KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesinde yayınlanan tüm içerik telif yasaları ve Türk Patent Enstitüsü kapsamında koruma altındadır. KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesinde paylaşılan Yargıtay Kararları’nın kullanımından doğabilecek zararlar için KARAMERCAN HUKUK Bürosu hiçbir sorumluluk kabul etmez. www.karamercanhukuk.com/blog_yargitay.php internet adresinde paylaşılan Yargıtay Kararları’nın link verilmeden bir başka anlatımla www.karamercanhukuk.com internet adresinden alındığı belirtilmeksizin kopyalanması, paylaşılması ve kullanılması YASAKTIR. KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesini ziyaret etmekle, yukarıda belirtilen kullanım şartlarını kabul etmiş sayılırsınız.
Yazdır

KAYIT MALİKİ İLE VEKİL ARASINDAKİ İLİŞKİNİN GERÇEK MAHİYETİNİN AÇIKLIĞA KAVUŞTURULMASI AÇISINDAN VEKİLE DE HUSUMET YÖNELTİLMELİDİR.

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

Esas No        : 2022/1-946
Karar No       : 2023/1154

T Ü R K   M İ L L E T İ   A D I N A

Y A R G I T A Y   İ L  M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ                :
 Sakarya Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesi
TARİHİ                          : 07.02.2022
SAYISI                          : 2021/1974 E., 2022/172 K.
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 02.11.2021 tarihli ve 2020/1728 Esas,
                                         2021/6325 Karar sayılı BOZMA kararı

Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.

Kararın davacı ve davalı Abdullah G. vekilleri tarafından istinaf edilmesi üzerine Bölge Adliye Mahkemesince davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine, davalı Abdullah G. vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile davalı Mahmut S. yönünden davanın pasif husumet yokluğu nedeni ile reddine, davalı Abdullah G. yönünden davanın reddine karar verilmiştir.

Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.

Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne ve temyiz incelemesi sırasında duruşmanın düzenlendiği 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 369 uncu maddesinin direnme kararının temyizini kapsamadığı, direnmenin düzenlendiği aynı Kanun’un 373 üncü maddesinde ise duruşmaya yer verilmediği gözetildiğinde direnme kararlarının temyiz incelemesinde duruşma yapılamayacağı kabul edilerek davacı vekilinin duruşma isteğinin reddine karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:

I. DAVA

Davacı vekili; müvekkili ile davalı Mahmut S.'nun İzmir ilinde yarım kalan inşaatın tamamlanması işi nedeni ile tanıştıklarını, davalı Mahmut'un müvekkilinde güven yaratacak davranışlarda bulunduğunu ve bu şekilde çok yakın bir ilişkilerinin olduğunu, davacının davalı Mahmut'u dürüst bir kişi olarak tanıyıp güven duyduğunu, bu dönem davacının bir takım sağlık sorunları yaşadığını, davalı Mahmut'un çeşitli vaatlerde bulunarak kendisini etki altına alması nedeni ile davalı Mahmut'a 2014 yılı içinde farklı yerlerde bulunan taşınmazlarına ilişkin genel satış yetkisini içerir vekâletnameler verdiğini, vekâletnamelerin verilmesi aşamasında davalı Mahmut’un müvekkili lehine iki adet temlikname düzenleyerek kendine olan itimadı sağlamlaştırmaya çalıştığını ancak bu temlikler karşılığında ödeme olmadığını, ayrıca İzmir ve İstanbul’da taşınmazlar ve tapu senetleri göstererek bu yerleri müvekkiline devir ve temlik edeceğini bildirdiğini, bu vaatlerin de gerçekleşmediği gibi müvekkilinin davalı Mahmut S. adına yapılacak işler için acilen gerekli diyerek çeşitli tarihlerde banka havaleleri ile ödemede bulunduğunu, inancı kötüye kullanılarak taşınmazlarının elden çıkartıldığını, davaya konu Sakarya İli Sapanca İlçesi Rüstempaşa Mahallesi 1.9 ada 11 parsel sayılı taşınmaz için Ayvalık 2. Noterliğince düzenlenen 05.08.2014 tarihli ve 5208 yevmiye numaralı vekâletnamenin davalı Mahmut S.'ya verildiğini, davalı Mahmut’un vekâleti kullanarak dava konusu taşınmazı değerinin çok altında 197.000,00 TL bedel ile diğer davalı Abdullah G.'ya tapuda devrettiğini, müvekkiline bu satım nedeni ile ödeme yapılmadığını, davalılardan vekil Mahmut ile tapu maliki olan alıcı Abdullah'ın çıkar ilişkisi içerisinde olduğunu ileri sürerek dava konusu taşınmaza tedbir konularak davalı Abdullah G. adına olan tapu kaydının iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.

II. CEVAP

1. Davalı Abdullah G. vekili; müvekkilinin davaya konu taşınmazı bedelini ödeyerek satın aldığını, müvekkilinin kardeşi olan Celal G.'nun Sapanca İlçesinde emlak komisyonculuğu yapan Atilla K.'un (A. Emlak Brokerlik) satışa sunduğu davaya konu taşınmaz için araştırma yaparak 400.000,00 TL bedel ile satış konusunda anlaştığını, anlaşma çerçevesinde Celal G. ile emlak komisyoncusu arasında 04.08.2014 tarihinde arsa alımı aracılık sözleşmesi imzalandığını, bir gün sonra emlakçının müvekkilinin kardeşi Celal G.'yu arayarak 06.08.2014 günü satış işlemlerinin yapılacağını, parayı nakit olarak hazır etmeleri gerektiğini belirttiğini, 06.08.2014 tarihinde tapuda müvekkili adına taşınmazın satış işleminin yapıldığını, öncesinde müvekkili ve kardeşinin vekil olarak hareket eden Mahmut S.'yu tanımadıklarını, 400.000,00 TL tutarındaki satış bedelinin elden ödendiğini, bedelin tapuda 197.000,00 TL olarak gösterildiğini, müvekkilinin davacıyı da tanımadığını, dolayısıyla müvekkili ile davalı vekil Mahmut arasında çıkar ilişkisi bulunmadığını, taşınmazın rayiç bedeli ile satın alındığını, aracılık sözleşmesinde 400.000,00 TL bedelle alım satımın yapıldığı hususunun yazılı olduğunu, müvekkilinin kardeşi Celal G.'nun satış günü Sapanca Ziraat Bankası Şubesinden kendisine ait şirket hesabından 385.000,00 TL para çektiğini, üzerine de 15.000,00 TL eklenerek bedelin ödendiğini, müvekkilinin davacı ile davalı Mahmut arasındaki ilişkiyi bilmesinin mümkün olmadığını, müvekkilinin iyiniyetli olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.

2. Davalı Mahmut S. usulüne uygun tebligata rağmen cevap dilekçesi sunmamış; duruşmalara da katılmamıştır.

III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI

İlk Derece Mahkemesinin 19.04.2019 tarihli ve 2016/268 Esas, 2019/154 Karar sayılı kararı ile; davalıların vekil edenin aleyhine kötüniyetli olarak zararına kasten bir iş ve satış işlemi içerisine girdikleri ispatlanamadığından 4721 sayılı Kanun'un 1025 inci maddesi gereğince iyiniyetli üçüncü kişilerin tescile dayanarak kazandıkları ayni haklarının saklı olduğu, davacının tapuda adına kayıtlı olan taşınmazı için noterden satış vekâleti verdiği, davalı Abdullah’ın da vekil olan bu kişiden satış yoluyla taşınmazı devralan kişi olduğu, yolsuz tescil bulunmasa bile davalının yolsuz tescili bilen veya bilmesi gereken üçüncü kişi olduğu ve iyiniyetli olmadığının davacı tarafça kanıtlanamadığı, taşınmazı satın alan davalının üçüncü kişi durumunda olduğu ve iyiniyetinin 4721 sayılı Kanun'un 1023 üncü maddesi gereğince korunması gerektiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

IV. İSTİNAF

A. İstinaf Yoluna Başvuranlar

İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı ve davalı Abdullah G. vekilleri istinaf başvurusunda bulunmuştur.

