar faiz istemi de dahil olmak üzere, ıslahla artırılan kısım için de uygulanabilir olmalıdır..." şeklinde yapılan açıklamalarda açıkça görülmektedir. Bu ifadeler kararın; sonuç kısmıyla da uyumlu ana ve en temel gerekçeleridir

Bu karar temel gerekçesinden soyutlanarak yorumlanıp uygulanamayacağına göre, ıslahla miktarın artırılması hâlinde, bu miktar değişikliğinin, zamanaşımının kesilmesine neden olup olmadığı, zamanaşımını kesecek bir işlem ise hangi tarihte zamanaşımının kesileceği konusunda da kararın bu ana gerekçesinden yararlanılmalıdır.

Bu karar ile ıslahla miktar artırımı ek dava olarak görülmemiş ve sadece dava dilekçesinde yazan miktarın değiştirilmesi, diğer bir ifadeyle bu miktarın düzeltilmesi olarak görülmüştür. Bu kararın sonucu olarak miktar artırımına ilişkin yapılan ıslahın da artık ek dava olarak görülmesi mümkün olmayıp dava dilekçesindeki miktar kısmının düzeltilmesi olarak kabul edilmesi gerekir. Düzeltilen dava dilekçesi olduğuna göre davacı tarafından ıslahın teşmil edildiği tarih de ilk dava tarihi olacaktır.

Dava tarihine teşmil edilecek şekilde bir ıslah gerçekleştiğine göre, ıslahla artırılan miktar için de dava tarihinin artık ilk dava tarihi kabul edilmesi ve dava açılmakla zamanaşımının kesileceğine dair TBK 154/1-bent 2 hükmünün ıslah edilen miktar için de ilk dava tarihi esas alınarak uygulanması gerekir.

TBK 154/1-bent 2. maddede dava açılmakla zamanaşımının kesileceği düzenlenmiş ancak ıslah dilekçesi verilmekle zamanaşımının kesileceği düzenlenmemiştir. Islahla miktar artırımının ek dava niteliğinde olmadığı bu kararın gerekçesinde açıkça belirtildiğine göre bu madde; artık ek dava hükümlerine göre zamanaşımını kesebilecek bir hüküm olarak yorumlanabilmekten çıkmıştır. 

Islah yeni bir dava veya ek dava sayılmadığına göre ıslahın TBK 154/1-bent 2. maddeye dayalı olarak zamanaşımını kestiği kabul edilemez. Islah bir dava sayılıp zamanaşımın kesmiyorsa artık TBK 157. maddede yer alan "Bir dava veya def’i yoluyla kesilmiş olan zamanaşımı, dava süresince tarafların yargılamaya ilişkin her işleminden veya hâkimin her kararından sonra yeniden işlemeye başlar." düzenlemesine dayalı olarak da ıslah edilen miktar için her yargılama işleminde zamanaşımı kesilmeyecektir. Bunun sonucu olarak da yargılama sırasında dahi ıslahla artırılan miktarın zamanaşımına uğraması tehlikesi ortaya çıkacağından, bu durum ıslahla miktar artırımlarını yok denebilecek seviyeye getirebilecek ve ıslahla kolaylaştırılmak istenen hak arama hürriyetinin bir başka yönüyle bu kez sınırlanmasına yol açmış olacaktır.

Islahla miktar artırımı dava veya ek dava sayılmadığı için TBK 154/1-bent 2. madde gereğince zamanaşımı kesilmez ise de yukarıda da belirttiğimiz üzere bu ıslah dava dilekçesindeki miktarın değiştirilmesi ve düzeltilmesi olduğundan ıslahla artırılan yeni istem için de zamanaşımının ilk dava tarihinde kesilmiş sayılması gerektiği sonucuna varılmalıdır.

Yukarıda yapılan açıklama ve sözü edilen kurallarla birlikte somut olay değerlendirildiğinde; dava zamanaşımı süresi içinde kısmi dava olarak açılmış ve sonrasında ıslah yoluyla dava dilekçesindeki miktar da düzeltilmek suretiyle fazla miktar istenmiş olduğundan ıslahla artırılan miktar için de zamanaşımının ilk dava tarihinde kesildiğinin kabul edilmesi gerekmektedir. 

Direnme kararı uygulanması gereken sonraki tarihli içtihadı birleştirme kararına göre değerlendirildiğinde, zamanaşımının dolmadığı yönünden sonucu itibarıyla doğru hale geldiğinden direnme uygun daireye denilerek kararın onanması ancak miktar incelemesi yapılmak üzere daireye gönderilmesi gerektiği görüşünde olduğumdan, ıslahla artan kısmın zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle bozma şeklinde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyorum.

Zeki GÖZÜTOK
Üye

BİLGİ : Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nda bulunan 21 üyenin 20'si BOZMA, 1'i ise DİRENME UYGUN DAİREYE yönünde oy kullanmışlardır.

BİLGİ : "HUMK döneminde açılan dava ıslah ile belirsiz alacak davasına dönüştürülemez" şeklindeki Yargıtay 9. Hukuk Dairesi'nin 11 Eylül 2019 tarihli kararı için bkz.

http://karamercanhukuk.com/yargitay-karari/hmuk-doneminde-acilan-dava-islah-ile-belirsiz-alacak-davasina-donusturulemez

Aynı yöndeki Yargıtay 3. Hukuk Dairesi'nin 02 Ekim 2018 tarihli kararı için bkz.

http://karamercanhukuk.com/yargitay-karari/humk-donemindeki-kismi-dava-islah-ile-belirsiz-alacak-davasina-donusturulemez

"HMUK döneminde açılan mal paylaşımı davası için belirsiz alacak davası hükümleri uygulanamaz." şeklindeki Yargıtay 8. Hukuk Dairesi'nin 07 Şubat 2017 tarihli kararı için bkz.

http://karamercanhukuk.com/yargitay-karari/humk-doneminde-acilan-mal-paylasimi-davasi-belirsiz-alacak-davasi-uygulanamaz

"HUMK döneminde açılmış kısmi dava tamamen ıslah yoluyla tam eda davasına dönüştürülenebilinir" şeklindeki Yargıtay 22. Hukuk Dairesi'nin 17 Ocak 2017 tarihli kararı için bkz.

http://karamercanhukuk.com/yargitay-karari/humk-donemindeki-kismi-dava-tamamen-islah-yoluyla-tam-eda-davasina-donusturulebilinir

 

AYNI YÖNDE KARAR:

T.C.
YARGITAY
10. Hukuk Dairesi

ESAS NO       : 2020/6775
KARAR NO    : 2020/5619

T Ü R K  M İ L L E T İ  A D I N A

Y A R G I T A Y   İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ           :
 Çan Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ                     : 17/04/2019
NUMARASI             : 2014/274 - 2019/182
DAVACI                   : M.S. vs. Vek. Av. H.Ç.
DAVALI                    : T. K. İşletmeleri Vek. Av. M.G.

Davacılar, murisinin iş kazası sonucu ölümünden doğan maddi ve manevi tazminatın ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.

Mahkeme bozmaya uyarak ilamında belirtildiği şekilde, isteğin kısmen kabulüne karar vermiştir.

