KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesinde yayınlanan tüm içerik telif yasaları ve Türk Patent Enstitüsü kapsamında koruma altındadır. KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesinde paylaşılan Yargıtay Kararları’nın kullanımından doğabilecek zararlar için KARAMERCAN HUKUK Bürosu hiçbir sorumluluk kabul etmez. www.karamercanhukuk.com/blog_yargitay.php internet adresinde paylaşılan Yargıtay Kararları’nın link verilmeden bir başka anlatımla www.karamercanhukuk.com internet adresinden alındığı belirtilmeksizin kopyalanması, paylaşılması ve kullanılması YASAKTIR. KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesini ziyaret etmekle, yukarıda belirtilen kullanım şartlarını kabul etmiş sayılırsınız.
Yazdır

MADDİ VAKIAYI ETKİLEMEMEK KAYDIYLA SALT HUKUKİ SEBEBİN DEĞİŞTİRİLMESİ İDDİA VE SAVUNMAYI DEĞİŞTİRME VEYA GENİŞLETME YASAĞI KAPSAMINDA DEĞERLENDİRİLEMEZ.

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

Esas No        : 2022/1-843
Karar No       : 2023/1162

T Ü R K   M İ L L E T İ   A D I N A

Y A R G I T A Y   İ L  M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ                :
 İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi
TARİHİ                          : 09.12.2021
SAYISI                          : 2021/903 E., 2021/1873 K.
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 02.03.2021 tarihli ve 2018/1290 Esas,
                                         2021/1129 Karar sayılı BOZMA kararı

Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.

Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararı kaldırılarak yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.

Direnme kararı davacı vekilince temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve temyiz incelemesi sırasında duruşmanın düzenlendiği 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 369 uncu maddesinin direnme kararının temyizini kapsamadığı, direnmenin düzenlendiği aynı Kanun’un 373 üncü maddesinde ise duruşmaya yer verilmediği gözetildiğinde direnme kararlarının temyiz incelemesinde duruşma yapılamayacağı kabul edilerek temyiz eden davacı vekilinin duruşma isteminin reddine karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:

I. DAVA

1. Davacı vekili dava dilekçesinde; 1989 yılında evlenen tarafların 2012 yılında Ümraniye 3. Aile Mahkemesinin 2011/1091 Esas, 2012/253 Karar sayılı kararı ile anlaşmalı boşandıklarını, ancak boşanma kararından sonra dava tarihine kadar dava konusu taşınmazlardan Çekmeköy'de bulunan konutta birlikte yaşamaya devam ettiklerini, müvekkilinin ortağı olduğu şirket hakkında Kozyatağı Vergi Dairesi tarafından düzenlenen ve tahakkuk ettirilen vergi cezaları nedeniyle davalar açıldığını, bu süreçte mağduriyet yaşamamak için müvekkilinin adına kayıtlı taşınmazlardaki hisselerini ileride risk ortadan kalktığında bedelsiz olarak geri alınmak üzere evlilik birliği içerisinde 2008 yılında inançlı işlemle muvazaalı olarak davalıya devrettiğini, dava konusu taşınmazlarla beraber muvazaalı olarak davalıya devredilen veya davalı adına doğrudan tescil edilen araçların tüm resmî, gayriresmî giderlerinin boşanmadan sonra bile dava tarihine kadar davacı tarafından ödendiğini, davalının taşınmazları devraldığı tarihten sonra müvekkiline bu taşınmaz ve araçlarla ilgili satış yetkisi de dâhil malikin yapabileceği tüm işlemleri yapmaya yetki veren vekâletnameler verdiğini, müvekkilinin vergi mahkemelerinde açtığı davaların bir çoğunun lehine sonuçlanması ve ekonomik riskleri de kalkmak üzere olduğundan davalıdan inançlı şekilde bedelsiz devrettiği taşınmazların devrini istemesi üzerine olumlu yanıt veren davalının daha sonra kötüniyetli olarak müvekkilinin vekâletnamelerle yaptığı bazı işlemlerin iptali için davalar açtığını ve müvekkilini vekâletten azlettiğini, davalı ve dava dışı üçüncü kişi ile yapılan yazışmalar sonucunda davalının müvekkilinden fiilen ayrılarak müvekkiline devretmesi gereken taşınmazlara ve araçlara el koymak istediğinin anlaşıldığını, muvazaa sebebiyle müvekkil tarafından yapılan devirlerin geçersiz olduğunu ileri sürerek Ümraniye ilçesinde bulunan 13 No.lu bağımsız bölüm ile Kadıköy ilçesinde bulunan 10 No.lu bağımsız bölümde davalı adına kayıtlı 1/2 hisselerin iptal edilerek davacı adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmesini talep etmiştir.

2. Davacı vekili ıslah dilekçesinde ise; davanın hukuki sebebini hileye dayandırmak suretiyle davayı ıslah ettiklerini, tahkikatın ve delillerin değerlendirilmesinin bu hukuki çerçevede yapılmasını istemiş ve dilekçe ile birlikte sunduğu beyan dilekçesinde müvekkilinin normal şartlarda yapmayacağı devirleri davalı eşinin yarattığı korku ve endişelerle üzerinde oluşturduğu baskıların etkisiyle yaptığını, davalının müvekkilini malvarlığının korunması konusunda aldatıp anlaşmalı boşanmayı sağladıktan sonra aynı şekilde evlilik bağının süreceği vaadiyle müvekkilini kandırdığını, gayrimeşru ilişkisinin ortaya çıkması ve kötüniyetli azillerin yapılması sonucu müvekkilinin eşi tarafından kandırıldığını fark ettiğini, müvekkilinin dava dışı üçüncü kişiden de eşinin kendisini aldattığını, tek amacının müvekkilinin tüm malvarlığına el koymak olduğunu öğrendiğini belirterek hile hukuki sebebine dayalı olarak davalı adına kayıtlı 1/2 hisselerin iptal edilerek davacı adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmesini talep etmiştir.

II. CEVAP

Davalı vekili cevap dilekçesinde; tarafların boşanma kararından sonra beraber yaşadığı iddiasının gerçeğe aykırı olduğunu, boşanma kararı kesinleşmiş olduğundan tarafların ilâm hükümlerine uymak zorunda bulunduklarını, boşanma protokolünün üçüncü maddesinde açık olarak tarafların birbirinden hâli hazırda maliki bulunduğu mallar üzerinde hak talebinde bulunmayacaklarının belirtildiğini ve bu hükmün taraflarca kabul edildiğini, davacının iddialarının aksine vergi davalarının 2008 yılına ait olmasına karşın tarafların 2012 yılında boşandıklarını, inançlı bir işlem söz konusu olsaydı tarafların ihtilafın ortaya çıktığı 2008 yılında boşanmış olacaklarını, yüksek mimar olan müvekkilinin maddi durumunun davacıdan daha iyi olduğunu, boşanmadan sonra da müşterek çocukları için görüşmeye devam ettiklerini, davacının zaman zaman çocuk için gelip gittiğini, müvekkiline yapılan satışların gerçek bir satış olduğu, müvekkilinin evlilik birliği devam ederken eşine olan güveni sebebiyle vekâletnameler ile eski eşini vekil tayin ettiğini, bu vekâletnamelerle eski eşinin banka hesaplarında işlemler yapıp para çektiğinin ve müvekkiline ait araçları kardeşine sattığının tespit edilmesi üzerine 11.05.2015 tarihinde davacıyı azlettiğini, kötüye kullanılan bu vekâletler sebebiyle müvekkilinin davalar açıp suç duyurusunda bulunması nedeniyle eldeki davanın kötüniyetli olarak açıldığını, davacının hem muvazaa hem de inançlı işlem iddialarını aynı anda ileri sürmesinin mahkemeyi yanıltmaya yönelik olduğunu, iddianın tanıkla ispatının mümkün olmadığını, davacının ekonomik zorluklar ve hakkında açılan vergi davaları nedeniyle taşınmazlarını devrettiğine yönelik iddianın kanuna karşı hile teşkil ettiğini, bu iddiaların incelenmesinin dürüstlük kuralı ile de bağdaşmayacağını belirterek davanın reddi gerektiğini savunmuştur.