B. Gerekçe ve Sonuç

Bölge Adliye Mahkemesinin 28.02.2020 tarihli ve 2020/215 Esas, 2020/266 Karar sayılı kararı ile; davacı tarafından davalı Mahmut S.'ya 2014 yılında genel satış yetkisini içerir başka taşınmazlara ilişkin vekâletnamelerin verildiği ve aralarında iki adet temlikname düzenlendiği, Ayvalık 2. Noterliği 05.08.2014 tarihli ve 5208 yevmiye numaralı vekâletname ile davalı vekil Mahmut S. tarafından 06.08.2014 tarihinde dava konusu taşınmazın 197.000,00 TL bedel ile diğer davalı Abdullah G.'ya satıldığı, vekil Mahmut S.'nun noter kanalı ile 04.04.2016 tarihinde vekillikten azledildiği, davalı Abdullah tarafından sunulan 04.08.2014 tarihli arsa alımı aracılık sözleşmesinde dava konusu taşınmazın satış bedelinin 400.000,00 TL, alıcının ise Celal G. olarak yazılı olduğu, davalı Abdullah G. tarafından sunulan 06.08.2014 tarihli Ziraat Bankası Sapanca Şubesi dekontunda davalı Abdullah'ın kardeşi Celal G. tarafından şirket hesabından 385.000,00 TL'nin saat 11.00'de çekildiği, bilirkişi raporunda dava konusu taşınmazın tarla olarak değerinin devir tarihi 05.08.2014 itibari ile 562.242,13 TL, dava tarihi itibari ile 617.848,50 TL olarak belirlendiği, itiraz üzerine düzenlenen 16.05.2018 tarihli ek raporda ise arsa olarak yapılan değerlendirmede taşınmazın değerinin devir tarihinde 995.959,11 TL, dava tarihi itibariyle ise 1.089.016,11 TL olarak belirlendiği, dinlenilen mahalli bilirkişi beyanlarından dava konusu taşınmazın satıldığı hususunun yörede yaşayanlar tarafından bilindiği, davalı Abdullah G.'nun Sapanca ilçesinde yerleşik olup genelde tanınan bir kişi olduğu, emlak satımı aracılık sözleşmeleri, satış tarihi ile aynı günü içerir banka dekontu ve taraf tanıklarının anlatımları birlikte değerlendirildiğinde davalı Abdullah'ın bu satış olayı öncesinde diğer davalı vekil Mahmut'u ve davacıyı tanımadığı, davalı Abdullah'ın satış sırasında davalı Mahmut ile tanıştığı, davacı tanığı Yahya'nın 400.000,00 TL'lik satıştan haberdar olduğu, hatta emlakçının aracılık ettiğini, emlakçıdan vekâlet ve satım olayını da duyduğunu belirttiği, davacı tarafın ve davacı tanığı Mustafa Tatlı'nın anlatımından davacı ile davalı vekil Mahmut arasında emlak alım satımına ilişkin öncesinde iş birliği olduğu, İzmir ilinde inşaat işi sırasında tanıştıkları, tanışıklıklarının çok geçmişinin olmadığı, ancak kısa süre içerisinde ortak kazanç ve iş birliği amacı ile birbirlerine temlikname ve vekâletnameler vermek sureti ile yakın ilişki kurdukları, davalı Abdullah tanığı Yunus B.'ın beyanı ile davacı tanığı Yahya'nın beyanının örtüştüğü, dolayısıyla davalı Abdullah'ın davalı Mahmut'a 400.000,00 TL bedel vermek sureti ile taşınmazı satın aldığı, tapuda gösterilen 197.000,00 TL bedelin tapu harcından kaçmak amacı ile gösterildiğinin anlaşıldığı, gerçek bir alım satım ilişkisinin bulunduğu, bilirkişi raporunda taşınmazın tarla olarak devir tarihindeki bedeli dikkate alındığında 400.000,00 TL'lik alım satım bedeli ile raporda tespit edilen bedel arasında fahiş fark bulunmadığı, vekil Mahmut ile alıcı Abdullah arasında davacıyı zarara sokma anlamında el ve iş birliği içerisinde bu kasıtla hareket edildiği hususunun davacı tarafça kanıtlanamadığı, davalı Abdullah yönünden verilen kararda bir isabetsizlik bulunmadığı, 1.089.016,11 TL yerine devir tarihi itibari ile belirlenen 995.959,11 TL üzerinden eksik nispi harcın tamamlattırıldığı, tapu iptali ve tescil davası kayıt malikine karşı açılacağından davalı Mahmut S. yönünden pasif husumet yokluğu nedeni ile ret kararı verilmesi gerekirken esastan ret kararı verilmesinin isabetsiz olduğu, Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca davalı Abdullah yönünden vekâletin 66.847,96 TL olduğu anlaşılsa da istinaf dilekçesinde 53.950,00 TL talep edildiğinden talepten fazlaya karar verilemeyeceği gerekçesiyle davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine, davalı Abdullah vekilinin istinaf talebinin kabulü ile davalı Mahmut S. yönünden açılan davanın pasif husumet yokluğu nedeni ile reddine, davalı Abdullah G. yönünden açılan dava yerinde görülmediğinden reddine vekâlet ücreti düzeltilerek karar verilmiştir.

V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ

A. Bozma Kararı

1. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.

2. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;

"... Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden, davacı Muzaffer’in Ayvalık 2.Noterliğinin 05.08.2014 tarih ve 5208 yevmiye numaralı vekaletnamesi ile vekil olarak tayin ettiği davalılardan Mahmut S.’nun, davacının maliki olduğu 1.9 ada 11 parsel sayılı, 9466.90 m2 yüzölçümlü, tarla vasıflı taşınmazını 06.06.2014 tarihli satış işlemi ile davacı adına vekaleten diğer davalı Abdullah G.’ya temlik ettiği, davacının davalıların el ve işbirliği içerisinde hareket ettiğini ve vekalet görevinin kötüye kullanıldığını ileri sürerek tapu iptali ve tescil istemi ile dava açtığı anlaşılmaktadır.

Bilindiği üzere, Borçlar Kanununun temsil ve vekalet akdini düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.

6098 s. Türk Borçlar Kanununda (TBK) sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 506. maddesinde (818 s. Borçlar Kanununun 390.) maddesinde aynen; "Vekil, vekâlet borcunu bizzat ifa etmekle yükümlüdür. Ancak vekile yetki verildiği veya durumun zorunlu ya da teamülün mümkün kıldığı hâllerde vekil, işi başkasına yaptırabilir.

Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür.

Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır." hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Vekâletin kapsamı, sözleşmede açıkça gösterilmemişse, görülecek işin niteliğine göre belirlenir. (TBK'nin 504/1) Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu göz ardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin son fıkrası uyarınca sorumlu olur. Bu sorumluluk BK'de daha hafif olan işçinin sorumluluğuna kıyasen belirlenirken, TBK'de benzer alanda iş ve hizmetleri üslenen basiretli bir vekilin sorumluluğu esas alınarak daha da ağırlaştırılmıştır.

Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi 4721 s. Türk Medeni Kanunu'nun (TMK) 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.

Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, TMK'nin 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.

Somut olaya gelince; mahkemece alınan 16.05.2018 tarihli ek rapora göre çekişme konusu taşınmazın devir tarihi itibariyle değeri 995.959,11 TL olarak tespit edildiği, ancak taşınmazın davalı vekil Mahmut tarafından, diğer davalı Abdullah’a tespit edilen rayiç bedelinin çok altında bir bedelle temlik edildiği gibi, düşükte olsa kararlaştırılan satış bedelinin davalılar tarafından davacıya ödendiğinin de ispat edilemediği, davalıların el ve işbirliği içerisinde hareket etmek suretiyle davacıyı zararlandırdıkları sabit olduğundan davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu şekilde karar verilmesi doğru değildir.

Öte yandan diğer davalı Abdullah ile el ve işbirliği içerisinde hareket ederek davacıyı zararlandıran davalı vekil Mahmut hakkında husumetten red kararı verilmesi de isabetsizdir...." gerekçesiyle karar bozulmuştur.

B. Bölge Adliye Mahkemesince Verilen Direnme Kararı

Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; önceki gerekçe tekrar edilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.

VI. TEMYİZ

A. Temyiz Yoluna Başvuranlar

Direnme kararına karşı süresi içinde davacı vekilince temyiz isteminde bulunulmuştur.

B. Temyiz Sebepleri

Davacı vekili, verilen kararın hukuka aykırı olduğunu, davalı vekil Mahmut tarafından davalı Abdullah'a yapılan satışın hukuken geçerli olmadığını, vekil Mahmut'un vekâlet yetkisini kasten davacının zararına taşınmazın gerçek değerinin çok altında bir bedel ile satış göstermek sureti ile davalı Abdullah'a devrettiğini, davalılar arasında çıkar ilişkisi olduğunu, bu şekilde müvekkilinin zarara uğradığını, davalı Abdullah'ın iyiniyetli olmadığını, toplanan deliller itibari ile davaya konu taşınmazın değerinin satış bedelinden çok yüksek olduğunu, somut olayda müvekkilinin henüz satış yetkisini içerir bir vekâlet vermediği tarihte davalı vekil Mahmut ile emlak komisyoncusu arasında 04.08.2014 tarihinde davacının bilgisi ve onayı haricinde bir satış sözleşmesi imzalandığını, dolayısıyla davalıların birbirlerini çok iyi tanıdığı ve satışın yangından mal kaçırır gibi yapıldığı hususunun anlaşıldığını, davalı Abdullah'ın taşınmazın bulunduğu bölgede bilinen bir kişi olduğunu, bu nedenle kendisinden beklenen özeni göstermesi hâlinde taşınmazın değerinin çok altında bir bedel ile satıldığını öngörmesi ve iyiniyetle hareket etmesi gerekirken taşınmazı değerinin çok altında bir bedelle aldığını, elden ödeme iddiası da dikkate alındığında davalıların kötüniyetli olduklarının açık olduğunu, dinlenen mahalli bilirkişi ve tanık beyanları da nazara alındığında davalı Abdullah'a haksız çıkar sağladığının anlaşıldığını, dosyaya sunulan 385.000,00 TL'lik dekontun bu duruma kılıf uydurmaktan ibaret olduğunu, taşınmazın şirket adına alınmayıp davalı Abdullah adına alındığını, davalı Mahmut'un dava açıldıktan sonra müvekkilini aradığını ve istediği an sattığı taşınmazları iade edebileceğini beyan ettiğini, bu durumun dahi somut olayda danışıklı bir alım satımın mevcut olduğunu gösterdiğini, davalı Mahmut'a verilen vekâletnameler ile müvekkilinin yaklaşık tüm mal varlığının elden çıkarıldığını belirterek direnme kararının bozulmasını talep etmiştir.