Hükmün davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan  sonra düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okundu, işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar verildi.

K A R A R

1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillere, kanuni gerektirici nedenlere göre, davalının aşağıdaki bentlerin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine, 

2- Dava, sigortalının iş kazası sonucunda vefatı nedeniyle yakınlarının maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.

Mahkemece, davacı eş lehine 268.151,23 TL maddi, davacı çocuk lehine 3.820,79 TL maddi, her iki davacı lehine 10.000,00 TL’er TL manevi tazminat ödenmesine karar verilmiştir.

Dosya kapsamından, davacılar murisinin vefat tarihinin 18/12/1999 olduğu, davacı tarafın dava dilelçesi ile eş için 15.000,00 TL maddi, çocuk için 5.000,00 TL maddi, her iki davacı için 20.000,00’er TL manevi tazminat talep ettikleri, davacılar vekilinin 20/02/2019 tarihli dilekçesi ile davalarını tam ıslah yolu ile belirsiz alacak davasına dönüştürdükleri ve davacı eşin maddi tazminat istemini 268.151,23 TL’ye çıkardıklarını beyan ettikleri, davalı vekilinin bu dilekçeye karşı 21/02/2019 tarihli dilekçe ile zamanşımı def‘inde bulunduğu anlaşılmaktadır.

01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)'nun “Zaman Bakımından Uygulanma” başlığını taşıyan 448/1. maddesi, yapılan açıklama ve ilkelere uygun olarak; “Bu Kanun hükümleri, tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydıyla derhâl uygulanır” hükmünü içermektedir. Bu ilkenin benimsenmesinin nedeni kanundaki usul hükümlerinin kamu düzeni ile yakından ilgili olmasıdır. Yeni hükümlerin daima eskisinden daha iyi ve amaca en uygun olduğu fikri, kanun koyucunun, fertlere ait olan hakların yeni usul hükümleri ile daha önce yürürlükte olan kanundan daha iyi ve daha adil bir şekilde korunacağına ilişkin inanca dayanmaktadır.

Eğer bir usul işlemi, yargılama sırasında yapılmaya başlanıp, tamamlandıktan sonra, yeni bir usul kuralı yürürlüğe girerse, söz konusu işlem geçerliliğini korur. Başka bir deyişle, tamamlanmış usul işlemleri, yeni yürürlüğe giren usul hükmünden (veya kanunundan) etkilenmez. Buna karşın, bir usul işlemine başlanmamış veya başlanmış olup da henüz tamamlanmamış ise, yeni usul hükmü (veya kanunu) hemen yürürlüğe girecektir. Çünkü usule ilişkin kanunlar, aksine bir kural benimsenmediği takdirde, genel olarak hemen etkili olur ve uygulanırlar (Y.İ.B.K.’nun 8.7.1942 gün ve E:13, K:19; Hukuk Genel Kurulu'nun 23.09.1964 gün ve E:7/1139, K:575; 09.3.1988 gün ve E:860, K:232; 23.11.1988 gün ve E:1988/1-825, K:1988/964; 22.02.2012 gün ve E:2011/2-723, K:2012/87 sayılı, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 22.02.2011 gün ve 2011/19-735 Esas 2012/93 Karar ile 22.02.2012 gün ve 2011/2-733 Esas 2012/87 Karar sayılı ilamları)

Dava; dava dilekçesinin mahkemeye verilmesiyle başlayan ve bir kararla (hükümle) sonuçlanıncaya kadar devam eden, çeşitli usul işlemlerinden ve aşamalarından oluşmaktadır. Yargılama sırasındaki her usul işlemi, ayrı ayrı ele alınıp değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Bir davayı bütün olarak değerlendirip, bu konuda yeni kanunun etkili olup olmayacağı söylenemez. Yargılama sırasında yapılan bir usul işlemi ve kesiti tamamlanmış ise, artık yeni kanun o usul işlemi hakkında etkili olmayacak, dolayısıyla da uygulanmayacaktır.

Yukarıda yapılan açıklamalara göre, dava dilekçesinin mahkemeye verilmesi ve gerekli harçların yatırılması ile dava açılmasına yönelik usul işlemi 17/12/2009 tarihinde tamamlanmış olup, bu tarihte yürürlükte bulunmayan 6100 sayılı HMK’nın belirsiz alacak davasına ilişkin hükümlerinin davanın tamamen ıslahı yolu ile de olsa somut uyuşmazlıkta uygulanma imkânı bulunmamaktadır. 

Yine iş kazası sonucu sürekli iş göremezlik nedeniyle uğranılan zararın giderilmesi amacıyla açılan maddi ve manevi tazminat davalarında; zamanaşımı süresi gerek olay tarihinde yürürlükte bulunan Borçlar Kanunu'nun 125. maddesi ve gerekse yürürlükteki 6098 sayılı yasanın 146. maddesi gereğince haksız fiilin meydana geldiği tarihten itibaren 10 yıldır.

Dava konusu olayda, davacılar bakımından zaman aşımının başlangıç tarihinin 18/12/1999 tarihi olduğu ortadadır. Hal böyle olunca, kısmi dava olarak açılan davanın tam ıslah yolu ile dahi olsa belirsiz alacak davasına dönüştürülemeyeceği de dikkate alınarak maddi tazminat isteminin artırılmasına ilişkin ıslaha karşı süresi içerisinde ileri sürülen zamanaşımı def'i nin kabul edilip, davacı eş yönünden ıslahla artırılan maddi tazminat kısmının reddi yerine, yazılı şekilde ıslah konusu maddi tazminat istemini de kapsar biçimde, maddi tazminat isteminin kabulüne karar verilmesi hatalı olmuştur.

O halde, davalının bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.

SONUÇ : Hükmün yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, temyiz harcının istek halinde davalıya iadesine 07/10/2020 gününde oybirliğiyle karar verildi.

Başkan V.          Üye               Üye                    Üye               Üye 
Mesut BALCI     B. SONER    B. AYDOĞAN     A. YENER     D. KORKMAZ

 

AYNI YÖNDE KARAR:

T.C.
YARGITAY
Hukuk Genel Kurulu

ESAS NO      : 2019/8-238
KARAR NO   : 2022/319

T Ü R K   M İ L L E T İ   A D I N A

Y A R G I T A Y   İ L A M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ             :
Ankara 10. Aile Mahkemesi
TARİHİ                       : 22/05/2018
NUMARASI                : 2018/201 - 2018/514
DAVACI-BİRLEŞEN 
DAVADA DAVALI      :
F.B. vekili Av. Ü.T.
DAVALI-BİRLEŞEN
 DAVADA DAVACI    :
M.A. vekili Av. H.T.

1. Taraflar arasında birleştirilerek görülen “mal rejiminden kaynaklanan katkı payı alacağı” davalarından dolayı yapılan yargılama sonunda, Ankara 10. Aile Mahkemesince verilen “asıl davanın kısmen, birleşen davanın taleple bağlı kalınarak kabulüne” ilişkin karar taraf vekillerinin temyizi üzerine Yargıtay 8. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.