III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI

İlk Derece Mahkemesinin 11.04.2017 tarihli ve 2015/266 Esas, 2017/111 Karar sayılı kararı ile tarafların anlaşmalı boşanmayı sağlamak için boşanma protokolünün üçüncü maddesindeki beyanı verdikleri, beyanın gerçek iradeleri yansıtmadığından davacıyı hukuken bağlamadığı, evlilik birliği içerisinde alınan dava konusu taşınmazların tapu kaydında ½ paylarla taraflar adına tescil edildiği, değişik şirketlerde ortaklığı bulunan davacının gelirini bu şirketlerden ve çeşitli alanlarda fiilen çalışmasından elde ettiği, davalının ise yüksek mimar olarak çalıştığı ancak herhangi bir şirkette ortaklığının bulunmadığı, 2008 yılında davacının ortak olduğu şirketlere yüklü miktarda vergi cezaları kesildiği, bu cezalara karşı mahkemelerde davalar açıldığı, bu davaların aleyhe sonuçlanması hâlinde yüklü miktardaki vergi cezalarından kurtulmak ve ailesini zor durumda bırakmamak amacıyla ve davalının hilesi ve aldatması ile daha sonra tekrar bedelsiz olarak iade etmek üzere davacının dava konusu taşınmazlardaki hisselerini davalıya 23.06.2008 tarihinde devrettiği, davalının dava konusu taşınmazlardaki davacıya ait hisseleri satın alacak maddi gücünün bulunmadığı, davalının hile ile davaya konu payları devraldığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.

IV. İSTİNAF

A. İstinaf Yoluna Başvuranlar

İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.

B. Gerekçe ve Sonuç

Bölge Adliye Mahkemesinin 26.12.2017 tarihli ve 2017/1303 Esas, 2017/1469 Karar sayılı kararı ile inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı olarak açılan tapu iptali ve tescil davasının hukuki sebebi hile olarak ıslah edilmiş olmasına rağmen dava dilekçesindeki anlatım karşısında iddianın içeriği ve ileri sürülüş biçimine göre taraflar arasındaki uyuşmazlığın hukuki dayanağının inançlı işlem niteliğinde olduğu, davacının ıslahla hile sebebine dayanmış olmasının ileri sürülen maddi vakalara göre davanın hukuki niteliğini değiştirmediği, inançlı işlem hukuki nedenine dayalı davalarda ispatın yazılı delil veya yazılı delil başlangıcı niteliğinde belge ile mümkün olduğu, dosyada davalının eli ürünü olan ve taraflar arasında inançlı işlemin kanıtı sayılabilecek yazılı delil veya yazılı delil başlangıcı mahiyetinde bir ispat vasıtası sunulamadığı, aksine boşanma protokolünde tarafların taşınmazlardan hak talep etmeyecekleri yönünde hüküm bulunduğu, mahkemeye sunulan protokolün mahkeme içi ikrar mahiyetini alan bir sözleşme olduğu, bu nedenle tarafları bağlayacağı, protokolün kesinleşen boşanma ilâmının eki niteliğinde olması sebebiyle İlk Derece Mahkemesinin protokolün anlaşmalı boşanmayı sağlamak amacıyla verildiği ve davacıyı bağlamayacağı yönündeki değerlendirmesinin yerinde olmadığı, protokolle ilgili bir irade sakatlığı ve sahtelik iddiasının ileri sürülmediği, öte yandan vergi borcu bulunan bir kimse tarafından eşe yapılan devre ilişkin tasarrufların hükümsüz olduğunu ticaretle uğraşan davacının bilecek durumda olduğu gözetildiğinde ve tarafların 2008 yılındaki vergi borçları nedeniyle bu dönemde yapılan devirden uzun süre sonra boşanmaları, eldeki davanın ise 2015 yılında açılması karşısında davacının kendi istek ve iradesi ile devri gerçekleştirdiği, iddialarının hayatın olağan akışına uygun olmadığı sonucuna varıldığı gerekçesiyle davalı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararı kaldırılarak yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın reddine karar verilmiştir.

V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ

A. Bozma Kararı

1. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.

2. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile "... İlk Derece Mahkemesince, hile iddiasının sabit olduğu, davalının taşınmazları satın alma gücünün olmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiş, karara karşı davalı tarafın istinaf başvurusu üzerine, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesince, her ne kadar ıslahla davanın hukuki sebebi hile olarak değiştirilmiş ise de ileri sürülen maddi vakalara göre, davada inançlı işlem hukuksal nedenine dayanıldığı, davacının inançlı işlem iddiasını yazılı delille kanıtlayamadığı, davacının kendi istek ve iradesi ile temlik işlemlerini gerçekleştirdiği gerekçesiyle, HMK'nın 353/1.b.2. maddesi uyarınca davalı vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile ilk derece mahkemesi kararının kaldırılmasına, davanın reddine karar verilmiştir.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden, 3196 parseldeki 13 nolu bağımsız bölüm ile 275 ada 79 parseldeki 10 nolu bağımsız bölüm yarı yarıya taraflar adına kayıtlı iken, davacının paylarını 20.06.2008 ve 23.06.2008 tarihinde davalıya satış suretiyle temlik ettiği, 1989 yılında evlenen tarafların 12.04.2012 tarihinde boşandıkları, boşanma ilamının eki sayılan 17.11.2011 tarihli ptokolün 3. maddesinde, tarafların birbirlerinin halihazırda maliki olduğu taşınır, taşınmaz malları üzerinde hak talebinde bulunmadıklarının belirtildiği, davacının hileyi "davalının gayrimeşru ilişkisinin ortaya çıktığı ve kötüniyetli azillerin yapılması neticesinde" öğrendiğini iddia ettiği, eldeki davanın 10.07.2015 tarihinde açıldığı anlaşılmaktadır.

Bilindiği üzere, hile (aldatma), genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı koruma yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Hata da yanılma, hilede ise yanıltma söz konusudur. 6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 36/1. maddesinde açıklandığı üzere taraflardan biri diğer tarafın kasıtlı aldatmasıyla sözleşme yapmaya yöneltilmişse yanılma (hata) esaslı olmasa bile aldatılan taraf için sözleşme bağlayıcı sayılamaz. Değinilen koşulların varlığı halinde aldatılan taraf hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable şamil) olarak ortadan kaldırabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir.

Öte yandan, hile her türlü delille ispat edilebileceği gibi iptal hakkının kullanılması hiç bir şekle bağlı değildir. Aldatmanın öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde karşı tarafa yöneltilecek bir irade açıklaması, defi yahut dava yoluyla da kullanılabilir.

TBK'nın 39. maddesinde öngörülen bir yıllık hak düşürücü sürenin hileye maruz kalan kimsenin bunu öğrendiği tarihten itibaren işlemeye başlayacağı, mağdurun öğrenme tarihi olarak ileri sürdüğü tarihin esas alınacağı belirgin olup; diğer tarafın öğrenmenin bu tarih değil de daha önce olduğunu iddia etmesi durumunda, bu iddiasını ispat zorunluluğunda olduğunda da kuşku bulunmamaktadır. Nitekim, Hukuk Genel Kurulu’nun 20.04.1983 gün ve 1980/1-1846-397 sayılı kararında da aynı hususa işaret edilmiştir.

Somut olaya gelince, 6100 sayılı HMK'nın 119/1-g maddesine ( 1086 sayılı HUMK m. 179/4) göre; davanın hukuki sebebini bildirmek davacıya ait olup, hem ilk derece mahkemesinin hem de istinaf mahkemesinin kabulünde olduğuna göre davacının, inançlı işlem hukuksal sebebini HMK'nın 176. maddesi gereğince hile hukuksal sebebine dönüştürdüğü açıktır.

Ne var ki, bölge adliye mahkemesince, HMK'nın 33. maddesine yanlış anlam yüklenerek davadaki hukuki sebebin inançlı işlem olarak değerlendirilip, buna göre davanın ispatlanamadığı gerekçesiyle reddine karar verilmesi doğru değildir.