C. Uyuşmazlık

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık;

1. Vekâlet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkin eldeki davanın yalnızca kayıt malikine karşı açılmasının gerekip gerekmediği; buradan varılacak sonuca göre davalı vekil Mahmut S. hakkında açılan davanın husumet nedeniyle reddine karar verilmesinin isabetli olup olmadığı,

2. Davacı tarafından vekil kılınan davalı Mahmut S.’nun vekil sıfatıyla dava konusu taşınmazı diğer davalı Abdullah G.’ya satış yoluyla temlik ettiği eldeki davada; dosya kapsamı ve toplanan delillere göre davalıların el ve iş birliği içerisinde hareket etmek suretiyle davacıyı zararlandırdıklarının sabit olup olmadığı buradan varılacak sonuca göre davanın kabulüne karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

D. Gerekçe

1. İlgili Hukuk

1. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun (6098 sayılı Kanun) 502 nci maddesinin birinci fıkrası, 504 üncü maddesinin birinci fıkrası, 505 inci maddesinin birinci fıkrası ve 506 ncı maddesi.

2. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun (4721 sayılı Kanun) 2 ve 6 ncı maddeleri.

2. Değerlendirme

a. (1) numaralı uyuşmazlık yönünden

1. Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle konu ile ilgili kavramlara değinilmelidir.

2. Bazen gerek davacı gerek davalı (veya her iki) tarafta birden fazla (çok) kişi bulunur. Bir tarafta bulunan birden fazla kişiye “dava arkadaşları”, bunlar arasındaki ilişkiye de “dava arkadaşlığı” denir (Baki Kuru, Medenî Usul Hukuku El Kitabı, Ankara 2020, Cilt I, s. 936).

3. Dava arkadaşlığı “mecburi dava arkadaşlığı” ve “ihtiyari dava arkadaşlığı” olarak ikiye ayrılırken, hükmün etkisi bakımından mecburi dava arkadaşlığı ise; “maddi bakımdan mecburi dava arkadaşlığı” ve “şekli bakımdan mecburi dava arkadaşlığı” olarak ikiye ayrılmaktadır. Maddi bakımdan mecburi dava arkadaşlığı, maddi hukuka göre bir hakkın birden fazla kimse tarafından birlikte kullanılması veya birden fazla kimseye karşı birlikte ileri sürülmesi ve tamamı hakkında tek hüküm verilmesinin zorunlu olduğu hâllerde söz konusu iken; şekli bakımdan mecburi dava arkadaşlığı ise kanunun özel hükümleri ve davanın niteliğinden kaynaklanan birden fazla kişiye karşı dava açılmasının ve yürütülmesinin zorunlu olduğu durumlarda oluşur. Şekli dava arkadaşlığı, gerçeğin tam olarak ortaya çıkarılması ve taraflar arasındaki ilişkinin doğru karara bağlanmasını sağlamak için kabul edilmiştir. Bu durumda dava konusu hukuki ilişki hakkında bütün dava arkadaşlarına yönelik tek ve aynı doğrultuda bir karar verme zorunluluğu yoktur. Ayrıca dava arkadaşlarının yaptıkları usuli işlemler birbirinden bağımsızdır. Dava arkadaşlığının hangi hâllerde zorunlu (mecburi) olduğu hususu ise tamamen maddi hukuka göre belirlenecektir.

4. Türk Hukuk Lûgatında kelime anlamı “bir şahıs veya bir şeyin hâli” olarak tanımlanan sıfat (Türk Hukuk Lûgatı, Ankara 2021, Cilt I, s. 977), dava konusu subjektif hak olan dava hakkı ile taraflar arasındaki ilişkidir. Taraf ehliyeti, dava ehliyeti, davayı takip yetkisi, davanın taraflarının kişilikleriyle ilgili olduğu hâlde, taraf sıfatı dava konusu subjektif hakka ilişkindir. Bir subjektif hakkı dava etme yetkisi (dava hakkı) kural olarak o hakkın sahibine aittir. Bu nedenle o hakka ilişkin bir davada davacı olma sıfatı da o hakkın sahibine aittir. Bir subjektif hak kendisinden davalı olarak istenebilecek kişi ise o hakka uymakla yükümlü (borçlu) olan kişiye (davalı sıfatı, pasif husumet) ait olacaktır (Baki Kuru, s.332).

5. Mahkemece taraflar arasındaki dava konusu hakkın esasına yönelik karar verilebilmesi için bu kişilerin o davada gerçekten davacı ve davalı sıfatlarına sahip olmaları gerekir. Bir davada taraf olarak gösterilen kişiler, taraf ve dava ehliyetine ve davayı takip yetkisine sahip olsalar bile, taraflardan birinin o davada gerçekten davacı ve davalı sıfatı yoksa davanın esası hakkında bir karar verilemeyeceğinden dava sıfat yokluğundan (husumetten) reddedilir. Taraf sıfatı usul hukuku sorunu olmayıp, dava konusu subjektif hakkın özüne ilişkin bir maddi hukuk sorunu olduğundan taraf sıfatının yokluğu, davada taraf olarak gözüken kişiler arasında dava konusu hakkın doğumuna engel olduğu için def’î değil, yargılamanın her aşamasında taraflarca ileri sürülmesi mümkün ve mahkemece de kendiliğinden nazara alınması zorunlu bir olgudur. Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 24.02.2022 tarihli ve 2019/(17)4-854 Esas, 2022/200 Karar sayılı kararında da benimsenmiştir.

6. Bilindiği üzere tapu iptali ve tescil davaları kural olarak tapu sicilinde adına tescil işlemi gerçekleştirilmiş kişi ya da kişiler aleyhine karşı açılır. Bu durum tapunun iptaline karar verilmesi durumunda kararın infazının gerçekleştirilebilmesi bakımından zorunlu olup duruma göre ilgili köy, belediye veya orman yönetimi ya da Hazineye husumet yöneltilmesi de gerekebilir. Yine kayıt malikinin ölmesi durumunda husumetin mirasçılarına yöneltilmesi gerekmektedir. Hasım hususunun belirlenebilmesi için her somut olayın özelinde inceleme yapılması gerekmektedir. Vekâlet görevinin kötüye kullanılması nedenine dayalı tapu iptali ve tescil davaları ise özünde vekilin vekâlet görevini kendisi ya da bir başkası yararına kötüye kullandığı iddiasına dayanmaktadır. Bu nedenle bu tür davalarda vekil dava açılmasına sebebiyet veren kişi olup, davacının iddiasını ispat edebilmesi açısından tazminat talebi olmasa dahi davayı kayıt maliki yanında vekile de yöneltmesi mümkündür. Bu durum talebin özünden doğan şekli biçimsel bir zorunluluktan kaynaklanmaktadır. Çünkü davada ispat edilmesi gereken husus vekâlet görevini kötüye kullanan vekil ile sözleşme yaparak kayıt maliki olan kişinin vekil eden aleyhine el ve iş birliği içerisinde bir haksızlık yaparak onu zarara uğrattıklarına ilişkindir. Bu noktada davalılar arasındaki el ve iş birliğinin belirlenmesi davalı kayıt maliki ile vekil arasındaki ilişkinin gerçek mahiyetinin açıklığa kavuşturulması açısından vekile de husumet yöneltilmesinin olayın daha iyi aydınlatılması ve ispatı bakımından gerekli olduğu açıktır.

7. Tüm bu açıklamalar ışığında vekâlet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemli eldeki davada davalı vekil Mahmut S. hakkında pasif husumet yokluğundan ret kararı verilmesinin isabetli olmadığı sonucuna varılmıştır.

8. Hâl böyle olunca Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki hükümde direnilmesi doğru olmamıştır.

9. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında, eldeki davada sadece tapu iptali ve tescil isteminde bulunulduğu, vekâlet görevinin kötüye kullanılması nedenine dayalı tazminat isteminin mevcut olmadığı, tapu iptal ve tescil davasında davacının asıl ispat yükü ile sorumlu olduğu kişinin kayıt maliki olduğu bu nedenlerle direnme kararının onanması gerektiği ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.

10. O hâlde (1) numaralı uyuşmazlık yönünden direnme kararı bozulmalıdır.

b. (2) numaralı uyuşmazlık yönünden

1. Dava vekâlet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkin olup uyuşmazlığın çözümü için öncelikle konuyla ilgili yasal düzenlemelere ve kavramlara değinmekte yarar bulunmaktadır.

2. 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Kanun'un 502 nci maddesinin birinci fıkrasında vekâlet sözleşmesi; vekilin vekâlet verenin bir işini görmeyi veya işlemini yapmayı üstlendiği sözleşme olarak tanımlanmıştır. Geniş anlamda bir iş görme sözleşmesi olan vekâlet sözleşmesiyle vekil, kendisine verilen işin ya da işlemin vekâlet verenin irade ve yararına uygun olarak görülmesini, yapılmasını üstlenir.

3. Vekâlet sözleşmesinin tarafları vekâlet veren ile vekildir. Vekâlet veren gerçek veya tüzel kişi olabileceği gibi vekil de gerçek ya da tüzel kişi olabilir. Sözleşmenin konusunu ise herhangi bir hukuki işlem yahut maddi bir eylemin yapılması oluşturabilir. Ancak sözleşmenin geçerli olması için konusunun mümkün olması yanında kanunun emredici hükümlerine, ahlâka, kamu düzenine ve kişilik haklarına aykırı olmaması gerekir.

