MESLEKTE KAZANMA GÜCÜ KAYIP ORANI ZAMAN İÇERİSİNDE DEĞİŞMEMİŞSE DE KONTROL MUAYENESİNE GEREK OLMADIĞINA KARAR VERİLDİĞİ ANDA ZARAR BELLİ OLMUŞTUR.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
Esas No : 2021/(21)10-222
Karar No : 2024/153
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
Y A R G I T A Y İ L Â M I
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Adana Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesi
TARİHİ : 02.07.2020
SAYISI : 2020/583 E., 2020/1070 K.
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 26.12.2019 tarihli ve
2019/2622 Esas, 2019/8116 Karar sayılı BOZMA kararı
Taraflar arasındaki tazminat davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararı kaldırılıp düzeltilerek yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı taraf vekilleri tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
I. DAVA
Davacı vekili; müvekkilinin davalı şirketin inşaat işyerinde temizlik yaptığı sırada üçüncü kattan düşerek iş kazası geçirdiğini ve beden gücünde % 99 oranında kayba uğradığını, kesin malûliyeti 31.12.2015 tarihinde öğrendiğini ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydı ile 1.000,00 TL maddi ve 300.000,00 TL manevi tazminatın yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiş, 20.11.2017 tarihli talep artırım dilekçesi ile maddi tazminat talebini 339.029,31 TL’ye yükseltmiştir.
II. CEVAP
Davalı vekili; davacının taleplerinin zamanaşımına uğradığını, kaza sonrası ceza davasında verilen kararın kesinleştiğini, akabinde davalıya karşı müvekkiline Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından kaza ve maluliyet sebebiyle yapılan ödemelerin rucuan tazmini istemiyle iş mahkemesinde dava açıldığını ve bu kararın da kesinleştiğini, tüm bu süreçte malûliyet oranının ve dolayısıyla zararın belirli ve açıkça ortada olduğunu, o tarihten bu yana dava açılmadığını, malûliyetin öğrenildiği tarihin 31.12.2015 olduğuna ilişkin iddiayı kabul etmediklerini, ayrıca her iki tazminatın da fahiş olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
A. İlk Derece Mahkemesinin Birinci Kararı
İlk Derece Mahkemesinin 18.01.2018 tarihli ve 2016/829 Esas, 2018/101 Karar sayılı kararı ile; iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında maluliyet oranının tam olarak belirlendiği tarihten itibaren zamanaşımının işlemeye başlayacağı, davacının maluliyet oranının 19.02.2009 tarihinde % 100 olarak belirlendiği kararda kontrol muayenesinin de gerekmediğinin belirtildiği, zamanaşımının başlayacağı tarih malûliyetin tespit edildiği 19.02.2009 tarihi olduğundan davalının zamanaşımı savunmasının kabul edilmediği, malûliyet oranına taraflar itiraz etmediğinden % 100 olarak kesinleştiği, Yargıtay tarafından onanarak kesinleşen rucu davasında alınan kusur raporunda davalı şirketin % 70, davacı işçinin % 30 oranında kusurlu olduğunun tespit edildiği, hükme esas alınan bu rapor doğrultusunda yapılan hesaplamada davacının maddi zararının 339.029,31 TL olduğu, davacının % 100 oranında malûliyetine neden olan olaydan dolayı 150.000,00 TL manevi tazminat takdir edilmesi gerektiği ve ıslah dilekçesinin de dikkate alındığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile 339.029,31 TL maddi, 150.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihi olan 02.04.2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiştir.
B. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
C. Bölge Adliye Mahkemesinin Birinci Kararı
Bölge Adliye Mahkemesinin 26.04.2018 tarihli ve 2018/1021 Esas, 2018/690 Karar sayılı kararı ile; hüküm tarihine en yakın tarihteki verilere göre hesap yapılması gerektiği hususu da dikkate alınarak tespit edilen bakıcı gideri nedeniyle oluşan maddi tazminat alacağından, davacının aile içi bakım dayanışmasından yararlanacağı gözetilerek uygun bir miktar hakkaniyet indirimi yapılarak çıkacak sonuca göre kazanılmış haklar da dikkate alınarak bir karar vermek gerektiği gerekçesiyle İlk Derece Mahkemesi kararı kaldırılarak davanın yeniden görülmesi için dosyanın kararı veren mahkemeye gönderilmesine karar verilmiştir.
D. İlk Derece Mahkemesinin İkinci Kararı
İlk Derece Mahkemesinin 23.10.2018 tarihli ve 2018/299 Esas, 2018/951 Karar sayılı kararı ile; bilirkişi tarafından yapılan hesaplamada davacının sürekli bakıcı kullanmayacağı, aile içi bakım ve dayanışmadan yararlanacağı göz önüne alınarak bakıcı giderlerinden % 30 oranında hakkaniyet indirimi yapıldığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne, 291.522,50 TL maddi, 150.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihi olan 02.04.2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiştir.