Hal böyle olunca, öncelikle davanın TBK'nın 39. maddesi gereğince hak düşürücü süre içinde açılıp açılmadığının belirlenmesi, süresinde açılmış ise hile hukuki nedenine göre yukarıda belirtilen ilkeler uyarınca tüm deliller değerlendirilerek temlikin hileli olup olmadığının açıklığa kavuşturulması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken yanılgılı hukuki nitelendirme ile yazılı olduğu üzere karar verilmesi doğru değildir..." gerekçesiyle karar bozulmuştur.

B. Bölge Adliye Mahkemesince Verilen Direnme Kararı

Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; davanın dayandığı maddi vakıaları bildirme ve izah etmenin davacıya, hukuki nitelendirmeyi yapmanın ve ona uygun yasal düzenlemeyi tayin ve tespit ederek uygulamanın hâkime ait olduğu, ıslah dilekçesinde ayrıca maddi olaylara ilişkin bir değişiklik olmadığından dava dilekçesinde açıklanan maddi olaylar çerçevesinde değerlendirme yapmak gerektiği, bu durumda davacı her ne kadar ıslah dilekçesi ile hile hukuksal nedenine dayanmış ise de iddianın içeriği ve ileri sürülüş biçimine göre davanın hukuki sebebinin inançlı işlem olduğu, ıslahta ileri sürülen maddi vakalara göre de davanın hukuki niteliğinin değişmediği, zira taşınmazların vergi cezaları nedeniyle elinden alınacağı yönünde hile yapılarak ancak daha sonra geri verileceği inancı ile devrinin sağlanmış olduğu iddiasının inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı bir iddia olduğu, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 141 inci maddesine göre tarafların cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçeleri ile serbestçe iddia ve savunmalarını genişletebilmeleri yahut değiştirebilmeleri mümkün bulunduğu, bu dilekçeler verildikten sonra kanunda belirtilen istisnalar dışında tarafların iddia ve savunmalarını genişletip değiştiremeyeceği, bu yasağın teksif ilkesinin önemli bir sonucu olduğu, dava sebebi olarak vakıalar ve talep sonucunun bu yasak kapsamında kaldığı, bunun dışında hukuki sebeplerin değiştirilmesinin ve talebin daraltılmasının davayı genişletme veya değiştirme sayılmadığı, somut olayda davanın dayanağı olan maddi vakıaların usulüne uygun bir işlemle değiştirilmediği, davacının dava dilekçesinde veya ön inceleme duruşmasında hile hukuksal nedenine dayalı dava açtıklarına ilişkin beyanlarının dava dilekçesindeki maddi vakıalar karşısında anlam ifade etmeyeceği, yapılan nitelendirmenin dosya kapsamına uygun olduğu gerekçesiyle önceki hükümde direnilmiştir.

VI. TEMYİZ

A. Temyiz Yoluna Başvuranlar

Direnme kararına karşı süresi içinde davacı vekilince temyiz isteminde bulunulmuştur.

B. Temyiz Sebepleri

Davacı vekili, açtıkları davayı tamamen ıslah etmek suretiyle ilk dava dilekçesinin yok sayılması ve hâkimin taleple bağlı kalmak suretiyle ıslah yönünde hile kapsamında değerlendirme yaparak karar vermesi gerektiğini, ıslah dilekçesinde yer almayan inançlı işlem iddiasının değerlendirilmesinin mümkün olmadığını, iradeyi bozan taraf hilesi bulunduğundan tanık dinlenmesinin mümkün olduğunu, hileye ilişkin dosyadaki delillerin incelenip değerlendirilmeden karar verilmesinin hatalı olduğu gerekçesiyle kararın bozulmasını talep etmiştir.

C. Uyuşmazlık

Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava ve ıslah dilekçelerinde ileri sürülen maddi vakıalar gözetildiğinde Bölge Adliye Mahkemesince davanın hukuki nitelendirmesinin hatalı yapılıp yapılmadığı, dosya içeriği ve toplanan delillerden eldeki davanın hile hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil davası mı yoksa inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil davası mı olarak değerlendirilmesi gerektiği noktasında toplanmaktadır.

D. Gerekçe

1. İlgili Hukuk

1. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun (6100 sayılı Kanun, HMK) 31, 33, 119, 137, 139, 140, 176 ilâ 182 nci maddeleri.

2. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun (6098 sayılı Kanun) 26, 27, 36, 39 ve 97 nci maddeleri.

3. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu, (YİBGK) 05.02.1947 tarihli, 1945/20 Esas, 1947/6 Karar sayılı kararı.

2. Değerlendirme

1. Davacı vekilince dosyaya sunulan dilekçelerin nitelendirilmesi için öncelikle ıslah hukuki kavramına ilişkin açıklamaların yapılmasında yarar vardır.

2. Islah, 6100 sayılı Kanun'un 176 ilâ 182 nci maddeleri arasında düzenlenmiştir. Bu düzenleme genel anlamda 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda (1086 sayılı Kanun) yer alan düzenlemenin sadeleştirilmiş hâlinden ibarettir.

3. Islah kelime olarak bir şeyi iyileştirme, düzeltme anlamını içerse de, yargılama hukuku bakımından bundan daha özel ve teknik bir anlama sahiptir. Islah; taraflardan birinin yapmış olduğu usul işleminin tamamen veya kısmen düzeltilmesine denir. Islah müessesesi, dava değiştirme, başka deyişle iddia ve müdafaanın değiştirilmesi veya genişletilmesi yasağını bertaraf eden bir imkândır.

4. Taraflar yargılama aşamasında yapmış oldukları usul işlemlerinde, hata veya unutma nedeni ile iddia veya savunma sebeplerini değiştirip genişletmesi gerektiren bir durum ile karşı karşıya gelebilir. İşte böyle bir eksiklik 1086 sayılı Kanun'un yürürlükte olduğu dönemde diğer tarafın açık veya zımni muvafakati ile giderilebilmekteyken 6100 sayılı Kanun'un yürürlüğe girmesi ile birlikte sadece diğer tarafın açık muvafakati ile giderilebileceği kabul edilmiştir. Taraflardan birinin iddiasını veya savunmasını değiştirmek veya genişletmek istemesi hâlinde, karşı taraf buna açık bir şekilde rıza göstermezse; iddiasını veya savunmasını değiştirmek veya genişletmek isteyen tarafın ıslaha başvurmaktan başka çaresi yoktur. Dolayısıyla ıslah hem iddianın hem de savunmanın genişletilmesi veya değiştirilmesi yasağının istisnalarından biridir. Nitekim 6100 sayılı Kanun'un ıslaha ilişkin madde gerekçesinde de ıslahın iddia ve savunmanın değiştirilmesine imkân veren yönüne vurgu yapılmıştır.

5. Islah davanın tamamen ıslahı ve kısmen ıslahı olmak üzere ikiye ayrılır. Zira 6100 sayılı Kanun'un 176 ncı maddesinin birinci fıkrasında “Taraflardan her biri, yapmış olduğu usul işlemlerini kısmen veya tamamen ıslah edebilir” şeklindeki hüküm ile bu husus düzenlenmiştir. Dava dilekçesinin verilmesi dâhil, tüm usul işlemlerinin yapılmamış sayılması sonucunu doğuran ıslaha davanın tamamen ıslahı buna karşılık tarafın, teşmil edeceği noktadan itibaren usûl işlemlerinin yapılmamış sayılması sonucunu doğuran ıslaha ise kısmen ıslah denir. Davacı taraf, iddiasını yani dava sebepleriyle talep sonucunu değiştirmek istiyorsa, yapacağı ıslah davanın tamamen ıslahı olacaktır. Buna karşılık iddianın yani dava sebepleriyle talep sonucunun değiştirilmesi değil de, genişletilmesi isteniyorsa, müracaat edilebilecek olan ıslah türü, davanın kısmen ıslahıdır.