4. Vekâlet sözleşmesini 6098 sayılı Kanun'un 40 ilâ 48 inci maddeleri arasında düzenlenen temsil ilişkisi ile karıştırmamak gerekir. Aralarında yakın bir ilgi bulunmakla birlikte vekâlet sözleşmesi ile vekil vekâlet verenin bir işini görmeyi ya da bir işlemini yapmayı borçlanırken, vekâlet veren de onun yaptığı giderleri ve verdiği avansları ödemeyi borçlandığından vekâlet iki taraflı bir sözleşmedir. Temsil yetkisi ise tek taraflı bir hukuki işlemdir. Genel olarak vekâlet, vekil ile vekil eden arasındaki iç ilişkiyi, temsil ise vekil edenin vekil aracılığı ile işlem yaptığı üçüncü kişi ile arasındaki dış ilişkiyi ifade eder.

5. Türk Borçlar Kanunu'nun temsil ve vekâlet ilişkisini düzenleyen hükümlerine göre vekâlet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, diğer bir anlatımla vekil edenin yararına ve onun iradesine uygun davranma yükümlülüğünden doğar. Vekâlet sözleşmesi, başkasının işini görmeye ilişkin bir sözleşme olduğundan esas itibariyle işin müvekkilin menfaatine yapılması gerekir. Bu durum iş görme sözleşmesinin doğal bir sonucudur.

6. Nitekim satışın yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan 6098 sayılı Kanun'da sadakat ve özen borcu, vekilin vekâlet verene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve “Şahsen ifa, sadakat ve özen gösterme” başlığını taşıyan 506 ncı maddesi;

“Vekil, vekâlet borcunu bizzat ifa etmekle yükümlüdür. Ancak vekile yetki verildiği veya durumun zorunlu ya da teamülün mümkün kıldığı hâllerde vekil, işi başkasına yaptırabilir.

Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür.

Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır” şeklinde düzenlenmiştir.

7. Ayrıca mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun (818 sayılı Kanun) 389 uncu maddesinin birinci fıkrasında da vekilin, müvekkilinin açık olan talimatına muhalefet edemeyeceği hükmüne yer verildikten sonra 390 ıncı maddesinde;

“Vekilin mesuliyeti, umumi surette işçinin mesuliyetine ait hükümlere tabidir.

Vekil, müvekkile karşı vekâleti iyi bir suretle ifa ile mükelleftir.

Vekil, başkasını tevkile mezun veya hal icabına göre mecbur olmadıkça veya adet başkasını kendi yerine ikameye müsait bulunmadıkça müvekkilünbihi kendisi yapmağa mecburdur” hükmüne yer verilmiş olup; buradaki “iyi bir suretle ifa” deyimini, söz konusu hükmün aslı olan İsviçre Borçlar Kanunu’nun 398 inci maddesinde olduğu gibi “sadakat ve özenle ifa” olarak anlamak gerekir.

8. Sadakat borcu kavramı, vekilin gerek vekâletin ifası sırasında gerekse sonrasında kendisine duyulan güvene uygun olarak müvekkilinin menfaatlerini sözleşme ile güdülen amaç çerçevesinde koruma ve kendi menfaatini müvekkilinkine tâbi kılma yükümlülüğünü ifade eder. Vekilin iş görme ile hedeflenen sonucun başarılı olması için hayat deneylerine ve işlerin normal akışına göre gerekli girişim ve davranışlarda bulunması ve başarılı sonucu engelleyebilecek davranışlardan kaçınması ise özen borcunun konusunu oluşturur. Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanlarda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır. Bu nedenle vekil üzerine aldığı işi ifa ederken aynı şartlar altında iş gören basiretli, özenli bir vekil gibi hareket etmelidir.

9. Yukarıdaki hükümler uyarınca vekilin, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altında olacağı açıktır. Vekâletin kapsamı, sözleşmede açıkça gösterilmemişse 6098 sayılı Kanun'un 504 üncü maddesinin birinci fıkrası uyarınca görülecek işin niteliğine göre belirlenir. Sözleşmede vekâletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur.

10. Vekil bu yükümlülüğünü yerine getirmediği, özellikle vekâleti kasten vekil edenin zararına, kendisinin veya başka birinin yararına kullandığı takdirde vekâlet görevinin kötüye kullanılması söz konusu olabilir. Dolayısıyla böyle bir durumda vekil eden zararlandırılırken, vekil çok zaman kendisine veya başka bir kimseye çıkar sağlamaktadır. Oysa ki, sadakat ve özen borcunun temel amacı başkası adına iş gören kimsenin yetkisini kötüye kullanma riskini önlemektir. Vekâlet sözleşmesi, güven esasına dayalı bir iş görme edimi ihtiva ettiğinden bu güvenin korunması her şeyden önce 6098 sayılı Kanun'un 506 ncı (818 sayılı Kanun'un 390 ıncı) maddesinin bir gereği olduğu gibi 4721 sayılı Kanun'un 2 nci maddesinde ifadesini bulan dürüstlük kuralının da bir gereğidir.

11. Uygulamada vekâlet görevinin kötüye kullanılması durumlarının özellikle vekilin satmakla yetkili kılındığı bir taşınmazı rayiç değerine nazaran çok düşük bir bedelle satarak devrettiği hâllerde yoğunlaştığı görülmektedir. Ancak, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 19.12.2019 tarihli ve 2017/1-1272 Esas, 2019/1399 Karar ile 12.07.2023 tarihli ve 2023/1-249 Esas, 2023/747 Karar sayılı kararlarında da vurgulandığı gibi malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu gözardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekilin, vekâlet sözleşmesinde belirtilen yetkilerin dışına çıkması, vekil edenin talimatına uygun hareket etmemesi ve onun yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapması durumunda değinilen maddeler uyarınca sorumlu olacağı açıktır.

12. Diğer taraftan vekâlet görevinin kötüye kullanılması hâlinde vekilin üçüncü kişilerle yaptığı işlemlerin vekâlet veren açısından bağlayıcı olup olmayacağı sorunu ile de karşılaşılır. Bu durumda vekil ile sözleşme yapan kişi 4721 sayılı Kanun'un 3 üncü maddesi anlamında iyiniyetli ise yani vekilin vekâlet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekâlet görevini kötüye kullansa dâhi bu husus vekil ile vekâlet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.

13. Ne var ki üçüncü kişi vekil ile çıkar ve iş birliği içerisinde ise veya kötüniyetli olup vekilin vekâlet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa, vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, 4721 sayılı Kanun'un 2 nci maddesindeki dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu Kanun maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hâkim tarafından resen göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötüniyeti teşvik etmek, en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötüniyet korunmamış daima mahkûm edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler de bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 07.12.2011 tarihli ve 2011/14-609 Esas, 2011/744 Karar sayılı kararı).

14. Vekâlet görevi kötüye kullanılmış ve vekille sözleşme yapan kişi vekil ile el ve iş birliği içerisinde ise veya en azından vekâlet görevinin kötüye kullanıldığını biliyor yahut bilmesi gerekiyorsa vekil eden, sözleşmenin feshini, bu bağlamda sözleşmeye göre tapuda intikal yapılmışsa tapunun iptalini her zaman isteyebilir.

15. Diğer taraftan hâkim, taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediğini kural olarak kendiliğinden araştıramaz. Bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini taraflar ispat etmelidir. Bir davada ispat yükünün hangi tarafa ait olacağı konusu 4721 sayılı Kanun'un “İspat yükü” başlıklı 6 ncı maddesinde “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür" şeklinde düzenlenmiştir. 6100 sayılı Kanun'un 190 ıncı maddesine göre de “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir. Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir”. Açıklanan bu genel hükümler uyarınca vekâlet görevinin kötüye kullanıldığını ispat yükünün bu iddiayı ileri süren davacı tarafa ait olacağı açıktır.

16. Somut olayda; davacının 05.08.2014 tarihli Ayvalık 2. Noterliğinde düzenlenen 5208 yevmiye numaralı vekâletname ile davalı Mahmut S.'yu vekil tayin ettiği, dava konusu taşınmazın vekil tarafından 06.08.2014 tarihinde 197.000,00 TL bedel ile diğer davalı Abdullah G.'ya satıldığı, davalı kayıt maliki Abdullah G.’nun kardeşi dava dışı Celal G. ile 04.08.2014 tarihinde düzenlenen arsa alımı aracılık sözleşmesinde taşınmazın bedelinin 400.000,00 TL olarak kararlaştırıldığı, 06.08.2014 tarihinde davalı kayıt malikinin kardeşi olan Celal G. tarafından şirket hesabından 385.000,00 TL çekildiği, davacı ile davalı vekil arasında 03.07.2014, 21.07.2014, 24.09.2014 tarihlerinde dava dışı başka taşınmazların satışına ilişkin vekâletnameler düzenlendiği, 03.07.2014 ve 21.07.2014 tarihlerinde davalı vekil Mahmut S.’nun, davacıya iki adet alacağını temlik ettiği, davacının vekil Mahmut S.'yu 04.04.2016 tarihinde azlettiği anlaşılmaktadır.

17. İlk Derece Mahkemesi tarafından yapılan keşif sonucu düzenlenen 27.09.2017 tarihli bilirkişi raporunda taşınmazın tarla vasfı ile yapılan değerlendirmede satış tarihinde 562.242,13 TL, dava tarihinde 617.848,50 TL; 16.05.2018 tarihli ek rapor da ise arsa vasfı ile yapılan değerlendirmede taşınmazın satış tarihinde 995.959,11 TL, dava tarihinde 1.089.016,11 TL olduğunun tespit edildiği, davacı ve davalı kayıt maliki tanıklarının dinlendiği anlaşılmaktadır.