2. Direnme kararı taraflarca temyiz edilmiştir.

3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ

A) Asıl Dava

Davacı İstemi: 

4. Davacı vekili 11.02.2008 tarihli asıl dava dilekçesinde; tarafların 01.08.1985 tarihinde evlendiklerini, Ankara 32. Asliye Hukuk Mahkemesinin 28.06.2002 tarihli ve 2002/510 E., 2002/324 K. sayılı kararı ile boşanmalarına karar verildiğini, kararın 28.06.2002 tarihinde kesinleştiğini, evlilik birliği içerisinde davalı adına Ankara Batıkent’te bir adet dubleks mesken, Ankara Çubuk’ta kooperatiften alınan bir ev, Manisa Sarıgöl’de üzüm bağları ve bir adet aracın alındığını, müvekkilinin öğretmen davalının ise jeoloji mühendisi olduğunu, davacının evlilik birliği içerisinde edinilen bu mallara yaptığı katkısının kendisine ödenmediğini ileri sürerek fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydıyla 10.000 TL alacağın tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Cevabı:

5. Davalı vekili 06.03.2008 tarihli cevap dilekçesinde; tüm iddiaları inkârla, davanın zamanaşımı süresi dolduktan sonra açıldığını, tarafların anlaşmalı olarak boşandıklarını, protokol nedeniyle davacının Ankara Batıkent ve Çubuk’ta bulunan gayrimenkuller ve araba nedeniyle mal rejiminden kaynaklanan alacak hakkı talep edemeyeceğini, Manisa Sarıgöl’de mevcut bağların müvekkiline annesinden miras kaldığını, kaldı ki davalı adına kayıtlı olan malvarlıklarının edinilmesinde davacının hiçbir katkısının bulunmadığını, evlilik birliği içerisinde davacı adına İzmir ve Ankara’da birer adet daire alındığını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemenin Birinci Kararı:

6. Ankara 10. Aile Mahkemesinin 15.10.2008 tarihli ve 2008/165 E., 2008/1196 K. sayılı kararı ile; taraflar arasındaki mal rejiminin, boşanma davasının açıldığı 13.06.2002 tarihinde sona erdiği, boşanmaya ilişkin kararın 28.06.2002 tarihinde kesinleştiği, buna göre mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 132/2. maddesi uyarınca bir yıllık zamanaşımı süresinin 28.06.2003 tarihinde sona erdiği, davalının yasal süresi içerisinde zamanaşımı itirazında bulunduğu, davanın kanunda belirlenen bir ve beş yıllık zamanaşımı süresi dolduktan sonra 11.02.2008 tarihinde açıldığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Özel Dairenin Birinci Bozma Kararı:

7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı yasal süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz isteminde bulunulmuştur.

8. Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 05.05.2011 tarihli ve 2010/18089 E., 2011/7708 K. sayılı kararı ile;

“… Taraflar 01.08.1985 tarihinde evlenmiş, davaya konu taşınmazlar ile araç 01.01.2002'den önceki tarihlerde alınmış, 13.06.2002 tarihinde açılan boşanma davası 28.06.2002 tarihinde karara bağlanmış, boşanma hükmü ise 28.06.2002'de kesinleşmiştir.

Dava konusu taşınmazlar ile aracın alındığı tarih itibariyle eşler arasında 743 sayılı Türk Kanuni Medenisi uyarınca mal ayrılığı rejimi geçerlidir. 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinde katkı payı ve buna uygulanacak zamanaşımı konusunda bir hüküm bulunmadığından Borçlar Kanunu genel hükümleri uygulanır. Zamanaşımı süresi Borçlar Kanununun 125. maddesi gereğince on yıldır. Boşanma davasının açıldığı 13.06.2002 tarihi itibarıyla mal rejiminin sona erdiği göz önünde bulundurularak Borçlar Kanununun 125. maddesinde öngörülen 10 yıllık zamanaşımı süresinin geçmemiş olduğu dikkate alınıp tarafların iddia ve delilleri doğrultusunda işin esası hakkında bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması doğru olmamıştır,…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.

B) Birleşen Dava:

Davalı-Birleşen Davacı İstemi

9. Davalı-birleşen davacı vekili 27.06.2012 tarihli dava dilekçesinde; kadın eşin evlilik birliği içerisinde Ankara ve İzmir’de iki adet daire edindiğini, bu taşınmazların alımında müvekkilinin yarı oranında katkısı bulunduğunu ileri sürerek fazlaya ilişkin haklarının saklı kalması kaydıyla 10.000 TL katkı payı alacağının tahsilini ve kadın eş tarafından açılan dava ile birleştirilmesine karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Cevabı:

10. Davacı-birleşen davalı vekili 03.08.2012 tarihli cevap dilekçesinde; tüm iddiaları inkârla, Ankara’da bulunan evin bekârlık tasarrufları ile alındığını İzmir’de bulunan evin ise aslen babasına ait olduğunu, ancak babasının yaşlı ve sağlık sorunları olması nedeniyle evin alınmasına ilişkin işlemlerle kendisinin ilgilendiğini, bu nedenle tapu kaydının adına yapıldığını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Islah:

11. (1) Davacı-birleşen davalı 01.12.2105 tarihli “eksik harcın ikmali” konulu dilekçesinde; dava dilekçesinde talep ettiği 10.000 TL dava değerini bilirkişilerce belirlenen değer doğrultusunda HMK’nın 448 ve 107. maddeleri uyarınca 117.250,66 TL'ye çıkarttığını belirterek eksik harcı ikmal etmiştir.

(2) Davalı-birleşen davacı vekili 16.12.2015 tarihli ıslah dilekçesine itiraz dilekçesinde; alacağın bilirkişi raporu ile tespit edilmesinin söz konusu olmadığını, davacının ıslah niteliğindeki talebinin zaman aşımı nedeniyle reddinin gerektiğini, 28.06.2002 tarihinde boşanan taraflar yönünden 01.12.2015 ıslah tarihi itibariyle zaman aşımı süresinin dolduğunu, eldeki davanın HMK’nın yürürlülük tarihi öncesinde açıldığını, dolayısıyla davanın belirsiz alacak davası olarak kabul edilemeyeceğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemenin İkinci Kararı:

12. Ankara 10. Aile Mahkemesinin 28.12.2015 tarihli ve 2011/1687 E., 2015/2014 K. sayılı kararı ile; asıl dava yönünden yapılan yargılamada 6100 sayılı HMK'nın 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe girdiği, böylece dava tarihi itibariyle yasalarda bulunmayan belirsiz alacak davasının sisteme dahil edildiği, HMK’nın 107. maddesine göre davanın açıldığı tarihte alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenemeyeceği hâllerde alacaklının asgari bir miktar ve değer belirterek belirsiz alacak davası açabileceği, dava konusu alacak yönünden davacının matematiksel olarak kendi katkısını hesaplamasının mümkün olmadığı, alacak miktarının mahkemece yapılan keşif, tarafların gelir durumları, tasarruf miktarları, davalı kocanın evi geçindirme yükümlüğü gibi hususların tartışılarak belirlenebileceği, somut olayda davacının alacak miktarının 16.03.2015 tarihli bilirkişi raporu ile tespit edildiği, zaman aşımı süresinin rapor tarihi itibariyle işlemeye başlayacağı, aksi hâlde hakkaniyete aykırı sonuçlar doğabileceği, dava tarihi itibariyle belirsiz alacak davası bulunmamakla HMK’nın 448. maddesi gereğince 6100 sayılı Kanun hükümlerinin tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydı ile derhal uygulanacağının belirtildiği, bu durumda HMK’nın 107. maddesi gereğince işlem yapılmasının yasaya uygun olduğu gerekçesiyle araçtan dolayı 3.492 TL, Kazan’da bulunan taşınmazdan dolayı 35.045,05 TL, Batıkent’te bulunan taşınmazdan dolayı 78.713,51 TL katkı payı alacağının, Manisa Sarıgöl’de bulunan taşınmazlar yönünden davanın atiye bırakıldığı ve bu taşınmazlar yönünden 1.000 TL talep edildiği göz önüne alınarak toplamda 116.250,66 TL katkı payı alacağının davalı-birleşen davacıdan tahsiline, birleşen dava yönünden ise Aliağa’da bulunan taşınmaz yönünden 28.652 TL ve Yenimahalle’de bulunan taşınmaz yönünden 37.101 TL katkı payı alacağına karşılık davacının 10.000 TL talep ettiği gözetilerek bu tutarın davacı-birleşen davalıdan tahsiline karar verilmiştir.

Özel Dairenin İkinci Bozma Kararı:

13. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı yasal süresi içinde taraflarca temyiz isteminde bulunulmuştur.

14. Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 07.02.2017 tarihli ve 2016/6712 E., 2017/1285 K. sayılı kararı ile;

“… 1- Dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına ve mevcut deliller mahkemece takdir edilerek karar verildiğine, takdirde bir isabetsizlik bulunmadığına göre, davacı-(birleşen davada davalı) vekilinin tüm ve davalı-(birleşen davada davacı) vekilinin aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.

2- Davalı-(birleşen davada davacı) vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince; Dosya kapsamı incelendiğinde Davalı-davacı tarafça, yargılama sırasında asıl dava yönünden yapılan 01.12.2015 tarihli ıslahın zamanaşımına uğradığı, ıslahla yükseltilen miktarın reddine karar verilmesi gerektiğine ilişkin itirazın Mahkeme tarafından reddedildiği anlaşılmaktadır.

Mahkemece, asıl dava yönünden kısmen kabulüne ilişkin gerekçesinde, "Davalı vekili davacı tarafça dava değerinin artırılmasını yasaya uygun olmadığını, zira alacağın bilirkişi raporu ile tespit edilmesinin söz konusu olmadığını, davacının ıslah niteliğindeki talebinin zaman aşımı nedeniyle reddi gerektiğini, 28/06/2002 tarihinde boşanan taraflar yönünden 30/11/2015 ıslah tarihi itibariyle zaman aşımı süresinin dolduğunu, Yargıtay 8 Hukuk Dairesinin kararlarına göre HMK yürürlülük tarihinden önce hukukumuzda olmayan belirsiz alacak davasının kanunun yürürlülük tarihinden önce açılmış sayılmasının mümkün olmadığını, ıslah talebinin reddi gerektiğini belirtmiş ise de; 6100 sayılı HMK'nın 1/10/2011 tarihinde yürürlüğe girdiği ve dava tarihi itibariyle yasalarımızda bulunmayan belirsiz alacak davasının sistemimize dahil edildiği, HMK 107 maddesi gereğince davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenemeyeceği hallerde alacaklının asgari bir miktar ve değer belirterek belirsiz alacak davası açabileceği, dava konusu alacak yönünden davacının matematiksel olarak kendi katsını hesaplamasının mümkün olmadığı, alacak miktarının mahkemece yapılan keşif, tarafların gelir durumları, tasarruf miktarları, davalı kocanın evi geçindirme yükümlüğü gibi hususların tartışılarak bilirkişice belirlenmesi gerektiği, derdest davada davacının alacak miktarının hukukçu bilirkişi tarafından verilen 16/03/2015 tarihli bilirkişi raporu ile belirlendiğinin ve zaman aşımı süresinin bilirkişi rapor tarihi itibariyle işlemeye başlayacağının kabulü gerektiği aksine kabul durumunda hakkaniyete aykırı sonuçlar doğabileceği, dava tarihi itibariyle sistemimizde belirsiz alacak davası mümkün olmamakla birlikte HMK 448 maddesi gereğince 6100 sayılı kanun hükümlerinin tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydı ile derhal uygulanacağı, bu durumda HMK 107 maddesi gereğince işlem yapılmasının yasaya uygun olduğu kanaatine varılarak davacı tarafın artırım dilekçesi, hukukçu bilirkişi raporu esas alınmak suretiyle davacının araçtan dolayı 3.492,00 TL, Kazan da ki taşınmazdan dolayı 35.045,5 TL Batıkentte ki taşınmazdan dolayı 78.713,51 TL katkı payı alacağının bulunduğu anlaşılmış. Ancak atiye bırakılan Manisa Sarıgölde ki 1000 TL talep edilen taşınmazlarla ilgili talep atiye bırakıldığından toplam 116.250,66 TL katkı alacağına, " hükmedildiği anlaşılmaktadır.

Davacı-(birleşen davada davalı) taraf, dava dilekçesinde, evlilik birliği içerisinde davalı erkek adına edinilen bir adet araç, bir adet bağ ve iki adet mesken yönünden davacı kadının katkısı olduğu bildirilerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 10.000,00 TL katkı payı alacağının faizi ile davalıdan tahsili talep edilmiştir. Mahkemece, verilen süre içerisinde davacı-(birleşen davada davalı) taraf 13.10.2008 tarihli sundukları dilekçe ile Batıkent'teki eve katkısından dolayı evin yarı parasının, Kazan ilçesindeki villa için günümüz değerinin yarısı, Sarıgöl'deki üzüm bağı yönünden katkısı nedeniyle üzüm bağından gelecek gelirin yarısı, ayrıca üzüm bağının satılması halinde satış değerinin yarısını, araç yönünden bugunkü değeri üzerinden yarı payını talep ettiklerini belirtmiştir.

Mahkemece, bozma sonrası yapılan yargılamada verilen süre içinde 26.01.2012 tarihli dilekçe ile davacı-(birleşen davada davalı) vekili fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla Batıkent'teki evin sürüm değerinin %65'inden az olmamak üzere 6.000,00 TL, Kazandaki villa için sürüm değerinin %65'inden az olmamak üzere 2.000,00 TL, Sarıgöldeki üzüm bağı için sürüm değerinin %65'inden az olmamak üzere 1000,00 TL, araç yönünden ise sürüm değerinin %65'inden az olmamak üzere 1.000,00 TL alacağın faizleriyle birlikte talep ettiklerini açıklamıştır.

Hesap bilirkişi raporundan sonra Mahkemeye, davacı-davalı asıl tarafından sunulan 01.12.2015 tarihli dilekçe ile davalarının belirsiz alacak davası olduğu belirtilerek bilirkişi raporu doğrultusunda 117.250,66 TL'nin faiziyle tahsili talep edilmiştir.