6. Davanın tamamen ıslahında dava dilekçesinin verilmesi dâhil o ana kadar yapılan tüm usûl işlemleri geçersiz kılınmakta adeta yargılamanın en başına dönülmektedir. Buna karşılık kısmen ıslahta kısmen ıslahın kapsamına dâhil edilen, ıslaha başvuran tarafın kısmî ıslahını teşmil ettiği usûl işlemleri geçersiz hâle gelir. Islahla davada düzeltme (değiştirme) yapıldığından; ıslah yapan tarafın ıslahı anından geriye doğru olan işlemler, kural olarak yapılmamış sayılır (6100 sayılı Kanun madde 179). Bu hükmün amacı, ıslahtan önceki işlemleri ve sonuçlarını ortadan kaldırmaya yöneliktir.

7. Islahın hukuki niteliğine gelince, taraflardan birinin tahkikat aşamasında yapmış olduğu usul işlemini düzeltmesi olarak tanımlanmaktadır. Tek taraflı bir irade beyanıyla kullanılan ıslahın yapılabilmesi için hâkimin onay vermesine veya karşı tarafın muvafakatini almaya gerek yoktur. Hâkim, sadece ıslahın koşullarını inceler ve yapılan ıslahın geçerli olup olmadığını değerlendirir.

8. Islahın amacı ise yargılama sürecinde şekil ve süreye aykırılık sebebiyle ortaya çıkabilecek maddi hak kayıplarını ortadan kaldırmaktır. Islah, tahkikat aşamasında yapılmış olan hatalı bazı taraf usul işlemlerini bir defaya mahsus olmak üzere düzeltme hakkı veren hukuki bir çaredir. Islah yoluna başvuran taraf, diğer hukuki imkânlara nazaran daha kısa sürede ve daha az masrafla gerçekte istediği sonuca ulaşır. Eğer taraflara ıslah hakkı tanınmamış olsa idi, genel olarak davacı tekrar dava açmak zorunda kalacaktı. Sonuç olarak, ıslah dava sebebinin veya savunmanın değiştirilmesi, delillerin ileri sürülmesi ve davaya dâhil edilmemiş vakıaların davaya dâhil edilmesi amaçlarına hizmet eden hukuki bir müessesedir.

9. Bu açıklamalar kapsamında eldeki davaya gelince; davacı vekili dava dilekçesinde müvekkilinin 2008 yılında yaşadığı ekonomik zorluklar sebebiyle düzeninin bozulmaması, maddi sıkıntı yaşamaması ve taşınmazlarına haciz veya sair takyidatların konulmaması için dava konusu taşınmazlardaki hisselerini evlilik birliği içerisinde eşi olan davalıya devrettiğini, bu devrin gerçek bir satış iradesi taşımadığını, müvekkilinin yaşadığı risklerin ortadan kalkması hâlinde hisselerinin tekrar kendisine devredileceği inancıyla hisselerini devrettiğini ileri sürerek inançlı işlem hukuki sebebine dayalı olarak tapu iptal ve tescil talebinde bulunmuş, davalı vekili ise iddiaların yerinde olmadığını ve müvekkiline yapılan satışların gerçek bir satış olduğunu savunmuştur.

10. Dilekçeler aşamasının tamamlanması ardından davacı vekilince 21.12.2015 tarihli ıslah dilekçesi ve ekinde on beş sayfadan ibaret beyan dilekçesi dosya arasına sunulmuştur. Davacı vekili ıslah dilekçesinde talep sonucu aynı kalmak suretiyle sundukları dilekçe dikkate alınarak bundan sonra yapılacak tahkikat ve delillerin hile hukuki sebebi çerçevesinde değerlendirilmesini talep etmiş, ayrıca beyan dilekçesinde davalının hileli iknaları sonucunda, müvekkilinin maddi sıkıntı ve zorluklar ortadan kalktığında malvarlığına tekrar kavuşacağı konusunda eşi olan davalı tarafından kandırılmak suretiyle dava konusu taşınmazlardaki hisselerini devrettiği yönünde iddialarda bulunmuştur.

11. Her ne kadar davacı vekilince bu şekilde ıslah dilekçesi verilerek iddianın değiştirilmesi veya genişletilmesi mümkün ise de davanın dayanağı olan hukuki sebep değiştirilmiş olsa da 6100 sayılı Kanun'un 33 üncü maddesi uyarınca; hâkim Türk hukukunu resen uygular. 04.06.1958 tarihli ve 15/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararında vurgulandığı gibi; bir davada dayanılan maddi vakıaları açıklamak tarafların, bu olguları hukuken nitelendirmek, uygulanacak yasa maddelerini arayıp bulmak ve doğru olarak yorumlayıp uygulamak da hâkimin görevidir. Diğer bir deyişle; bir davada maddi olayı anlatmak taraflara, hukuki nitelendirmeyi yapmak hâkime aittir (6100 sayılı Kanun madde 33). Anılan yasal düzenlemeye göre davayı aydınlatma görevinin mahkeme hâkimine ait olması karşısında uyuşmazlığın çözümüne dair hukuki nitelendirmeyi de yine hâkim yapacaktır. Bu nedenle maddi vakıayı etkilememek kaydıyla salt hukuki sebebin değiştirilmesi iddia ve savunmayı değiştirme veya genişletme yasağı kapsamında değerlendirilemez.

12. Bu sebeple gerek dava dilekçesinde gerekse de ıslah dilekçesinde ileri sürülen maddi vakıaların niteliğinin tespiti açısından inançlı işlem ve hile ile ilgili yasal düzenleme ve kavramların irdelenmesi gerekmektedir.

13. Türk Hukukunda inançlı işlemleri doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmamaktadır. Ancak uygulama ve öğretide, 6098 sayılı Kanun'un 26 ncı [mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (818 sayılı Kanun) 19 uncu maddesi] maddesinde yer alan sözleşme özgürlüğü ilkesi kapsamında inançlı sözleşmelerin düzenlenebileceği ve geçerliliği kabul edilmektedir.

14. İnançlı işlemlerde inanan ve inanılan taraf, inanç sözleşmesinin konusunun mülkiyetinin önce inanılana geçmesi; ardından inanana geri dönmesi hususunda anlaşırlar. İnançlı işlemler, bir kimsenin menfaatinin başkası tarafından korunması veya teminat sağlamak amacıyla ona bazı hakları ciddi olarak devrettiği, ancak hakları iktisap edenin bunlardan doğan bazı yetkileri hiç kullanmaması, bazılarını da ancak önceden hak ve hâlen menfaat sahibi olanın gösterdiği biçimde kullanmak zorunda olması hususunda tarafların anlaştığı işlemlerdir.

15. Görüldüğü üzere inançlı işlem güven esasına dayanan bir hukuki işlemdir. Taraflar birbirlerine duydukları güven sonucu bir malın mülkiyetini sözleşmenin karşı tarafına geçirir ve daha sonrasında bu malın kendisine geri döneceğine güvenir. Hatta inanan, malın kendisine döneceğine güvenen kişi olarak tanımlanır.

16. İnançlı işlem kısaca hukuki sonuçları taraflarca bilinen ve ekonomik amaçları aşan, böylece hak edinecek kişiyi durumu bilmeyen üçüncü kişiler önünde ya da karşısında daha iyi duruma getiren hukuki işlemdir (Türk Hukuk Lûgatı, Türk Hukuk Kurumu, Cilt I, Ankara 2021, s. 573).

17. İnançlı işlemin taraflarını oluşturan, bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye inanan, devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de inanılan denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise inanç konusu şey olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.

18. İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana veya onun gösterdiği üçüncü kişiye devretmeyi üstlenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün ifa edilmemesi hâlinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.

19. İspat kuralları açısından bakıldığında ise inançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen tarafın 4721 sayılı Kanun'un 6 ve 6100 sayılı Kanun'un 190/1 inci maddeleri uyarınca iddiasını ispat etmesi gerektiği kuşkusuzdur.

20. İnançlı işlemi doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmadığından, ispatı hakkında da kanunlarımızda bir hüküm yer almış değildir. İnançlı işlemin ana unsurları, inanç sözleşmesi ve kazandırıcı işlem (hakkın devri işlemi) nasıl özel bir şekle bağlı değilse, inançlı işlemin ispatında da, kural olarak özel bir biçim koşulunun aranmaması, inançlı işlemin ispatında genel hükümlerin uygulanması gerekir.