18. Yukarıda yer verilen mevzuat hükümleri ile yapılan açıklamalar ışığında dava irdelendiğinde; tanık beyanlarından anlaşıldığı üzere davalı kayıt malikinin o yörede yaşayanlar tarafından bilinen iş insanı olduğu, dava konusu taşınmazın satışına yönelik vekâletname dahi düzenlenmeden arsa alımı aracılık sözleşmesinin düzenlendiği bu durumun davalıların el ve iş birliği içerisinde hareket ettiklerinin göstergesi olduğu, 16.05.2018 tarihli bilirkişi ek raporuna göre dava konusu taşınmazın devir tarihi itibariyle bedelinin 995.959,11 TL olarak tespit edildiği ancak taşınmazın davalı vekil Mahmut S. tarafından diğer davalı Abdullah G.'ya tespit edilen rayiç bedelin çok altında bir bedelle temlik edildiği, davalı kayıt malikinin kardeşi olan dava dışı Celal G. tarafından şirket hesabından satışın yapıldığı gün 385.000,00 TL çekilmesine ilişkin sunulan dekont ödeme belgesi olarak kabul edilemeyeceğinden satış bedelinin davacıya ödendiğinin de ispat edilemediği, dosya kapsamı ve toplanan delillere göre davalı vekil Mahmut S.’nun vekil eden davacının iradesine uygun davranmadığı davalıların el ve iş birliği içerisinde hareket etmek suretiyle davacıyı zararlandırdıklarının sabit olduğu gözetildiğinde davanın kabulüne karar verilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.

19. Hâl böyle olunca Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki hükümde direnilmesi doğru olmamıştır.

20. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında davacı ile davalı vekil arasında ortak kazanç ve iş birliği amacı ile birbirlerine temlikname ve vekâletnameler vermek sureti ile yakın ilişki kurulduğu, taşınmazın değerinin düşük belirlenmesinin tek başına kötüniyetin ispatı için de yeterli olmadığı 27.09.2017 tarihli tarihli bilirkişi raporunda belirlenen taşınmazın devir tarihindeki bedeli ile 400.000,00 TL'lik alım satım bedeli arasında fahiş fark bulunmadığı, davacı tanığı Yahya G.'in satışı öğrendiğinde davacıyı da haberdar ettiğini belirtmesine rağmen davacının, vekil Mahmut S.’yu uzunca bir süre vekillikten azletmediği, taşınmazının kendisinden habersiz satıldığını öğrenen bir kimsenin vekilini hemen azletmesi gerekirken iki yıla yakın bir zaman sonra azletmesinin hayatın olağan akışına uygun olmadığı, eldeki davada ispat yükünün davacı üzerinde bulunduğu, davacının davalıların el ve iş birliği içerisinde hareket etmek suretiyle kendisini zararlandırdıklarını ve vekil vasıtasıyla taşınmaz satın alan davalı Abdullah G.’nun kötüniyetli olduğunu usulünce ispat edemediği, bu nedenlerle direnme kararının onanması gerektiği ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.

21. O hâlde (2) numaralı uyuşmazlık yönünden direnme kararı bozulmalıdır.

VII. KARAR

Açıklanan sebeplerle;

(1) numaralı uyuşmazlık yönünden davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Kanun'un 371 inci maddesi gereğince BOZULMASINA oy çokluğuyla,

(2) numaralı uyuşmazlık yönünden davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Kanun'un 371 inci maddesi gereğince BOZULMASINA oy çokluğuyla,

İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,

Dosyanın 6100 sayılı Kanun'un 373 üncü maddesinin ikinci fıkrası uyarınca Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine,

29.11.2023 tarihinde yapılan ikinci görüşmede kesin olarak karar verildi.

''K A R Ş I   O Y''

I. Uyuşmazlık Yönünden

1. Uyuşmazlık, vekâlet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil istemine ilişkin eldeki davanın yalnızca kayıt malikine karşı açılmasının gerekip gerekmediği; buradan varılacak sonuca göre davalı vekil Mahmut S. hakkında husumetten red kararı verilmesinin isabetli olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

2. Bir davanın birden fazla kişi tarafından veya birden fazla kişi aleyhine açılabilmesi için aynı tarafta yer alanlar arasında hukuki bir bağlantının bulunması gerekir. Hukukumuzda bu bağlantı karşılığını dava arkadaşlığı kurumunda bulmaktadır. Dava arkadaşlığı zorunlu ve ihtiyari olmak üzere iki ana başlık altında; zorunlu dava arkadaşlığı da yine kendi içinde maddi ve şekli olmak üzere ikili ayrımla düzenlenmektedir.

3. Dava konusu olan hak, birden fazla kişi arasında ortak olup da bu hukuki ilişki hakkında mahkemece bütün ilgililer için aynı şekilde ve tek bir karar verilmesi gereken hâllerde dava arkadaşlığının maddi bakımdan mecburi olduğunun kabulü gerekir. Diğer bir ifadeyle bir hakkın birden fazla kişi tarafından birlikte veya birden fazla kişiye karşı kullanılmasının zorunlu olduğu hâllerde, bu hak dava konusu edildiği zaman o hakla ilgili birden fazla kişi zorunlu dava arkadaşı durumundadır. Dava arkadaşlığının hangi hâllerde mecburi olduğu maddi hukuka göre belirlenir. Zorunlu dava arkadaşlığında, dava arkadaşları arasındaki ilişki çok sıkı olduğundan davada birlikte hareket etmek durumundadırlar. Mahkeme ise dava sonunda zorunlu dava arkadaşlarının hepsi hakkında aynı ve tek bir karar verecektir. Zorunlu dava arkadaşlığında dava konusu olan hak tektir ve dava arkadaşı sayısı kadar müddeabih bulunmamaktadır.

4. Bazı durumlarda ise birden fazla kişiye karşı birlikte dava açılmasında maddi bir zorunluluk olmadığı hâlde kanun, gerçeğin daha iyi ortaya çıkmasını ve taraflar arasındaki hukuki ilişkinin doğru sonuca bağlanmasını sağlamak için, birden fazla kişiye karşı dava açılmasını usulen zorunlu kılmıştır ki, bu durumda şekli bakımdan mecburi dava arkadaşlığı söz konusudur.

5. Açıklanan bu mecburi dava arkadaşlığı hâlleri dışında ise dava arkadaşlığı ihtiyaridir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun (6100 sayılı Kanun) 59 uncu maddesinde açıkça sayılan, dava konusu hak ve borcun ortak olması, birden fazla kişinin ortak bir işlem (örneğin sözleşme) ile borç altına girmiş olması, davanın birden fazla kişi hakkında aynı (veya benzer) sebepten doğmuş olması hâllerinde birden çok kimsenin birlikte dava açması olanaklı olduğu gibi birlikte aleyhlerine de dava açılabilir.

6. Bu noktada taraf sıfatı (husumet) üzerinde durulmalıdır. Dava konusu subjektif hak ile taraflar arasındaki ilişkinin varlığı usul hukuku anlamında sıfat olarak tanımlanmaktadır.

7. Sıfat, dava konusu sübjektif hak (dava hakkı) ile taraflar arasındaki ilişkidir. Taraf ehliyeti, dava ehliyeti ve davayı takip yetkisi, davanın taraflarının kişilikleriyle ilgili olduğu hâlde, taraf sıfatı dava konusu sübjektif hakka ilişkindir. Dava dilekçesinde davacı ve davalı olarak gösterilen (nitelendirilen) kişiler, şeklen (biçimsel açıdan) o davanın taraflarıdır. Ancak mahkemenin taraflar arasında dava konusu hakkın esası hakkında bir karar verebilmesi için, bu kişilerin o davada gerçekten davacı ve davalı sıfatına sahip olmaları gerekir. Bir davada taraf olarak gösterilen kişiler, taraf ve dava ehliyetine ve davayı takip yetkisine sahip olsalar bile, bu kişilerden birinin o davada gerçekten davacı veya davalı olmak sıfatı yoksa dava konusu hakkın esasına ilişkin bir karar verilemez. Dava sıfat yokluğundan reddedilir.

8. Bir subjektif hakkın sahibinin ve o hakka uymakla yükümlü olan kişinin kimler olduğu (yani bir davada, davacı ve davalı sıfatının kimlere ait olduğu) tamamen maddi hukuka göre belirlenir. Bu nedenle, bir kişinin bir davada gerçekten davacı veya davalı sıfatına sahip olup olmadığı hususu, usul hukuku sorunu olmayıp, dava konusu (subjektif) hakkın özüne ilişkin bir maddi hukuk sorunudur.

9. Sıfatın usul hukuku bakımından önemi (usul hukukunu ilgilendiren yönü) şudur; Bir davanın tarafları (veya taraflardan biri) o davada gerçekten (davacı veya davalı olarak) taraf sıfatına sahip değilse mahkeme, dava konusu hakkın esası (mevcut olup olmadığı) hakkında inceleme yapıp karar veremez. Mahkeme, davanın sıfat yokluğundan reddine karar verir. Bu karar, davanın mesmu olmadığına (dinlenemeyeceğine) ilişkin bir karar olmayıp, yine davanın esasına ilişkin bir karardır (taraf olarak gösterilenlerden birinin taraf sıfatının bulunmadığını tespit eden bir karardır).

10. Mahkemenin sıfat yokluğunu kendiliğinden (resen) gözetmesi gerekir. Çünkü sıfat yokluğu, bir defi değil, davada taraf olarak gözüken kişiler arasında dava konusu hakkın doğumuna engel olan bir itirazdır. Hâkim, kendisine sunulan dava malzemesinden (davalı veya davacının bildirdikleri vakıalardan, yani dava dosyasından) bir itiraz sebebinin varlığını (sıfat yokluğunu) tespit ederse, bunu kendiliğinden (resen) gözetir.