 Asıl davanın açıldığı 11.02.2008 tarihi itibariyle 1086 sayılı HUMK yürürlüktedir. Belirsiz alacak davası, HUMK'nın yürürlükte olduğu dönemde yer almayan bir dava türü olup 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 107. maddesiyle kabul edilmiştir. Bu durumda eldeki asıl davanın açıldığı tarihte HUMK yürürlükte olduğuna göre, HMK döneminde açılan davalar açısından uygulanma imkânı bulunan belirsiz alacak davası ile ilgili hükümlerin asıl dava dosyası bakımından uygulanması düşünülemez.

Davacı-(birleşen davada davalı) taraf 11.02.2008 tarihli dava dilekçesinde fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak 10.000,00 TL talep ettiğini bildirmiştir. 01.12.2015 tarihli mahkemeye sunduğu 117.250,66 TL talebe ilişkin dilekçe ise ıslah niteliğindedir. Dosya içinde yer alan boşanma evrakları incelendiğinde, tarafların 01.08.1985 tarihinde evlendiği; 13.06.2002 tarihinde açılan boşanma davasının kabulüne ilişkin hükmün, 28.06.2002 tarihinde kesinleşmesiyle boşandıkları anlaşılmaktadır. 743 sayılı TKM’nın 170. maddesi uyarınca eşler arasında mal ayrılığı rejiminin geçerli olduğu dönemde edinilen mallardan kaynaklanan katkı payı alacağı TMK’nun 5. maddesi yoluyla TBK’nun 146 (eski BK.m.125) maddesi uyarınca 10 yıllık zamanaşımına tabi bulunmaktadır. Somut uyuşmazlıkta, ıslah yapıldığı tarih itibariyle 10 yıllık zamanaşımı süresi geçmiştir. Davalı-davacı vekili ıslaha karşı açıkça ve süresinde karşı koyduğuna göre asıl dava yönünden ıslahla arttırılan miktarın reddi gerekirken yazılı gerekçe ile kısmen kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir.

Her ne kadar hüküm fıkrası 1. bendinde "1-Davanın kısmen kabulü ile 116.250,66.TL'nin dava tarihinden işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsili ile davacıya ödenmesine", şeklinde yazılmış ise de bunun "..davalı-davacıdan tahsili ile davacı-davalıya ödenmesine", yine hüküm fıkrasında 2. bendinde " 2-Birleşen davanın taleple bağlı kalınarak kabulü ile 10.000.TL'nin birleşen dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davacıdan tahsili ile davalıya ödenmesine," şeklinde yazılmış ise de bunun "..davacı-davalıdan tahsili ile davalı-davacıya ödenmesine" şeklinde olması gerekmekte ise de bu husus maddi hatadan kaynaklanıp mahallinde her zaman düzeltilmesi mümkün yazım hatası niteliğinde olduğundan bozma nedeni yapılmamıştır…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.

Direnme Kararı:

15. Ankara 10. Aile Mahkemesinin 22.05.2018 tarihli ve 2018/201 E., 2018/514 K. sayılı kararı ile bozma öncesi kararda yer alan gerekçenin yanında, asıl davanın açıldığı 11.02.2008 tarihinde 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK) hükümlerinin yürürlükte olduğu, 01.10.2011 tarihinde ise HMK’nın yürürlüğe girdiği ve HMK’nın 448. maddesi gereğince “bu kanun hükümlerinin tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydı ile derhal uygulanacağının” öngörüldüğü, Kanun’un yürürlüğe girdiği tarih itibariyle derdest olan dosyaya usul hükümlerinin uygulandığı ve 107. maddesi kapsamında belirsiz alacak davası açılabileceğinin belirtildiği, dolayısıyla yargılaması devam eden dosyaya 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) TMK'nın 4. maddesi de dikkate alınarak belirsiz alacak davası olarak devam edildiği, davacının bilirkişi raporundan sonra dosyaya sunduğu 01.12.2015 tarihli dilekçenin ıslah niteliğinde olmayıp tamamlama harcı niteliğinde olduğu gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme Kararının Temyizi:

16. Direnme kararı yasal süresi içerisinde taraf vekillerince temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK

17. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda; HUMK’nın yürürlükte olduğu tarihte fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak açılan eldeki davaya belirsiz alacak davası hükümlerinin uygulanmasının mümkün olup olmadığı, belirsiz alacak davası hükümlerinin uygulanmasının mümkün olmadığına karar verildiği takdirde, davacı-birleşen davalı vekilinin 01.12.2015 tarihli dilekçesinin ıslah dilekçesi niteliğinde olup olmadığı, buradan varılacak sonuca göre fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak açılan davada 01.12.2015 tarihinde artırılan alacak miktarının zamanaşımına uğrayıp uğramadığı noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE

A) Davacı-birleşen davalı vekilinin temyiz talebi yönünden yapılan incelemede;

18. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında işin esasının incelenmesinden önce, mahkemece direnme kararı öncesinde verilen kararın taraflarca temyiz edildiği, Özel Dairece davacı-birleşen davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddedilerek bozma kararı verildiği, direnme kararının ise yeniden taraflarca temyiz edildiği dikkate alındığında, direnme öncesi verilen kararı temyiz eden ve temyiz itirazları reddedilen davacı-birleşen davalı vekilinin direnme kararını temyizinde hukukî yararının bulunup bulunmadığı, bu bağlamda temyiz isteminin reddine karar verilmesinin gerekip gerekmediği hususu ön sorun olarak tartışılmıştır.

19. Bilindiği üzere hukukî yarar, dava şartı olduğundan temyiz incelemesi yapılabilmesi için de gerekli bir şarttır.

20. Mahkeme kararını temyiz edip, bu istemi Özel Dairece reddedilen taraf yönünden karar kesinleşmiş olmakla, artık bu tarafın direnme kararını temyizde de hukukî yararı bulunmamaktadır.

21. O hâlde davacı-birleşen davalı vekilinin direnme hükmüne yönelik temyiz isteminin hukukî yarar yokluğundan reddine karar verilmelidir.

B) Davalı-birleşen davacı vekilinin temyiz talebi yönünden yapılan incelemede;

22. Yerel Mahkemenin ilk ve direnme karar gerekçesinin temelini eldeki davanın, belirsiz alacak davası niteliğinde görülmesi gerektiği yönündeki kanaat oluşturmaktadır.

23. Hemen belirtilmelidir ki; usul hukuku alanında geçerli temel ilke, yargılamaya ilişkin kanun hükümlerinin derhal yürürlüğe girmesidir. Başka bir deyişle medeni usul hukukunda, kural olarak kanun değişikliklerinde “derhal uygulanırlık ilkesi” geçerlidir. Bu ilkenin benimsenmesinin nedeni ise, bu kanun hükümlerinin kamu düzeni ile yakından ilgili olduğu, daima eskisinden daha iyi ve amaca en uygun olduğu fikri ile kanun koyucunun, fertlere ait olan hakların yeni usul hükümleri ile daha önce yürürlükte olan kanundan daha iyi ve daha adil bir şekilde korunacağına ilişkin inancıdır.