21. Diğer taraftan, Hukuk Genel Kurulunun 14.07.2010 tarihli ve 2010/14-394 Esas, 2010/395 Karar sayılı kararında da vurgulandığı üzere, inanç sözleşmesinin yazılı olması koşulu bir geçerlilik şartı olmayıp ispat şartıdır. İnançlı işlemin yazılı delilini inanç sözleşmesi oluşturmaktadır. Kazandırıcı işlem resmî şekilde yapılsa dahi inanç sözleşmesinin resmî şekilde yapılması gerekli olmayıp sadece yazılı yapılması zorunlu ve yeterlidir. Nitekim bu husus 05.02.1947 tarihli ve 1945/20 Esas, 1947/6 Karar sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında açıkça belirtilmiştir. Başka bir anlatımla, tapulu taşınmazın inançlı işlemle temlikinde, inançlı işlemin yazılı biçimde yapılması gerekli ve yeterli olup yazılı şeklin bir ispat koşulu olduğu 05.02.1947 tarih, 20/6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararının gereğidir.

22. Uygulamada, açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa bile yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı taraf elinden çıkmış delil başlangıcı niteliğinde bir belge varsa, inanç sözleşmesinin tanık dâhil her türlü delil ile kanıtlanabileceği kabul edilmiştir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 28.12.2005 tarihli ve 2005/14-677 Esas, 2005/774 Karar, 04.11.2019 tarihli ve 2017/1-1254 Esas, 2019/1197 Karar; 18.02.2020 tarihli ve 2018/14-1065 Esas, 2020/180 Karar ve 14.06.2022 tarihli ve 2019/14-799 Esas, 2022/911 Karar sayılı kararları).

23. Delil başlangıcı, 1086 sayılı Kanun'un 292 nci maddesinde “Senetle ispatı lazımgelen hususlarda tahriri bir mukaddimei beyyine mevcut olursa şahit istimaı caizdir. Mukaddimei beyyine müddeabihin tamamen sübutuna kafi olmamakla beraber bunun vukuuna delalet eden ve aleyhine ibraz edilmiş olan taraf canibinden verilen evrak ve vesaiktir” şeklinde hükme bağlanmış iken 6100 sayılı Kanun'un 202 nci maddesinde “(1) Senetle ispat zorunluluğu bulunan hâllerde delil başlangıcı bulunursa tanık dinlenebilir. (2) Delil başlangıcı, iddia konusu hukuki işlemin tamamen ispatına yeterli olmamakla birlikte, söz konusu hukuki işlemi muhtemel gösteren ve kendisine karşı ileri sürülen kimse veya temsilcisi tarafından verilmiş veya gönderilmiş belgedir” şeklinde düzenlenmiştir.

24. Yazılı delil veya delil başlangıcı yoksa inanç sözleşmesinin ikrar (6100 sayılı Kanun madde 188) yemin (6100 sayılı Kanun madde 225 vd) gibi kesin delillerle de ispat edilmesi mümkündür.

25. Bu aşamada aldatma (hile) hukuksal nedenine ilişkin yasal düzenleme ve kavramların açıklanmasında yarar vardır.

26. Sözleşme; hukuki bir sonuç doğurmak üzere, iki veya daha ziyade kişinin karşılıklı ve birbirine uygun irade beyanları ile uyuşmasını ifade eder (Necip Kocayusufpaşaoğlu, Borçlar Hukukuna Giriş, Yedinci Basım, İstanbul, 2017, s. 95).

27. Mülga 818 sayılı Kanun'da olduğu gibi 6098 sayılı Kanun'da sözleşme; borç ilişkisinin kaynakları arasında sayılmış ve sözleşmenin, tarafların iradelerini karşılıklı ve birbirine uygun olarak açıklamalarıyla kurulacağı hüküm altına alınmıştır.

28. İrade beyanı, irade ve beyan unsurlarından oluşur. Bir sözleşme yapılırken taraflardan birinin işlem iradesinin oluşum veya beyanı aşamasında ortaya çıkan sakatlıklara irade bozukluğu denir (Fikret Eren, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Yirmi İkinci Basım, Ankara, 2017, s. 392).

29. Belirtmek gerekir ki; bir hukuki işlemin geçerli ve amacına uygun hukuki sonuçlar doğurabilmesi için o hukuki işlemi yapan kişi veya kişilerin sağlıklı bir şekilde oluşmuş iradelerinin bulunması ve yine bu iradelerinin istenilen hukuki sonuca uygun şekilde açıklanması gerekmektedir.      

30. İrade bozukluğu kavramının iki farklı yönü bulunmakta olup, bunlardan ilki iradenin henüz oluşum evresindeki sakatlık, diğeri ise iradenin açığa vurulması (beyanı-bildirimi) evresinde meydana gelen sakatlıktır.

31. İrade bozukluğu hâlleri 818 sayılı Kanun'da Rızadaki fesat başlığı altında Hata, Hile ve İkrah olarak 23 ilâ 31 inci maddeler arasında hükme bağlanmış iken, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Kanun'da ise 30 ilâ 39 uncu maddeleri arasında Yanılma, Aldatma ve Korkutma başlıkları altında düzenlenmiştir.

32. Görüleceği üzere Türk Borçlar Hukuku sisteminde iradeyi bozan sebepler üç durum olarak hüküm altına alınmış olup, yanılma (hata), aldatma (hile) ve korkutma (ikrah) gerçekleşme biçimleri bakımından birbirinden farklıdırlar.

33. Aldatma (hile) 6098 sayılı Kanun'un 36 ncı maddesinde; "Taraflardan biri, diğerinin aldatması sonucu bir sözleşme yapmışsa, yanılması esaslı olmasa bile, sözleşmeyle bağlı değildir.

Üçüncü bir kişinin aldatması sonucu bir sözleşme yapan taraf, sözleşmenin yapıldığı sırada karşı tarafın aldatmayı bilmesi veya bilecek durumda olması hâlinde, sözleşmeyle bağlı değildir" şeklinde düzenlenmiştir.

34. Kanunda hilenin tanımına doğrudan yer verilmemiş ise de aldatma (hile); genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı korumak yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Yanılma (hata) ise; irade ile beyan arasında istemeyerek meydana gelen bir uyumsuzluk hâlidir. Hatada yanılma, hilede ise kasıtlı olarak yanıltma söz konusudur.

35. Aldatmanın (hilenin) varlığının kabulü için bazı şartların gerçekleşmesine ihtiyaç vardır: Birinci şart aldatma fiilidir. Aldatan şahıs diğerini yanıltmış (hataya düşürmüş) olmalıdır. Fakat karşı tarafın düştüğü bu yanılmanın esaslı olması gerekmez (6100 sayılı Kanun madde 36/1). Çünkü aldatan hiçbir surette korunmaya layık değildir. Aldatan, sözleşmenin yapılması ve özellikle görüşmeler sırasında, belirli konu ve hususlarda doğru olmayan bilgiler vermekte veya bazı hususları dürüstlük kuralına göre açıklaması gerekirken kasten gizlemektedir. İkinci şart; aldatma kastıdır. Aldatan, karşı tarafı sözleşme yapmaya ikna etmek için ona bilerek ve isteyerek (kasten) gerçek dışı beyanda bulunmuş olmalıdır. Başka bir deyişle, yalan söyleyende karşı tarafı aldatmak ve onun gerçeği bilmesi hâlinde yapmayacak olduğu bir sözleşmeyi yapmaya sevk etmek niyeti bulunmalıdır. Eğer bir kimse, bilmemesi ağır bir kusur teşkil etmesine rağmen, durumu bilmeden bir beyanda bulunmuş ise aldatma kastı yoktur. Üçüncü şart ise illiyet bağıdır. Sözleşme aldatma sonucu, onun etkisi ile yapılmalıdır. Aldatılan yapmış olduğu sözleşmeyi, aldatma olmasıydı ya hiç yapmayacak ya da daha iyi şartlarda yapacak idiyse, illiyet bağı gerçekleşmiş olur. Aldatma fiili, sözleşmenin kurulmasının asli şartı olmalı, aldatma ile sözleşmenin kurulması arasında tabi bir illiyet bağı bulunmalıdır (Eren, s. 414 vd., HGK'nın 17.05.2022 tarihli ve 2019/1-830 Esas, 2022/653 Karar, 08.07.2020 tarih ve 2017/1-1831 Esas, 2020/549 Karar sayılı kararları). Ancak, hile üçüncü bir kişi tarafından da yapılabilir. Böyle bir durumda kural olarak aldatılan taraf sözleşme ile bağlı ise de üçüncü kişinin hilesini karşı taraf sözleşmenin yapıldığı sırada biliyor ya da bilmesi gerekiyor ise aldatılan taraf sözleşmenin iptalini isteyebilir.