IV. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
B. Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 07.02.2019 tarihli ve 2018/4768 Esas, 2019/180 Karar sayılı kararı ile; sürekli işgöremezlik nedeniyle uğranılan zararların giderilmesi amacıyla açılan maddi ve manevi tazminat davalarında zamanaşımı süresinin 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 125 inci maddesi (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 146 ncı maddesi) gereğince 10 yıl olup uygulama ve doktrinde zamanaşımının başlangıcının failin ve zararın öğrenildiği tarihten itibaren başlayacağının kabul edildiği, bedensel zararın gelişim gösterdiği durumlarda zamanaşımı başlangıcı olarak hastalık ve seyrinin yani gelişiminin tamamlandığı tarihin esas alınması gerektiği, dosya içerisinde bulunan 14.02.2007 tarihli rapor ile aylık bağlama kararında davacının 02.04.2004-15.02.2007 tarihleri arasında tedavi gördüğü ve 15.02.2007 tarihinde sürekli iş göremezliğe girdiği, davacının 15.03.2007 tarihinde aylık bağlanması talebi ile Kuruma başvurması sonrası malûliyet tespiti işlemlerinin başlatıldığı ve malûliyet oranının 19.02.2009 tarihinde Kurum tarafından düzenlenen raporda % 100 olarak belirlendiği, Yargıtay içtihatları gereğince zamanaşımı süresinin malûliyetin belirlendiği rapor tarihinden itibaren başlaması gerektiği, somut olayda gerek davacının sürekli malûliyete girdiği tarih gerekse malûliyetin belirlendiği 19.02.2009 tarihinden itibaren davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı da gözetilerek dava tarihi itibarı ile zamanaşımı süresinin geçmediği, kazanın meydana geldiği 02.04.2004 tarihinden sonra Kurum tarafından başlatılan tahkikat sonucunda meydana gelen kaza nedeni ile malûliyet oranı 19.02.2009 tarihinde tespit edilip bu orana göre gelir bağlandığından illiyet bağının koptuğundan da söz edilemeyeceği, rucuan tazminat davasında düzenlenen kusur oranının hükme esas alınmasında ve davacının malûliyetinin % 100 oranında olduğunun kabulünde isabetsizlik bulunmadığı, % 100 oranında iş göremezliğe uğrayan ve bakıma muhtaç davacı için kaza tarihinden başlamak üzere kalan ömür süresince asgari ücret üzerinden bakıcı gideri hesaplaması ve bakıcı giderine ilişkin tazminattan % 30 oranında indirim yapılmasının da yerinde olduğu, ancak davacı yararına takdir edilen manevi tazminat miktarının fazla olduğu ve ayrıca kamu düzeni yönünden yapılan incelemede bilirkişi hesap raporunda toplam maddi zararın 366.058,52 TL hesaplandığı, mahkemece bakıcı giderinden % 30 oranında hakkaniyet indirimi yapılarak toplam 291.522,50 TL maddi tazminata hükmedildiği ancak ıslah ile arttırılan miktarlar gözetilerek sürekli iş göremezlik zararı ve bakıcı giderinden % 30 indirim yapıldıktan sonra toplam 279.654,94 TL maddi tazminata karar verilmesi gerekirken talep aşılarak 291.522,50 TL'ye hükmedilmesinin hatalı olduğu gerekçesiyle ilk derece mahkemesi kararı kaldırılıp düzeltilerek yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın kısmen kabulüne, 279.654,94 TL TL maddi ve 100.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihi olan 02.04.2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiştir.
V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
A. Bozma Kararı
1. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde taraf vekilleri temyiz isteminde bulunmuştur.
2. Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;
"... 1- Dosyadaki temyiz kapsam ve nedenlerine göre; davacı vekilinin tüm, davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar verilmiştir.
2- Dava, sigortalının iş kazası nedeni ile maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.
Bölge Adliye Mahkemesince 279.654,94TL maddi tazminat ile 100.000,00TL manevi tazminatın kaza tarihi olan 02/04/2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınıp davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin talebin ise reddine karar verilmiştir.
Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle hizmet sözleşmesi ve işverenin iş kazasından kaynaklanan sorumluluğunun niteliği üzerinde durmakta yarar vardır.
Hizmet sözleşmesi bir yanda işçinin iş görme borcunu, öte yanda işverenin ücret ödeme borcunu ihtiva eden, taraflardan her birinin öteki tarafın edimine karşı borç yüklendiği iki taraflı bir sözleşme olarak tanımlanabilir.