24. Usul kurallarının zaman bakımından uygulanmasında derhal uygulanırlık kuralı ile birlikte dikkate alınması gereken bir husus da, yeni usul kuralı yürürlüğe girdiğinde, ilgili usul işleminin tamamlanıp tamamlanmadığıdır.

25. Dava, dava dilekçesinin mahkemeye verilmesiyle başlayan ve bir kararla (veya hükümle) sonuçlanıncaya kadar devam eden çeşitli usul işlemlerinden ve aşamalarından oluşmaktadır. Eğer bir usul işlemi, yargılama sırasında yapılmaya başlanıp, tamamlandıktan sonra, yeni bir usul kuralı yürürlüğe girerse, söz konusu işlem geçerliliğini korur. Başka bir deyişle, tamamlanmış usul işlemleri, yeni yürürlüğe giren usul hükmünden (veya kanunundan) etkilenmez; aksini düşünmek gereksiz yere bu işlemin tekrarlanması nedeniyle emek ve zaman kaybına neden olacaktır. Buna karşın, bir usul işlemine başlanmamış veya başlanmış olup da henüz tamamlanmamış ise, yeni usul hükmü (veya kanunu) hemen yürürlüğe gireceğinden etkilenir. Çünkü usule ilişkin kanunlar tersine bir kural benimsenmediği takdirde genel olarak hemen etkili olup uygulanırlar (Üstündağ, Saim: Medeni Yargılama Hukuku, C: I-II, İstanbul 1992, s. 78; Pekcanıtez, Hakan: Pekcanıtez Usul Medeni Usul Hukuku, İstanbul, 2017, s. 48).

26. Yapılan açıklama ve ilkelere uygun olarak; 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren HMK’nın “Zaman bakımından uygulanma” başlığını taşıyan 448/1. maddesi de “Bu Kanun hükümleri, tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydıyla derhâl uygulanır” hükmünü içermektedir. Bu madde hükmüne göre, kanunda aksine bir düzenleme getirilmediği takdirde, yeni usul hükümlerinin tamamlanmış usul işlemlerine bir etkisi olmayacak, önceki kanuna göre yapılmış ve tamamlanmış olan işlemler geçerliğini koruyacaktır. Buna karşın, tamamlanmamış usul işlemleri yeni kanun hükümlerine göre yapılacaktır.

27. Belirsiz alacak davası ise hukukumuza ilk kez HMK ile girmiştir. Bu Kanun’un 107/1. maddesinde “Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir” düzenlemesi mevcuttur. Ancak yukarıdaki açıklamalar ışığında eldeki davada, dava dilekçesinin mahkemeye verilmesi ve gerekli harçların yatırılması ile dava açma işlemi tamamlanmış olduğundan HMK ile getirilen belirsiz alacak davasına ilişkin hükümler uygulanamayacaktır. Başka bir deyişle HUMK’nın yürürlükte olduğu dönemde fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak kısmi dava şeklinde açılan eldeki davanın, HMK’nın yürürlüğe girmesiyle kendiliğinden belirsiz alacak davasına dönüşeceği kabul edilemez. Ayrıca HUMK’nın yürürlükte olduğu dönemde açılan davalar HMK’nın yürürlüğe girmesinden sonra kısmi ıslahla belirsiz alacak davasına dönüştürülemeyeceği gibi tam ıslahla dahi belirsiz alacak davası hâline gelmez. Zira davanın tamamen ıslahında, tamamen ıslah edilen dava, ilk açılan davanın devamı niteliğinde olduğundan, ilk dava tarihinde açılmış kabul edilecek ve ilk dava tarihinde yürürlükte olan usul hükümleri uygulanacaktır.

28. Dolayısıyla davacının; HMK’nın yürürlüğe girdiği tarihten önce, HUMK’nın yürürlükte olduğu 11.02.2008 tarihinde açtığı eldeki davada, HMK ile hukukumuza giren belirsiz alacak davasına ilişkin düzenlemenin somut uyuşmazlıkta uygulanabilirliği bulunmamaktadır.

29. Ne var ki Mahkemenin direnme gerekçesinin bir diğer dayanağı da davacının 01.12.2005 tarihli dilekçesinin “ıslah” dilekçesi olmayıp “tamamlama harcı” niteliğinde bir dilekçe olması gerektiği yönündeki kanaati olduğundan uyuşmazlığın çözümü için “ıslah” ve “zamanaşımının kesilmesi” kavramlarının da açıklanması gerekmektedir.

30. Kavram olarak ıslah; taraflardan birinin yapmış olduğu usul işleminin tamamen veya kısmen düzeltilmesine denir (Kuru, Baki: Hukuk Muhakemeleri Usulü, C. IV, İstanbul 2001, s. 3965). Islah müessesesi, dava değiştirme, başka deyişle iddia ve savunmanın değiştirilmesi veya genişletilmesi yasağını bertaraf eden bir imkândır. Zira bu suretle, aslında yasal itiraz ile karşılaşılabilecek olan herhangi bir taraf işlemi, ıslah kurumu yardımı ile artık bu itiraza imkân vermeksizin yapılabilmektedir (Üstündağ, Saim: Medeni Yargılama Hukuku, C. I-II, İstanbul, 1992, s. 534).

31. Islaha ilişkin temel düzenleme HMK’nın 176. ve devamı (HUMK’nın 83. ve devamı) maddelerinde yer almakla birlikte, ıslah HMK’nın 141. maddesindeki iddia ve savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi yasağının istisnası olarak belirtilmektedir.

32. Islahın düzenlendiği bu maddeler dikkate alındığında; ıslahın konusu tarafların yapmış oldukları usul işlemleridir. Bu bakımdan ancak tarafların yapmış olduğu usul işlemleri ıslah edilebilir. Tarafların yapmış olduğu usul işlemleri, yargılamanın ilerlemesi için yapılan, şartları ve etkileri usul hukuku tarafından düzenlenmiş olan işlemlerdir. Bir taraf ancak kendi yapmış olduğu usul işlemlerini ıslah edebilir; karşı tarafın veya mahkemenin yapmış olduğu usul işlemleri ıslah edilemez (Kuru, s. 4020). Gerek öğretide gerekse uygulamada ıslah yoluyla davanın değiştirilebileceği veya genişletilebileceği, aynı şekilde savunmanın da genişletilebileceği ilke olarak kabul edilmektedir. Yine HUMK’nın yürürlükte olduğu tarihte kısmi dava olarak açılan bir davada, müddeabihin artırılıp artırılmayacağı hususu da bir usul işlemi olup, ıslahın konusunu teşkil etmektedir.

33. Islahın amacı, yargılama sürecinde şekil ve süreye aykırılık sebebiyle ortaya çıkabilecek maddi hak kayıplarını ortadan kaldırmak olduğundan, hak ve alacağı bu sürecin dışında ortadan kaldırmış olan işlemlerin, yani maddi hukuk işlemlerinin ıslah yoluyla düzeltilebilmesi elbette ki mümkün değildir. Bir başka deyişle, maddi hakkı sona erdiren maddi hukuk işlemleri ıslahla düzeltilemez. Feragat, kabul, sulh gibi işlemler, velev ki dava içinde yapılsın, asıl hakkı ortadan kaldırdıklarından, usul işlemi olduğu kadar maddi hukuk işlemi mahiyetini de taşımaktadır ve bu sebeple, bu işlemlerin ıslah yoluyla düzeltilmesi imkânsızdır (Özekes, Hakan: Pekcanıtez Usul Medeni Usul Hukuku, İstanbul, 2017, s. 1517). Çünkü ıslah, yargılama hukukunun şekle ve süreye bağlılığından kaynaklanan zımni hak kayıplarının telafisi için öngörülmüş bir müessesedir.