36. Taraflardan biri diğer tarafı hileyle sözleşme yapmaya yöneltmişse hata esaslı olmasa bile aldatılan taraf için sözleşme bağlayıcı sayılamaz. Değinilen koşulların varlığı hâlinde aldatılan taraf, hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili olarak ortadan kaldırılabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir.

37. Diğer taraftan, aldatmayı/hileyi ispat yükü, aldatılan tarafa aittir. Yanılma, aldatma ve korkutma senede bağlanması mümkün olmadığından senetle ispat edilmesinde maddi imkânsızlık vardır. Bu nedenle hukuki işlemlerdeki irade bozukluğu iddiaları, 6100 sayılı Kanun'un 203/1-ç maddesinde senetle ispat zorunluluğunun istisnaları arasında sayılmıştır. Sözleşme resmî senetle yapılmış olsa dahi 4721 sayılı Kanun'un 7 nci maddesi “Resmî sicil ve senetler, belgeledikleri olguların doğruluğuna kanıt oluşturur. Bunların içeriğinin doğru olmadığının ispatı, kanunlarda başka bir hüküm bulunmadıkça, her hangi bir şekle bağlı değildir” hükmünü taşıdığından, aldatma olgusunun tanık dâhil her türlü delille ispatı mümkündür.

38. Tüm bu açıklamalar kapsamında eldeki dava değerlendirildiğinde; İlk Derece Mahkemesince hile hukuksal sebebine dayalı nitelendirme yapılarak davalının hile ile davaya konu payları devraldığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar verilmiş, Bölge Adliye Mahkemesince davanın hukuki sebebinin inançlı işlem olduğu kabul edilerek bu kapsamda davanın ispatlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Özel Dairece davanın ıslah edilerek hile hukuksal sebebine dayalı davaya dönüştürüldüğü ve bu kapsamda değerlendirme yapılarak sonucuna göre karar verilmesi gerektiği belirtilerek karar bozulmuştur.

39. Dava dilekçesinde ileri sürülen maddi vakıalar ve bu doğrultuda hukuki sebep inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı iken davacı vekilince dosyaya ibraz edilen 21.12.2015 tarihli ıslah ve ekindeki on beş sayfadan ibaret beyan dilekçesi ile maddi vakıaları ve bu kapsamda davanın dayanağı hukuki sebebi hile nedenine dayalı tapu iptal ve tescil olarak değiştirilmiştir. Zira, davacı vekili ıslah dilekçesi ekindeki beyan dilekçesinde davalının hileli davranışları sonucu müvekkilinin taşınmazlarını devrettiğini, devir zamanı ikna edici davranışlar sergileyen eşi tarafından kandırıldığını, tapudaki devir işlemlerinin sakat bir iradeye dayalı olarak yapıldığının açık olduğunu belirtmiş olmakla hile nedenine dayanmıştır.

40. Bununla birlikte ıslah ve beyan dilekçesinin dosyaya ibraz edilmesinden sonra İlk Derece Mahkemesince yapılan 10.03.2016 tarihli ön inceleme duruşmasında da taraf vekillerinin beyanları alındıktan sonra "Açılan davanın tapu iptali ve tescil davası olduğu, davacı tarafın inançlı işleme dayanarak dava açtığı daha sonra ıslah dilekçesi ile hileye dayanarak tapu iptalinin istendiği..." yönündeki belirlemeye yer verilmiştir.

41. Belirtmek gerekir ki, 6100 sayılı Kanun'un 140 ıncı maddesi ile düzenleme altına alınan ön inceleme duruşması; ön inceleme aşamasının yargılamanın başında bazı hususların çözümlenmesine imkân tanıması nedeniyle özel bir öneme sahiptir. Bu aşamanın başarısı, oturuma doğru şekilde hazırlanılarak, yapılması gereken işlemlerin mahkeme ve taraflarca doğru bir şekilde yerine getirilmesine bağlıdır. Mahkeme ön inceleme aşamasında; dava şartlarını ve ilk itirazları inceler ve uyuşmazlık konularını tam olarak belirler, hazırlık işlemleri ile tarafların delillerini sunmaları ve delillerin toplanması için gereken işlemleri yapar, tarafların üzerinde serbestçe tasarruf edebileceği davalarda onları sulhe veya arabuluculuğa teşvik eder ve bu hususları tutanağa geçirir, üçüncü fıkranın son cümlesinde de düzenlendiği üzere “…Tahkikat (m. 143) bu tutanak esas alınmak suretiyle yürütülür,…”. O hâlde, uyuşmazlık çözümlenmişse bu tutanak bir sulh belgesiyken, uyuşmazlığın devam etmesi hâlinde ise bu belge adeta yargılamanın yolunu gösteren bir yol haritası niteliğindedir. Mahkeme, Kanun’un bu cümlesiyle davanın taraflarına; tutanakta yer almayan hususların tahkikatın konusu olamayacağı ve tahkikat aşamasında tereddüt edilen bir hâl oluştuğu takdirde neyin incelenip neyin incelenemeyeceği hususunun bu tutanak uyarınca belirleneceği yönünde söz vermiştir. Ön inceleme tutanağının bu önemi ve tarafları bağlaması sebebiyle altının oturumda hazır bulunanlarca imzalanması gerekmektedir.

42. Bu durumda davacı vekilince dosyaya ibraz edilen ıslah dilekçesi ve ekindeki beyan dilekçesi değerlendirilerek İlk Derece Mahkemesince yapılan ön inceleme duruşmasında davanın hile hukuksal nedenine dayalı dava olarak nitelendirildiği hususu kuşkusuzdur.

43. Öte yandan 6100 sayılı Kanun'un 353 üncü maddesinin (a) fıkrasında bölge adliye mahkemesinin ilk derece mahkemesinin kararını kaldırıp dosyanın ilgili mahkemeye gönderilmesine karar verebileceği hâller düzenlenmiştir. Bu madde kapsamı dışında kalan durumlarda bölge adliye mahkemesi istinaf başvurusunda ileri sürülen sebeplerin doğru olduğuna kanaat getirirse bu durumda ilk derece mahkemesi kararını kaldırarak yeniden esas hakkında hüküm kurar.

44. Eldeki davada, İlk Derece Mahkemesince hile hukuksal nedenine dayalı olarak karar verilmesi üzerine davalı vekilince yapılan istinaf başvurusu Bölge Adliye Mahkemesince esastan inceleme yapılmak suretiyle kabul edilerek davanın reddine karar verilmiştir. Oysa Bölge Adliye Mahkemesince esastan inceleme yapılarak karar verildiği tarihte yürürlükte olan 353/1-a-6 bendinde yer alan "Mahkemece, tarafların davanın esasıyla ilgili olarak gösterdikleri delillerin hiçbiri toplanmadan veya gösterilen deliller hiç değerlendirilmeden karar verilmiş olması." şeklindeki düzenleme son derece belirleyicidir. Bu düzenleme karşısında Bölge Adliye Mahkemesinin dosyayı mahalline göndermemesi sebebiyle İlk Derece Mahkemesince davanın esasıyla ilgili gösterilen delillerin toplandığını, bu gösterilen deliller kapsamında değerlendirme yapılarak karar verildiğini kabul ettiği anlaşılmaktadır. Zira Bölge Adliye Mahkemesi taleplerin değerlendirilmediği kanaatinde olsaydı bu madde kapsamında dosyayı İlk Derece Mahkemesine iade etmesi gerekirdi. Sonuç itibariyle İlk Derece Mahkemesince yapılan hukuki nitelendirmenin Bölge Adliye Mahkemesince de kabul edildiğini söylemek mümkündür.