11. Bilindiği üzere tapu iptali ve tescil davaları kural olarak kayıt malikine veya maliklerine, kayıt malikleri ölmüş ise mirasçılarına yöneltilir. Başka bir anlatımla, tapu iptali ve tescil davası dava tarihi itibariyle tapu kaydına göre hak sahibi ve malik olan kişiye karşı açılır. Bu şekilde açılan dava sonucu verilecek hüküm infaz kabiliyeti taşır. Aksi durum kayıt malikinin taraf olmadığı bir davada kendisinin taşınmaz mülkiyetini yitirmesi sonucunu doğurur ki bu da hem 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 35 inci maddesinin teminatı altında bulunan 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (4721 sayılı Kanun) 683 üncü ve devamı maddelerinde düzenlenen mülkiyet hakkına aykırı düşer. Hem de 6100 sayılı Kanun’un temel ilkesi olan davada karar altına alınacak hakkın ilgilisinin, davacı ve davalı sıfatı ile yer alması ilkesi zedelenmiş olur.

12. Vekâlet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil davasında davacı vekil edenin vekilinin davada yer almasının gerekip gerekmediği hususunu ispat yükü açısından da değerlendirdiğimizde ise vekil davada yer alarak gerek ikrar niteliğinde beyanda bulunmuş olsa, gerekse davayı kabul beyanında bulunsa bile bu durum davacıyı ispat yükünden kurtarmayacak, iddialarını ispat ile sorumlu olacaktır. Zira eldeki tapu iptal ve tescil davasında davacının asıl ispat yükü ile sorumlu olduğu kişi kayıt malikidir. Bu durumda kayıt malikine karşı ispat yükümlülüğü devam ettiğinden davacı vekil edenin vekilinin davada taraf olarak yer almasının usul hukuku bakımından da bir faydası olmayacaktır.

13. Hemen belirtmek gerekir ki eldeki davada talep tapu iptali ve tescil istemine ilişkin olup vekâlet görevinin kötüye kullanılması nedenine dayalı tazminat istemi mevcut olmadığından vekil edenin vekilinin davalı sıfatı bulunmamaktadır. Nitekim tapu iptali tescil davalarında mülkiyet hakkının aktarılmadığı iddiası esastır. Bu hakkı aktarım borcu ise tapu malikine aittir. Neticeten davada husumetin davalı sıfatına sahip olan tapu malikine yöneltilmesi gerekir.

14. Somut olayda tapu iptali ve tescil talepli eldeki davada kayıt maliki olmayan vekil Mahmut S.’ya karşı açılan davanın pasif husumet yokluğu nedeniyle reddine dair verilen kararının doğru olduğu sonucuna varılmıştır.

15. Açıklanan nedenlerle direnme kararının onanması görüşünde olduğumdan sayın çoğunluğun aksi yöndeki görüşüne katılmıyorum.

II. Uyuşmazlık Yönünden

1. Uyuşmazlık davacı tarafından vekil kılınan davalı Mahmut S.’nun vekil sıfatıyla dava konusu taşınmazı diğer davalı Abdullah G.’ya satış yoluyla temlik ettiği eldeki davada; dosya kapsamı ve toplanan delillere göre davalıların el ve iş birliği içerisinde hareket etmek suretiyle davacıyı zararlandırdıklarının sabit olup olmadığı buradan varılacak sonuca göre davanın kabulüne karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

2. 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun (6098 sayılı Kanun) 502 nci maddesinin birinci fıkrasında vekâlet sözleşmesi; vekilin vekâlet verenin bir işini görmeyi veya işlemini yapmayı üstlendiği sözleşme olarak tanımlanmıştır.

3. Vekâlet sözleşmesinin tarafları vekâlet veren ile vekildir. Vekâlet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır.

4. Vekil ile sözleşme yapan kişi 4721 sayılı Kanun'un 3 üncü maddesi anlamında iyiniyetli ise yani vekilin vekâlet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekâlet görevini kötüye kullansa dâhi bu husus vekil ile vekâlet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.

5. Ne var ki üçüncü kişi vekil ile çıkar ve iş birliği içerisinde ise veya kötüniyetli olup vekilin vekâlet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa, vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, 4721 sayılı Kanun'un 2 nci maddesindeki dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu Kanun maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hâkim tarafından resen göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötüniyeti teşvik etmek, en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötüniyet korunmamış daima müeyyideye bağlanmıştır. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler de bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.

6. Diğer taraftan hakim, taraflar arasında uyuşmazlık konusu olan vakıaların gerçekleşip gerçekleşmediğini kural olarak kendiliğinden araştıramaz. Bir olayın gerçekleşip gerçekleşmediğini taraflar ispat etmelidir. Bir davada ispat yükünün hangi tarafa ait olacağı hususu; 4721 sayılı Kanun’un 6 ncı maddesinde, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür.” şeklinde düzenlendiği gibi usul hukukunun en önemli konularından biri olan ispat yükü kuralı, 6100 sayılı Kanun'un 190 ıncı maddesinde de “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir.” şeklinde hüküm altına alınmıştır.

7. Vekâlet görevinin kötüye kullanıldığını ispat yükü de açıklanan bu genel hükümler uyarınca iddiayı ileri süren davacı tarafa aittir.

8. Uyuşmazlık konusu somut olay değerlendirildiğinde; davacının, davalı vekille 05.08.2014 tarihli dava konusu vekâletname dışında aralarında 03.07.2014, 21.07.2014, 24.09.2014 tarihlerinde İstanbul/ Kadıköy’de bağımsız bölüm, Balıkesir/Ayvalık ve Sakaraya/Sapanca’da yer alan ikişer adet dubleks meskenlerin satışına ilişkin vekâletnameler düzenlendiği, taşınmazların vekâletlerin düzenlendiği tarihlerden kısa bir süre sonra vekil Mahmut S. tarafından üçüncü kişilere satışlarının gerçekleştirildiği, 03.07.2014 ve 21.07.2014 tarihlerinde davalı vekil Mahmut S.’nun, davacı Muzaffer A.’a iki adet alacağını temlik ettiği, dava konusu taşınmazın 05.08.2014 tarihli Ayvalık 2. Noterliğinde düzenlenen 5208 yevmiye numaralı düzenleme şeklindeki vekâletname kullanılarak vekil Mahmut S. tarafından 06.08.2014 tarihinde 197.000,00 TL bedel ile diğer davalı Abdullah G.'ya satıldığı, taşınmazın tapu bilgileri incelendiğinde tarla vasfında olup uygulama imar planında doğal sit alanı olarak planlandığı, taşınmaz mahallinde yapılan keşif sonucu düzenlenen 27.09.2017 tarihli bilirkişi raporunda taşınmazın tarla vasfı ile satış tarihinde 562.242,13 TL, dava tarihinde 617.848,50 TL, 16.05.2018 tarihli ek rapor ile arsa vasfı ile yapılan değerlendirmede satış tarihinde 995.959,11 TL, dava tarihinde 1.089.016,11 TL olduğu tespitinin yapıldığı ancak her iki raporda da doğal sit alanı olmasının etkisine değinilmediği, taşınmazın tapuda satış değeri 197.000 TL olarak gösterilse de davalı kayıt maliki Abdullah G.’nun kardeşi Celal G. ile düzenlenen arsa alımı aracılık sözleşmesinde 400.000 TL olarak kararlaştırdıkları, satışın gerçekleştiği gün davalı kayıt malikinin kardeşi olan Celal G. tarafından şirket hesabından 385.000,00 TL'nin saat 11.00'de çekildiği, davacının vekil Mahmut S.’yu satıştan yaklaşık iki yıl sonra 04.04.2016 tarihinde azlettiği anlaşılmaktadır.

9. Yukarıda somut olaya ilişkin yer alan açıklamalar kapsamında dinlenilen mahalli bilirkişi beyanlarından dava konusu taşınmazın satıldığı hususunun yörede yaşayanlar tarafından bilindiği, dosyada yer alan bilgi ve belgeler kapsamında davalı Abdullah G.’nun satış olayı öncesinde diğer davalı vekil Mahmut S.’yu ve davacıyı tanımadığı, davacı tanığı Yahya G.’in emlakçıdan vekâlet ve satım olayını da duyduğunu 400.000 TL bedel ile satışın yapıldığından haberdar olduğunu hatta davacıyı haberdar ettiğini belirttiği, davacı tanığı Mustafa Tatlı'nın anlatımından davacı ile vekil Mahmut S. arasında emlak alım satımına ilişkin öncesinde iş birliği olduğu, davacı ile vekil Mahmut S.’nun İzmir ilinde inşaat işi sırasında tanıştığı, tanışıklıklarının çok geçmişinin olmadığı ancak kısa süre içerisinde de ortak kazanç ve iş birliği amacı ile birbirlerine temlikname ve vekâletnameler vermek sureti ile yakın ilişki kurduklarının anlaşıldığı, davalı Abdullah G. tanığı Yunus B.'ın beyanının davacı tanığı Yahya G.’in beyanı ile aynen örtüştüğü, taşınmazın tapu kaydında tarla vasfında olduğu ve bilirkişi raporunda doğal sit alanı olarak planlandığının da değerlendirilmediği dikkate alındığında 27.09.2017 tarihli tarihli raporda belirlenen taşınmazın devir tarihindeki bedeli ile 400.000,00 TL'lik alım satım bedeli arasında fahiş fark da bulunmadığı, nitekim taşınmazın değerinin düşük belirlenmesinin tek başına kötüniyetin ispatı için de yeterli olmadığı ayrıca davacı tanığı Yahya G. satıştan haberdar olduğunda davacıyı haberdar ettiğini belirtmesine rağmen davacı, vekil Mahmut S.’yu uzunca bir süre vekillikten azletmemiş olup, taşınmazının kendisinden habersiz satıldığını öğrenen bir kimsenin vekilini hemen azletmesi beklenirken iki yıla yakın bir zaman sonra azletmesi hayatın olağan akışına da uygun olmayıp, bu nedenle vekil ile vekil eden davacının araları bozulduktan sonra söz konusu davanın açıldığı kanaatini uyandırmaktadır.