34. Davanın tamamen ıslahı, dava dilekçesinden itibaren bütün usul işlemlerinin yapılmamış sayılmasını gerektirir. Gerek öğretide gerekse uygulamada, davanın tamamen ıslahında yeni bir dava açılmamış sayılacak, tamamen ıslah edilen dava ilk açılan davanın devamı niteliğinde olduğundan, bunun doğal sonucu olarak, zamanaşımı ilk davanın açıldığı tarihteki duruma göre dikkate alınacaktır. Onun için davanın tamamen ıslahında ıslah olunan dava, ilk dava gününde açılmış sayılacaktır (Kuru, s. 3998 vd; Özekes, s. 1537).

35. Gelinen aşamada açıklanması gereken diğer bir husus da “zamanaşımının kesilmesi” kavramıdır.

36. Somut olaya uygulanması gereken Borçlar Kanunu’nun 133/2. [6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 154/2.] maddesi gereğince; alacaklı dava veya def’î yoluyla mahkemeye veya hakeme başvurmuşsa, icra takibinde bulunmuşsa ya da iflas masasına başvurmuşsa zamanaşımı kesilir. Ancak, BK’nın 135/1. (TBK’nın 156/1.) maddesi gereğince; zamanaşımının kesilmesiyle kesilme tarihinden başlayarak yeni bir süre işlemeye başlar. Dava veya def'î yoluyla kesilmiş olan zamanaşımı, davanın devamı süresinde taraflardan birinin yargılamaya ilişkin her bir işleminden ve hâkimin her emir ve hükmünden itibaren yeniden işlemeye başlayacaktır [BK m. 136/1 (TBK m. 157/1)].

37. Öğreti ve uygulamada kısmi davada dava edilmeyen alacak kesimi için, fazlaya ilişkin hakkın saklı tutulmuş olmasının zamanaşımını kesmeyeceği kabul edilmektedir (Kuru, s. 1541 vd.; Pekcanıtez, s. 1008). Başka deyişle kısmi dava açılması hâlinde zamanaşımı yalnız alacağın kısmi dava konusu yapılan miktarı için kesilecek, ancak talep konusu yapılmayan geri kalan kısım bakımından ise zamanaşımı işlemeye devam edecektir. Kısmi dava ile talep edilmeyen alacağın geri kalan kısmı için zamanaşımı BK’nın 133. (TBK’nın 154.) maddesindeki diğer kesilme nedenleri dışında ancak aynı yargılamada karşı tarafın rızası veya ıslah talebinde bulunma tarihinde yahut geri kalan kısım için ikinci dava açılacaksa ikinci davanın açıldığı tarihte kesilmiş olur. Davacının geri kalan kısım için ıslaha başvurması veya ikinci dava açması durumunda davalının zamanaşımı def'înde bulunabileceğinden tereddüt etmemek gerekir (Pekcanıtez, s. 1008).

38. Eldeki davada taraflar; 01.08.1985 tarihinde evlenmiş, 13.06.2002 tarihinde açılan boşanma davasının kabulüne ilişkin hükmün 28.06.2002 tarihinde kesinleşmesiyle boşanmışlardır. Eşler arasındaki mal rejimi boşanma davasının açıldığı tarih itibarıyla sona ermiştir. Eşler arasında sözleşmeyle başka mal rejiminin seçildiği ileri sürülmediğinden; evlilik tarihi olan 01.08.1985 tarihinden TMK'nın yürürlüğe girdiği 01.01.2002 tarihine kadar 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin (Medeni Kanun) 170. maddesi ile düzenleme altına alınan mal ayrılığı rejimi, bu tarihten mal rejiminin sona erdiği 13.06.2002 tarihine kadar ise TMK 202/1. maddesi ile düzenlenen edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir. Kadın eşin dava konusu ettiği taşınmazların tescil kayıtlarının ise eşler arasında mal ayrılığı rejiminin geçerli olduğu tarihlerde erkek eş adına oluşturulduğu anlaşılmıştır. Medeni Kanun’da katkı payı ve buna uygulanacak zamanaşımı konusunda bir hüküm bulunmadığından Borçlar Kanunu genel hükümleri uygulanması gerektiği dikkate alındığında buradan varılacak sonuç; bir alacak davası olan mal rejiminin tasfiyesine ilişkin davalarda on yıllık zamanaşımı süresinin tarafların boşanmasına ilişkin kararın kesinleştiği tarihte işlemeye başlayacağıdır.

39. Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; tarafların boşanmasına ilişkin hükmün 28.06.2002 tarihinde kesinleştiği, davacının ise eldeki davayı 11.02.2008 tarihinde fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla evlilik birliğinden doğan katkı payına ilişkin 10.000 TL bedelin dava tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsilini talep ettiği, yargılama sırasında 01.12.2015 tarihli ıslah dilekçesi ile talebini 117.250,66 TL’ye yükselttiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte davalı vekili tarafından ıslah ile artırılan miktar yönünden zamanaşımı def'înde bulunulduğu görülmektedir.

40. Somut olayda mal rejiminin tasfiyesinden kaynaklanan alacak davasına ilişkin on yıllık zamanaşımı süresinin tarafların boşanmasına ilişkin hükmün kesinleştiği 28.06.2002 tarihinde işlemeye başlayacağı hususunda ihtilaf bulunmamaktadır. Eldeki dava ise 11.02.2008 tarihinde on yıllık zamanaşımı süresi içerisinde açılmış olup, fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak 10.000 TL katkı payı talep edilmiştir. Açılan eldeki dava ile sadece talep edilen miktar yönünden zamanaşımı kesilmiş, şimdilik denilerek istenmeyen katkı payı alacağı yönünden işleyen zamanaşımı süresi ise kesintiye uğramamıştır. Bu durumda ıslah tarihi olan 01.12.2015 tarihi itibari ile ıslahla artırılan miktar için davalının usulüne uygun şekilde ileri sürdüğü zamanaşımı def'î karşısında on yıllık zamanaşımı süresinin dolduğunun kabulü gerekmektedir.

41. Şu hâlde; yerel mahkemece, davacı tarafın ıslahla artırdığı miktar yönünden Borçlar Kanunu ile öngörülen on yıllık zamanaşımı süresinin dolması nedeniyle bu kısma ilişkin istemin reddine karar verilmesi gerekirken, kabul kararı verilmesi doğru değildir.

42. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında; eldeki davanın HUMK döneminde açılmış olması nedeniyle belirsiz alacak davası olarak değerlendirilemeyeceği, yerel mahkemenin bu gerekçesinin yerinde olmadığı, ancak direnme kararından sonra verilen Yargıtayın 24.05.2019 tarihli ve 2017/8 E., 2019/3 K. sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının temel gerekçesi; ıslahla miktar artırımının ek dava niteliğinin bulunmadığı ve sadece dava dilekçesinde belirtilen miktarın düzeltilmesi niteliğinde olduğu sonucuna dayandığı için içtihadı birleştirme kararlarının usulü kazanılmış hak ilkesinin istisnası olarak henüz kesinleşmemiş tüm davalara tatbikinin gerekli olduğu, içtihadı birleştirme kararlarının sonuçlarının bağlayıcı ve gerekçelerinin ise yol gösterici olduğu, bu nedenle miktar artırımına ilişkin ıslahın artık ek dava olarak görülmesi mümkün olmayıp dava dilekçesindeki miktar kısmının düzeltilmesi olarak kabul edilmesi gerektiği, ne var ki bu tartışmanın yapılabilmesi için öncelikle geçerli bir ıslahın varlığının gerektiği, somut olay değerlendirildiğinde ise talep artırımına ilişkin ıslahın bozma sonrasında yapıldığı, bozmadan sonra ıslah yapılamayacağı için ıslahla miktarın arttırılmasının geçersiz bir usul işlemi olduğu, dolayısıyla mahkemece bozmadan sonra yapılan ıslahın geçersiz olduğu gözetilerek bir karar verilmesi gerekçesiyle direnme kararının bu değişik gerekçeyle bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de; bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.

43. Hâl böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

44. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

IV. SONUÇ:

Açıklanan nedenlerle;

I- A bendinde (§18-21) belirtilen gerekçelerle davacı-birleşen davalı vekilinin direnme kararına yönelik temyiz isteminin hukukî yarar yokluğundan oy birliği ile REDDİNE,

II- B bendinde (§22-44) belirtilen gerekçelerle davalı-birleşen davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında açıklanan gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince oy çokluğu ile BOZULMASINA,

İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatıranlara geri verilmesine,

Aynı Kanun’un 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 15.03.2022 tarihinde karar verildi.

KARŞI OY

Belirsiz alacak davası hukukumuza 6100 sayılı HMK 'da yer alan düzenlemeler ile girmiş olup eldeki dava bu Kanunun yürürlüğünden önce HUMK döneminde açılmış olduğundan açılan davanın belirsiz alacak davası olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Dava; açıldığı tarih itibarıyla kısmi dava niteliğinde olup dava açılmakla tamamlanmış işlem meydana geleceğinden HMK 448. maddedeki zaman bakımından uygulanma kuralına göre bu davanın kısmi dava olarak açıldığı kesinleşmiş olup, bu davanın artık belirsiz alacak davası olarak açıldığı sonucuna varılamayacaktır. Islah tarihinde HMK' nın yürürlüğe girmiş olması da bu davanın belirsiz alacak davası olarak nitelenebilmesine imkân vermez. Mahkemenin bu gerekçeye dayalı olarak direnmiş olması isabetli olmamıştır.

TBK 154. maddede dava yoluyla mahkemeye başvurulmuş ise yani dava açılmışsa zamanaşımının kesileceği düzenlenmiştir. Bu maddenin de yorumunun sonucu olarak, Özel Dairenin bozma kararını verdiği tarih ile mahkemenin direnme kararını verdiği tarihteki yerleşik yargılamasal uygulamalarda dava açılmakla ancak dava dilekçesindeki miktar için zamanaşımının kesileceği kabul edilmekte olup bozma kararı geçerli bir ıslahın varlığı hâlinde bu yargısal uygulamalara da uygundur.

Direnme kararından sonra 24.05.2019 tarihinde verilen 2017/8 esas, 2019/3 karar sayılı bir içtihadı birleştirme kararında kısmi davada, dava konusu miktarın kısmi ıslahla faiz talebi belirtilmeksizin artırılması hâlinde, artırılan miktar bakımından dava dilekçesindeki faiz talebine bağlı olarak faize hükmedileceği belirtilmiştir.

Bu karar zamanaşımı ile ilgili değil ise de İçtihadı Bileştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı olmakla birlikte gerekçeleriyle de yol gösterici olduğu unutulmamalıdır. Bu içtihadı birleştirme kararında varılan sonucun temel gerekçesi; ıslahla miktar artırımının ek dava niteliğinde olmayıp dava dilekçesindeki miktarın değiştirilmesi olduğudur.

Bu karar ile ıslahla miktar artırımı ek dava olarak görülmemiş ve sadece dava dilekçesinde yazan miktarın değiştirilmesi, diğer bir ifadeyle bu miktarın düzeltilmesi olarak görülmüştür. Bu kararın sonucu olarak miktar artırımına ilişkin yapılan ıslahın da artık ek dava olarak görülmesi mümkün olmadığı için ıslahla artırılan kısım için de zamanaşımının dava tarihine göre hesaplanması gerekip gerekmediğinin tartışılması gerekmekle birlikte bu tartışmayı yapabilmek için önce geçerli bir ıslahın varlığı gerekir.

04.02.1948 gün ve 1994/10 Esas 1948/3 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile bu kararın değiştirilmesine gerek olmadığına dair 06.05.2016 tarih ve 2015/1-2016/1 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca; bir yargılama işlemi olan ıslah, soruşturma ve yargılama bitinceye kadar yapılması mümkün olup, karar, temyiz incelemesi sonucu bozulduktan sonra artık ıslah yapılamayacaktır.

28.07.2020 tarihinde yürürlüğe giren değişiklik ile bozmadan sonra ıslahı mümkün kılan hüküm getirilmiş ise de bu hüküm değişiklik sonrası yapılacak ıslah için uygulanabilir. Zira yapıldığı tarihte geçersiz olan tamamlanmış işleme kanun değişikliği sonucu geçerlilik tanınarak bir sonuca varılması mümkün olmayacaktır.

Yukarıda yapılan açıklamalarla birlikte somut olay değerlendirildiğinde; talep artırımına ilişkin ıslah, bozma kararı sonrası yapılmıştır. Bozmadan sonra ıslah yapılamayacağı için ıslahla miktarın artırılması geçersiz bir usul işlemi niteliğindedir. Bu geçersiz işleme dayalı olarak işin esası incelenip alacağın zamanaşımına uğrayıp uğramadığı uğramamış ise istenebilecek alacak olup olmadığı varsa miktarının ne olduğu konusunda bir araştırma ve inceleme yapılabilmesi mümkün değildir. Zira alacağın zamanaşımına uğrayıp uğramadığının incelenmesi esasa ilişkin bir inceleme olup geçerli bir şekilde talep edilmemiş bir alacağa ilişkin esastan inceleme yapılabileceğinden söz edilemez.

Mahkemece bozmadan sonra yapılan ıslahın geçersiz olduğu gözetilerek bir karar verilmesi gerekirken bu miktar artırımına değer verilerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmamıştır.

Direnme hükmünün yukarıda açıklanan nedenlerle bozulması gerektiği görüşünde olduğumdan, ıslah ile istenen miktarlar yönünden alacağın zamanaşımına uğradığı gözetilerek karar verilmesi yönünde olan Özel Daire kararı gibi direnme hükmünün bozulması yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyorum.

Zeki GÖZÜTOK
Üye