45. O hâlde, davacı vekilince açılan davanın maddi vakıalar da değerlendirilmek suretiyle hile hukuki sebebine dayalı tapu iptal ve tescil davası olarak ıslah edildiği anlaşılmakla öncelikle davanın 6098 sayılı Kanun'un 39 uncu maddesi gereğince hak düşürücü süre içinde açılıp açılmadığının belirlenmesi, süresinde açılmış ise hile hukuki nedenine göre tüm deliller değerlendirilerek temlikin hileli olup olmadığının açıklığa kavuşturulması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekmekte olup Bölge Adliye Mahkemesince hukuki nitelendirmede yanılgıya düşülerek davanın reddine karar verilmesi doğru değildir.

46. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında; davasını tamamen ıslah eden davacının ıslah dilekçesi ekinde dosyaya ibraz ettiği beyan dilekçesindeki maddi vakıaların inançlı işlem hukuki sebebine ilişkin olduğu, hukuki sebebi ileri sürülen maddi vakıalar karşısında hâkimin belirleyeceği, İlk Derece Mahkemesince ön inceleme aşamasında yapılan hatalı hukuki nitelendirmenin bağlayıcı olmayacağı, davacının beyan dilekçesinde ileri sürdüğü vakıaların da inançlı işlem vakıasından öteye gitmediği bu nedenlerle direnme kararının yerinde olduğu görüşü ileri sürülmüş ise de; bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.

47. Hâl böyle olunca Bölge Adliye Mahkemesince önceki kararda direnilmesi doğru olmadığından, hükmün Özel Daire bozma kararında belirtilen nedenlerle bozulması gerekmiştir.

VII. KARAR

Açıklanan sebeplerle;

Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesi gereğince BOZULMASINA,

İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,

Dosyanın 6100 sayılı Kanun’un 373 üncü maddesinin ikinci fıkrası uyarınca kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine,

29.11.2023 tarihinde oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.

"K A R Ş I   O Y"

Davacı dava dilekçesinde iddiasının dayanağı olan vakıaları (HMK 119/1-e), davalı da cevap dilekçesinde savunmasının dayanağı olan vakıaları (HMK129/1-e) gösterir. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamaz (HMK 25/1). Kanunla belirtilen durumlar dışında, hâkim, kendiliğinden delil toplayamaz (HMK 25/2). Hâkim, Türk hukukunu resen uygular (HMK 33/1).

Bu hükümlerden de anlaşılacağı üzere dava vakıalar üzerinden yürür. Vakıaları bildirmek taraflara aittir. Hâkim uyuşmazlığın sınırlarını vakıalarla çizecek olup bu vakıalar dışına çıkarak ve yeni vakıaları kendiliğinden inceleyerek bir sonuca varıp karar veremez.

Hâkim Türk hukukunu resen uygularken de tarafların dayandığı iddia ve savunma sebepleri olan vakıaları ve esas almak durumundadır. Bu nedenle mahkemece tarafların gösterdiği hukuki sebep ile bağlı olmaksızın somut uyuşmazlığa uygun olan hukuki müessese ve ilgili kanun hükümleri belirlenerek uyuşmazlığın doğru hükümlere göre çözümlenmesi gerekir. HMK'nın 33 üncü maddedeki açık düzenleme karşısında tarafların, iddia ve savunmalarının dayanağı olarak farklı bir yasa kuralına dayanmış olmaları veya uyuşmazlığın hukuki sebebini oluşturan yasa kuralına dayanmamış olmaları tarafların lehine veya aleyhine sonuç doğurmaz ve bu konuda usuli kazanılmış hak doğduğundan da söz edilmez.

Usule ilişkin bu açıklamalardan sonra taraflar arasındaki uyuşmazlığın çüzümünde aldatma (hile) hukuki sebebinin mi yoksa inançlı işlem hukuki sebebinin mi uygulanması gerektiğinin belirlenmesi gerektiğinden bu hukuki müesseselerin esasları üzerinde de durmak gerekir.

Aldatma, bir kimseyi bir irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için, onda kasten yanlış bir kanaat uyandırma veya esasen mevcut olan yanlış kanaati koruma ya da sürdürme fiilidir (Eren Fikret, Borçlar Hukuku Genel Hükümler 2017 sf: 414, Antalya Gökhan Borçlar Hukuku Genel Hükümler 1. cilt sf:327).

Aldatma (hile) sonucu sözleşme yapılması da yanılma (hata) sonucu sözleşme yapılması niteliğinde ise de yanılmada kişi kendisinden kaynaklanan nedenlerle yanıldığı hâlde aldatmada karşı tarafın veya üçüncü kişinin davranışıyla yanılma vardır. Bu nedenle aldatmada yanılmadan değil yanıltılmadan söz etmek gerekir. Aldatma yani yanıltılma sözleşmenin tarafınca yapılmış olabileceği gibi sözleşmenin tarafı olmayan üçüncü kişi tarafından da yapılmış olabilir.

Taraflardan biri, diğerinin aldatması sonucu bir sözleşme yapmışsa, yanılması esaslı olmasa bile, sözleşmeyle bağlı değildir (TBK 36/1). Üçüncü bir kişinin aldatması sonucu bir sözleşme yapan taraf ise sözleşmenin yapıldığı sırada karşı tarafın aldatmayı bilmesi veya bilecek durumda olması hâlinde, sözleşmeyle bağlı değildir (TBK 36/2). Aldatma sebebiyle sözleşme yapan taraf, aldatmayı öğrendiği andan başlayarak bir yıl içinde sözleşme ile bağlı olmadığını bildirmez veya verdiği şeyi geri istemezse, sözleşmeyi onamış sayılır (TBK 39/1).

İnanç sözleşmesi ise kişinin bir hakkını belirli süre veya amaçla, inanılan bir kişiye devretmeyi öngördüğü sözleşme olup, bu sözleşme gereği yapılan temlik ve devirler de inançlı işlem olarak adlandırılır. İnançlı işlem ile taşınmazın iade edileceği konusunda kendisine güvenilen kimse, belirlenen süre geçtiği veya amaç gerçekleştiği hâlde taşınmazı devretmeye yanaşmaz ise taşınmazı devretmiş olan kişinin açacağı tapu iptali davası inançlı işlem hukuki sebebine dayalı olacaktır.

Uygulamada inançlı işleme dayalı uyuşmazlıklar, 05.02.1947 tarihli, 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı (İBK) ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir. Bu kararda, eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun’un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.

Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hâllerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı, bu durumun da temsil ve vekâlet ilişkisinde mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına karar verilemiyeceği, zira TBK’nın 509 uncu maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı belirtilmiş; öte yandan, gerek taşınır gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun, nam-ı müstear hadiselerinde mesele bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmî senet ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağına, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan BK’nın 18 inci, TBK’nın 19 uncu maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine değinildikten sonra, sonuçta nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna hükmolunmuştur.