10. Tüm bu nedenler bir arada değerlendirildiğinde eldeki davada ispat yükünün davacı üzerinde bulunduğu, iyiniyetin asıl olup kötüniyetin, el ve iş birliğinin ispatlanması gerektiği, davalı vekil Mahmut S.’nun vekil eden davacı Muzaffer A.’ın iradesine uygun davrandığı, davacının davalıların el ve iş birliği içerisinde hareket etmek suretiyle davacıyı zararlandırdıklarının ve vekil vasıtasıyla taşınmaz satın alan davalı Abdullah G.’nun kötüniyetinin usulünce ispat edilemediği anlaşılmaktadır.

11. Açıklanan nedenlerle direnme kararının onanması görüşünde olduğumdan sayın çoğunluğun aksi yöndeki görüşüne katılmıyorum.

Birinci Başkanvekili
Adem Albayrak

''K A R Ş I   O Y''

Uyuşmazlık, vekâlet görevinin kötüye kullanılması hukuki sebebine dayalı açılan tapu iptali ve tescil isteğine ilişkin davada, öncelikle tapu iptali ve tescil istemine ilişkin eldeki davanın yalnızca kayıt malikine karşı açılmasının gerekip gerekmediği; buradan varılacak sonuca göre davalı vekil Mahmut S. hakkında husumetten ret kararı verilmesinin isabetli olup olmadığı, sonrasında davacı tarafından vekil kılınan davalı Mahmut S.’nun vekil sıfatıyla dava konusu taşınmazı diğer davalı Abdullah G.’ya satış yoluyla temlik ettiği eldeki davada; dosya kapsamı ve toplanan delillere göre davalıların el ve iş birliği içerisinde hareket etmek suretiyle davacıyı zarara uğrattıklarının sabit olup olmadığı buradan varılacak sonuca göre davanın kabulüne karar verilmesinin gerekip gerekmediğine ilişkindir.

Sayın Çoğunluk, eldeki davada, davanın niteliği itibarıyla tapu kayıt malikinin yanında devir yapan vekilin de davada yer alması gerektiği, bu sebeple husumetten ret kararının doğru olmadığı, sonrasında da taşınmazın davalı vekil Mahmut tarafından, diğer davalı Abdullah’a tespit edilen rayiç bedelinin çok altında bir bedelle temlik edildiği gibi, düşük de olsa kararlaştırılan satış bedelinin davalılar tarafından davacıya ödendiğinin de ispat edilemediği, davalıların el ve iş birliği içerisinde hareket etmek suretiyle davacıyı zarara uğrattıkları sabit olduğundan davanın kabulüne karar verilmesi gerektiği sonucuna vararak İlk Derece Mahkemesinin direnme kararının bozulmasına karar vermiştir.

Dava konusu sübjektif hak (dava hakkı) ile taraflar arasındaki ilişkinin varlığı usul hukuku anlamında "sıfat" olarak tanımlanmaktadır. Bir davada taraf olarak gösterilen kişilerin o dava ile ilgili kimseler olması zorunludur. Taraf ehliyeti, dava ehliyeti ve davayı takip yetkisi, davanın taraflarının kişilikleriyle ilgili olmasına karşın, taraf sıfatı dava konusu sübjektif hakka ilişkindir. Sübjektif bir hakkı dava etme yetkisi (dava hakkı) kural olarak o hakkın sahibine ait olduğundan, anılan hakka ilişkin bir davada davacı olma sıfatı da hakkın sahibine aittir ve buna aktif husumet denilmektedir. Bir sübjektif hak kendisinden istenebilecek olan kişi ise o hakka uymakla yükümlü olan kimsedir ve bu da pasif husumet (davalı sıfatı) olarak adlandırılmaktadır. Sübjektif hakkın sahibi olan kimse ile o hakka uymakla yükümlü bulunan kişinin kimler olduğunun saptanması, bir başka anlatımla davada, davacı ve davalı sıfatlarının kimlere ait olduğu hususu, dava konusu (sübjektif) hakkın özüne ilişkin maddi hukuk sorunudur. Dava açan veya aleyhine dava açılan kişiler o davada davacı veya davalı olarak taraf sıfatına sahip değillerse, mahkemece dava konusu hakkın esası (var olup olmadığı) hakkında inceleme yapılmadan dava sıfat yokluğundan reddedilmesi gerekir. Dava konusu hakkın özüne ilişkin bir maddi hukuk sorunu olan taraf sıfatı (husumet) ve sıfat yokluğu, davada taraf olarak görünen kişiler arasında dava konusu hakkın doğumuna engel olan bir itiraz niteliğindedir ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun (HMK) 116 ncı maddesinde yer alan ilk itirazlardan olmadığından, taraflarca ileri sürülmese dahi gerek mahkemece, yargılamanın her aşamasında, isteme gerek kalmaksızın mahkemece kendiliğinden gözetilmesi zorunludur. Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 03.06.2021 tarihli ve 2020/(13)3-247 Esas, 2021/692 Karar sayılı kararında da benimsenmiştir.

Uyuşmazlık incelendiğinde; dava tapu iptali ve tescile yöneliktir. Bilindiği üzere tapu iptali ve tescil davaları kayıt malikine, kayıt maliki ölmüş ise mirasçılarına karşı açılır. Aksi bir durum kayıt malikinin taraf olmadığı bir davada kendisinin taşınmaz mülkiyetini yitirmesi sonucunu doğurur ki, bu da hem Anayasanın 35 inci maddesine, hem de 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 683 üncü ve devamı maddelerinde düzenlenen mülkiyet hakkına aykırı düşer. Ayrıca 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) temel ilkesi olan, davada karar altına alınacak hakkın ilgilisinin, davacı ve davalı sıfatı ile yer alması ilkesi zedelenmiş olur. Eldeki davada talep tapu iptali ve tescil isteğine ilişkin olup bu kuraldan ayrılmayı gerektiren bir neden bulunmamaktadır. Davada, tapu iptali ve tescil yanında tazminata ilişkin bir talep de yoktur. O hâlde davada kayıt maliki üçüncü kişi durumundaki Abdullah’ın davada yer alması zorunludur. Ancak, Abdullah’a devri yapan davacının vekili durumundaki Mahmut’un bu davada davalı sıfatı bulunmamaktadır, bu sebeple hakkındaki davanın husumet nedeniyle reddine karar verilmiş olması doğrudur.

Aksi düşünce, yeni uyuşmazlıklara sebep olacağı gibi kökleşmiş bir takım usule ilişkin uygulamalar bakımından da tereddüt doğuracaktır. Bu hususa yönelik olarak, davacının vekilinin davada yer almasının esasen üçüncü kişi durumundaki kayıt maliki bakımından bir önemi de yoktur. Vekilin yargılamada yer alıp davayı kabul etmesi üçüncü kişiyi etkilemeyeceği gibi, davacıyı da üçüncü kişiye karşı ispat yükünden kurtarmayacaktır. Yine benzer kabul, davacının vekili tarafından taşınmazın üçüncü kişiye devrinden sonra, üçüncü kişi tarafından da taşınmazın devredilmesi ve bu devirlerin dava tarihine kadar birden fazla olması hâlinde, devreden tüm önceki maliklerin de davada yer almasını gerektirecektir ki bu durumun yargılamanın uzamasından başka bir sonucu olmayacaktır. Başka bir durumda, davacının vekilinin devrettiği kişinin dava öncesi ölmesi, mirasçı sayısının fazla olması, bu mirasçıların da dava öncesi taşınmazı vekâlet vermek suretiyle tapuda başka bir gerçek kişiye devretmeleri hâlinde, önceki malik durumundaki tüm mirasçıların davada yer almasını gerektirecektir.

Başka bir hâlde, davacının vekilinden devralan üçüncü kişinin veya bu kişiden dava öncesi devralan gerçek kişilerin davanın devamı sırasında tapuda devir yapmaları hâlinde, HMK’nin 125 inci maddesine göre davacının kullanabileceği, devreden tarafla olan davasından vazgeçerek, dava konusunu devralmış olan kişiye karşı davaya devam etmek veya davasını devreden taraf hakkında tazminat davasına dönüştürmek şeklindeki seçimlik haklarını kullanmasının bir anlamı da kalmayacaktır. Bu durumda HMK hükümleri bu uygulama ile ortadan kaldırılmış olacaktır. Birden fazla devir durumunda davacının vekili ile yalnızca son malikin davada yer almasının kabulü de mümkün olmayacaktır. Çünkü bu hâlde de sayın çoğunluğun bozma gerekçesinde de yer alan davadaki delillerin daha iyi ve düzgün değerlendirilebilmesine yönelik gerekçe havada kalacaktır.

Diğer yandan, davada yalnızca tapu iptali ve tescil istenmesi ile tapu iptali ve tescil ile birlikte tazminat da talep edilmesine yönelik iki dava arasında herhangi bir fark da kalmayacak, her iki dava tek dava hâline dönüştürülmüş olacaktır. Ayrıca yalnızca tazminata ilişkin açılan davada son kayıt malikinin davada yer alması gerekip gerekmeyeceği de bir sorun olarak kenarda duracaktır. Biraz daha ileri gidilirse, yalnızca davacının vekili davalı gösterilerek açılan tapu iptali ve tescil davasında, kayıt malikinin davaya dahil edilmesi için süre ve imkân mı verilecektir?

Görüldüğü gibi davacının talebinin göz ardı edilerek (ki bu husus usul kanunumuzda yer alan ilkelere de aykırıdır) yalnızca tazminat talebinin muhatabı olabilecek davacının vekilinin tapu iptali ve tescile ilişkin davada yer alması gerektiğinin kabulü, eldeki davada el ve iş birliğinin belirlenmesi ve davacı ile vekil arasındaki hukuki ilişkinin açıklığa kavuşturulabilmesi bakımından lehe olarak düşünülebilirse de ortaya çıkaracağı sorunlar elde edilmesi düşünülen faydadan daha fazla olacak, bu kabul sebebiyle istikrarlı uygulamalar yanında usul hükümlerinin de göz ardı edilmesi sonucu doğacaktır.

Başka bir açıdan, vekilin davada yer almasının uyuşmazlığın çözümü ve delilerin toplanıp değerlendirmesinde faydası olduğu düşünülerek olaya yaklaşıldığında, her ne kadar vekil yönünden bir faydası olmayacağı açık olmakla beraber, üçüncü kişi açısından koşullarının bulunabileceği biraz da zorlanarak kabul edilip, HMK’nın 61 ve devamı maddelerinde yer alan tahkikat tamamlanıncaya kadar davanın ihbarına ilişkin müessesenin burada uygulanabileceği, vekile davanın ihbar edilebileceği düşünülebilir ise de ihbar hâlinde kendisine davanın ihbarı yapılacak kişi (eldeki davada vekil) o yargılama bakımından üçüncü kişi sayılacağından bu husus da mahkemenin vekili zorunlu olarak davada davalı olarak yer alması sonucunu doğurmayacaktır (Bu hususta Yargıtay 1. H.D.'nin 04.07.2018 tarihli ve 2015/13447 Esas, 2018/11774 Karar sayılı Kararı).

Son olarak örnek vermek gerekirse; “Yargıtay 1. H.D.'nin 09.33.2020 tarihli ve 2016/17391 Esas, 2020/1661 Karar - Somut olayda, dava tarihi itibariyle dava konusu taşınmazda M.A.P. tapu kayıt maliki iken davacıların 09.05.2013 tarihli dilekçesi üzerine davaya dahil edildiği anlaşılmakta olup, dava tarihi itibariyle 6100 sayılı HMK'nın 50 nci maddesi gereğince kayıt malikine karşı açılmış bir dava bulunmamaktadır. Hâl böyle olunca; davada taraf sıfatı bulunmayan davalılar L., A. ve S. ye yöneltilen davanın pasif husumet yokluğu nedeniyle usulden reddine, kayıt maliki M.A.P. hakkında ise usulünce açılmış bir dava bulunmadığından davanın reddine karar verilmesi gerekirken…” , “Yargıtay 1. H.D.nin 04.02.2020 tarihli ve 2016/13899 Esas, 2020/532 Karar - Bilindiği üzere, vekâlet görevinin kötüye kullanılması ve muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil davaları taşınmazın aynına ilişkin davalar olup zamanaşımına tabî değillerdir. Öte yandan, tapu iptal-tescil davaları tapu kayıt maliki aleyhine açılacağı gibi usul hukukunda davaya dahil müessesi olmadığı için bir kimseye dahili dava yolu ile taraf sıfatı da verilemez. Somut olaya gelince; dava, davalılar A.E. ve R.D.’a karşı açılmış iken dava konusu taşınmazların dava tarihinden önce temlik edildiği maliklerinin değiştiği tespit edilince dahili dava yoluyla E.T. Ltd. Şti., A.Ş. ve H.Ş.'in davaya dâhil edildikleri anlaşılmıştır. Hâl böyle olunca, mahkemece, davalıların dava tarihinde tapu kayıt maliki olmadıkları ve dahili dava yolu ile bir kimseye taraf sıfatı kazandırılamayacağı gözetilerek, davalı tarafın sıfat yokluğundan davanın reddine karar verilmesi gerekirken…” , “Yargıtay 1. H.D.'nin 29.11.2017 tarihli ve 2015/5266 Esas, 2017/6857 Karar - …29.05.2012 tarihli temlikte vekâlet görevinin kötüye kullanıldığı iddiasının davacı tarafından kanıtlanamadığı sonucuna varılmaktadır.Öte yandan, çekişmeli taşınmaz dava tarihinde ve hâlen davalı H. adına kayıtlıdır. Eldeki davada, vekil G.’e husumet yöneltilmemiş, hakkında usulüne uygun bir dava açılmamış, yargılama sürerken davaya dahil edilmiştir. Olayda zorunlu dava arkadaşlığı bulunmadığı gibi dahili dava yoluyla davaya dâhil edilen bir kimseye taraf sıfatı kazandırılmasına ve hakkında hüküm kurulmasına yasal olanak yoktur. Dahili dava yolu ile bir kimseye taraf sıfatı kazandırılamayacağı yargısal uygulamalar ile kararlılık kazanmış ve bu husus öğretide de benimsenmiştir. Hâl böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken…” şeklindeki kararlarında tapu iptali ve tescil talepli açılan vekâlet görevinin kötüye kullanılmasına dayalı davalarda Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin bu görüşümüzü gerek gerekçe gerekse sonuç olarak desteklediği görülmektedir.

Sonuç olarak, İlk Derece Mahkemesinin, tapu iptali ve tescil talebi ile dava açılması sebebiyle davacının vekiline karşı açılan davada husumet nedeniyle verdiği red kararının doğru olduğu görüşünde olduğumuzdan, bu bölüm yönünden İlk Derece Mahkemesi kararının onanması gerektiğini düşünüyor, bu sebeple sayın çoğunluğun aksi görüşüne katılamıyoruz.

Diğer kısma gelince; Dayanılan hukuki sebep yönünden Yargıtay ilgili Dairesinin istikrarlı şekilde kararlarında belirttiği üzere; vekil ile sözleşme yapan kişi 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun (TMK) 3 üncü maddesi anlamında iyiniyetli ise yani vekilin vekâlet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekâlet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekâlet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.

Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve iş birliği içerisinde ise veya kötüniyetli olup vekilin vekâlet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, TMK'nın 2 nci maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötüniyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötüniyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.

Her ne kadar sayın çoğunluk, bozma ilâmında açıklandığı üzere vekil ile üçüncü kişinin el ve iş birliği ile hareket ederek davacıyı zarara uğrattıkları görüşünde ise de bozma ilâmında yer alan karşı oy yazısında da belirtildiği üzere, bilirkişilerden alınan ilk rapor ile gerçek satım bedeli arasında aşırı bir fark olmaması, bu tür davalarda taşınmazın rayiç bedeli üzerinden değerlendirme yapılması gerekliliği, keşif yerinde dinlenen emlakçılık yapan tanığın taşınmazın dönümünün keşif anında 100.000-150.000 TL civarında olduğunu beyan etmesi, ayrıca taşınmazın değerinin düşük belirlenmesinin tek başına kötüniyetin ispatı için yeterli de olmaması, davacı tanığı Yahya’nın taşınmazda kiracı olduğunu, satıştan haberdar olduğunda davacıyı haberdar ettiğini belirtmesine rağmen davacının, vekilini uzunca bir süre vekillikten azletmemesi, vekil ile davacı arasında ticari ilişki bulunup birden fazla vekâletler verilmesi, temlikler yapılması, taşınmazının kendisinden habersiz satıldığını öğrenen bir kimsenin vekilini hemen azletmesi gerekirken iki yıla yakın bir zaman sonra azletmesinin hayatın olağan akışına da uygun olmaması, bu nedenle vekil ile vekil eden davacının araları bozulduktan sonra söz konusu davanın açıldığı kanaati uyanması, eldeki davada ispat yükünün davacı üzerinde bulunması, iyiniyetin asıl olup kötüniyetin veya el ve iş birliğinin ispatı gerekmesi, kayıt maliki davalının devir öncesi ve sonrası davranışları ile olayın örgüsü ve deliller dikkate alındığında, davalı vekilin, vekil eden davacının iradesine uygun davrandığı, vekil vasıtasıyla taşınmaz satın alan davalı Abdullah’ın kötüniyetinin usulünce ispat edilemediği görüşünde olduğumuzdan sayın çoğunluğun görüşüne bu yönden de katılamıyoruz.

Üye                           Üye
Nadir Meral               Süleyman Yıldırım

BİLGİ : I. numaralı uyuşmazlık bakımından Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda bulunan 25 üyenin 15’i BOZMA, 10’u ise ONAMA yönünde oy kullanmışlardır.

II. numaralı uyuşmazlık bakımından Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda bulunan 25 üyenin 15’i BOZMA, 10’u ise ONAMA yönünde oy kullanmışlardır.

BİLGİ : “Mal rejimi kaynaklı alacağa zarar vermek için yapılan muvazaalı devirlerde son kayıt maliki ve diğer ara malikler de taraf olmalıdır” şeklindeki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 24 Şubat 2022 tarihli kararı için bkz.

http://karamercanhukuk.com/yargitay-karari/mal-rejimi-kaynakli-alacaga-zarar-vermek-icin-yapilan-muvazaali-devirlerde-son-kayit-maliki-ve-diger-ara-malikler-de-taraf-olmalidir