Yukarıda yapılan açıklama ve sözü edilen kurallarla birlikte somut olay değerlendirildiğinde; davacı vekili dava dilekçesinde, müvekkilinin ortağı olduğu şirket hakkında Kozyatağı Vergi Dairesi tarafından düzenlenen ve tahakkuk ettirilen vergi cezalarına karşı vergi dairesinin müvekkili aleyhine davalar açtığını, bu süreçte şirket hakkındaki haksız tahakkuk işlemleri ve vergi cezaları sebebiyle mağduriyet yaşamamak için müvekkilinin taşınmazlardaki hisselerini ileride risk ortadan kalktığında bedelsiz olarak devrolmak üzere evliliğin resmî olarak devam ettiği 2008 yılında inançlı işlemle muvazaalı olarak davalıya devrettiğini, bu taşınmazların ilk edinme tarihinde tüm bedellerinin müvekkili tarafından ödenmesine rağmen tapuda davalı ile hisseleri yarı yarıya bölüştüklerini, evlilik birliği devam ederken dava konusu taşınmazlarla beraber muvazaalı olarak davalıya devredilen veya davalı adına doğrudan tescil edilen araçların tüm resmî, gayriresmî giderlerinin boşanmadan sonra bile dava tarihine kadar davacı tarafından ödendiğini, müvekkilinin boşanmadan sonra da davalının tüm kredi kartı borçlarını ödemeye devam ettiğini,davalının taşınmazları devraldığı tarihten sonra müvekkiline bu taşınmaz ve araçlarla ilgili satış yetkisi de dâhil malikin yapacağı tüm işlemleri yapmaya yetki veren çok kapsamlı vekâletnameler verdiğini, müvekkilinin vergi mahkemelerinde açtığı davaların bir çoğunun lehine sonuçlanması ve ekonomik riskleri de kalkmak üzere olduğundan davalıdan inançlı şekilde bedelsiz devrettiği taşınmazların devrini istemesi ile buna olumlu yanıt veren davalının daha sonra kötüniyetli olarak müvekkilinin vekâletnamelerle yaptığı bazı işlemlerin iptali için davalar açtığını, davalının müvekkilini vekâletten azletmesinin ve hakkında davalar açmasının nedeninin ise tarafların birlikteliklerinde sorun yaşaması, davalının başka bir kişiden kaynaklanan nedenler olduğunu, davalı ve dava dışı 3. kişi ile yapılan yazışmalar ile davalının müvekkilinden fiilen ayrılarak müvekkile devretmesi gereken taşınmazlara ve araçlara el koymak istediğinin anlaşıldığını, taraflar arasında muvazaalı şekilde inançlı işlemle devir gerçekleştiğini, muvazaa sebebiyle müvekkil tarafından yapılan devirlerin geçersiz olduğunu ileri sürerek Ümraniye ilçesinde bulunan 13 No.lu bağımsız bölüm ile Kadıköy ilçesinde bulunan 10 No.lu bağımsız bölümde davalı adına kayıtlı 1/2 hisselerin iptal edilerek davacı adına tapuya kayıt ve tesciline karar verilmesini talep etmiştir.

Davacı vekili 21.12.2015 tarihli dilekçesiyle; 6100 sayılı HMK’nın 176 ncı maddesinin birinci fıkrası gereği talep neticesi aynı kalmak suretiyle davanın hukuki sebebini hileye dayandırmak suretiyle ıslah ettiklerini belirtmiş ve beyan dilekçesinde müvekkilinin normal şartlarda yapmayacağı devirleri davalı eşinin yarattığı korkular, endişeler ve üzerinde oluşturduğu baskıların etkisiyle yaptığını, davalının sözde malvarlığının korunması amacıyla müvekkilini kandırıp, anlaşmalı boşanmayı sağladıktan sonra da aynı şekilde evlilik bağının süreceği vaadiyle müvekkilini kandırdığını, gayrimeşru ilişkisinin ortaya çıkması ve kötüniyetli azillerin yapılması sonucu müvekkilinin eşi tarafından kandırıldığını fark ettiği, müvekkilinin dava dışı üçüncü kişiden eşinin kendisini aldattığını, tek amacının müvekkilinin tüm malvarlığına el koymak olduğunu öğrendiğini belirtmiştir.

Davacı dava dilekçesinde davanın inançlı işlem hukuki sebebine dayalı olduğunu açıkça belirtmiş ise de bu belirtme önemli olmayıp davanın hangi hukuki sebebe göre inceleneceğini dayanılan vakıalara göre hâkim belirleyecektir. Dayanılan vakıalara göre de değerlendirildiğinde taşınmazın iade edileceği konusunda kendisine güvenilen kimsenin, belirlenen süre geçtiği veya amaç gerçekleştiği hâlde taşınmazı devretmeye yanaşmaması vakıasına dayanılarak dava açıldığı için davanın inançlı işlem hukuki sebebine göre incelenmesi gerektiği de açıkça anlaşılmaktadır.

Davacı taraf ıslah dilekçesiyle davanın hukuki sebebini hileye dayandırmak suretiyle ıslah ettiklerini belirtmiş ise de hukuki sebebi değiştirmek ıslahın konusu olabilecek hususlardan değildir. Taraf hukuki sebebin farklı olduğunu belirterek beyanda bulunsa bile doğru hukuki sebebi dayanılan vakıalara göre hâkim belirleyeceği için bu beyanın bir önemi de bulunmamaktadır.

Davacının ıslah dilekçesinde dayandığı vakıalar dava dilekçesinde dayanılan vakıalardan farklı olmadığından davanın inançlı işlem hukuki sebebi yerine irade bozukluğu olan aldatma (hile) hukuki sebebine göre inceleme yapılması koşulları bulunmamaktadır. Davacı ıslah dilekçesinde davalının vergi cezalarını ileri sürerek sözde malvarlığının korunması amacıyla müvekkilini kandırdığından söz etmiş ve sonrasındaki süreçte yaşanan gelişmelerden dolayı davalının tek amacının müvekkilinin tüm malvarlığına el koymak olduğunu öğrendiğini belirtmiş ise de burada sözü edilen kandırılma da inançlı işlemin varlığına ilişkin bir açıklama niteliğinde olup tapuda görünen satış işleminin yapılmasına esas bir aldatıcı davranış (hile) olarak ileri sürülmüş değildir. O nedenle davacı hileye dayanarak hukuki sebebi değiştirdiğini beyan etse de taşınmazın geri verilmek üzere devir yapıldığı iddiasından vazgeçmediğinden ıslah dilekçesinin kapsamı da davanın inançlı işlem yerine hile hukuki sebebine göre incelenmesi gerekliliğini ortaya çıkarmamıştır.

İnançlı işlem yazılı delille, bulunmaması hâlinde yemin delili ile ispatlanabilir iken hile iddiasında tanık ve diğer takdiri delillerle de ispat mümkündür. Davacı taşınmazın geri verilmek üzre devredildiğini ancak kesin delillerle ispatlayabilecek iken bu kez aynı iddiasını kendisinine taşınmazın iade edileceği konusunda aldatılması nedeniyle devir yaptığını ileri sürdü diye tanık dinlenmesinin mümkün olabileceği gibi bir sonuca varılması ispat kurallarıyla da bağdaşmaz. Tanık dinlenmesini mümkün kılan bir hileden söz etmek için geri verme konusunda yaratılan güvene ilişkin bir hileden değil tapuda görünen ve muvazaa bulunduğu ileri sürülmeyen bir işlemin yapılmasına neden olacak bir hileden söz edilmiş olması gerekmektedir. Bu yönüyle düşünüldüğünde de davanın tanık veya diğer takdiri delillerle ispatı mümkün kılan hileye dayalı olmayıp yazılı veya diğer kesin delillerle ispatı mümkün olan inançlı işleme dayalı olduğu da açıktır.

Bölge adliye mahkemesince inançlı işlem hukuki sebebine göre inceleme yapılarak yeniden esas hakkında karar verilmesi ve kararın hile hukuki sebebine göre incelenmesi gerektiğine değinen bozma kararı üzerine de önceki hükümde direnilmesi yukarıda yer verilen açıklamalara uygun bir gerekçe ve sonuç içermektedir.

Tüm bu nedenlerle davanın inançlı işlem hukuki sebebine göre incelenmesi gerektiği yönünden direnme kararı verilmesi uygun bulunarak bu kapsamda işin esası değerlendirilerek temyiz itirazları incelenmek üzere dosyanın özel daireye gönderilmesi gerektiği görüşünde olduğumdan, özel daire kararı gibi bozma yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyorum.

Üye
Zeki Gözütok

BİLGİ : Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda bulunan 25 üyenin 21’i BOZMA, 4’ü ise DİRENME UYGUN DAİREYE yönünde oy kullanmışlardır.