Hizmet sözleşmesinden kaynaklanan iş ilişkisi ise işçi yönünden işverene içten bağlılık (sadakat borcu), işveren yönünden işçiyi korumak ve gözetmek borcu şeklinde ortaya çıkar. Gerçekten işçi, işverenin işi ve işyeri ile ilgili çıkarlarını korumak, çıkarlarına zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak, buna karşı işveren de işçinin kişiliğine saygı göstermek, işçiyi korumak, işyeri tehlikelerinden zarar görmemesi için iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almak, işçinin özlük hakları ve diğer maddi çıkarlarının gerektirdiği uygun bildirimlerde ve davranışlarda bulunmak, işçinin çıkarına aykırı davranışlardan kaçınmakla yükümlüdür. İşveren gözetme borcu gereği çalıştırdığı işçileri iş yerinde meydana gelen tehlikelerden korumak, onların yaşam, bedensel ve ruhsal sağlık bütünlüklerini korumak için iş yerinde teknik ve tıbbi önlemler dâhil olmak üzere bilimsel ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı tüm önlemleri almak zorundadır.
10.03.2003 tarihli 4857 sayılı İş Kanunu’nun "İşverenlerin ve İşçilerin Yükümlülükleri" kenar başlıklı 77. maddesinin birinci fıkrasında da, işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlü kılınmışlardır.
Mevzuatta bulunan bir kısım boşluklar bu kez kanun koyucu tarafından 30.06.2012 tarihli 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile doldurulmaya çalışılmış ve işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin düzenlemesi amacıyla anılan Kanun’un 37. maddesiyle 4857 sayılı Kanun’un 77. ve devamı bir kısım maddeler yürürlükten kaldırılarak, iş sağlığı ve güvenliği konusunda yeni düzenlemeler getirilmiştir.
Bunun yanında 6331 sayılı Kanun’a paralel olarak, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 332. maddesi gelişen teknoloji ve diğer veriler gözetilerek revize edilmiş ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 417. maddesi düzenlemiştir. İlgili madde; “İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla, özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçlerin noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.
İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranış nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir.” şeklinde düzenlenmiştir.
Görüldüğü üzere gerek Borçlar Kanunu ile İş Kanunu’nda ve gerekse İş Kanunu’nun ilgili hükümlerini yürürlükten kaldıran 6331 sayılı Kanunda işverenin hizmet sözleşmesinden kaynaklanan işçiyi gözetme borcunun kapsamı belirlenmiştir. İş kazası meydana geldiğinde iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin mevzuata aykırı hareket eden işveren hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcunu yerine getirmemiş olacağından sözleşmeye aykırı davranmış sayılacaktır. Bu nedenle bu konuda işverenin sorumluluğu her şeyden önce akdi bir sorumluluk esasına dayanır (Süzek, S.: İş Hukuku, 15. baskı, İstanbul 2018, s. 440). İsviçre hukukunda da yükümlülükleri ifa etmeyen işverenin gözetim borcuna aykırılıktan doğan sorumluluğunun akitten doğan sorumluluk olduğu hem doktrin hem de içtihatlarda kabul edilmiştir (Kaplan, E. T.: İşverenin Hukuki Sorumluluğu, Ankara 1992, s. 63).
Sonuç itibariyle denilebilir ki iş kazasında işverenin hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcuna aykırı davranması söz konusu olduğundan iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında sözleşmeye aykırılığa dayalı sorumluluk hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.
İşverenin iş kazasında kaynaklanan sorumluluğunun sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabi olduğunu belirttikten sonra zamanaşımı kavramı ve başlangıcı üzerinde durulmalıdır.
İş kazası sonucu işverenin sorumluluğu sözleşmeye aykırılığa dayandığından 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 146-161 (mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 125-140.) maddeleri arasında düzenlenen zamanaşımı hükümlerinin uygulanması gerekmektedir. İlgili maddeler arasında düzenlenen zamanaşımı, hakkın ileri sürülmesini engelleyici nitelikte olup, alacak hakkı alacaklı tarafından yasanın öngördüğü süre ve koşullar içinde talep edilmediğinde etkin bir hukuki himayeden, başka bir deyişle dava yoluyla elde edilebilme olanağından yoksun bırakılmaktadır.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 125. maddesinde; “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde her dava on senelik müruru zamana tabidir”. Yine Türk Borçlar Kanunu’nun 146. maddesinde benzer bir düzenleme ile “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.” hükmü yer almaktadır.
Kanun koyucu hem mülga Borçlar Kanunu’nun 125. maddesi hem de Türk Borçlar Kanunu’nun 146. maddesi ile alacak haklarının tabi olacağı genel zamanaşımı süresini düzenlemiş olup, ancak aksine bir yasal düzenleme olmayan hâllerde on yıllık sürenin uygulanması gerektiği açıktır. İş kazası hâlinde de zamanaşımının süresine yönelik ayrı bir düzenleme bulunmadığından on yıllık zamanaşımı süresi uygulanacaktır.
Borca aykırılık hâlinde tazminat alacağının zamanaşımı bu alacağın doğduğu andan itibaren işlemeye başlar. (Oğuzman/Öz: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C.1, 16. bası, İstanbul 2018, s. 594). İş kazası hâlinde alacağın doğduğu zaman ise alacağın yani hakkın doğduğu andır. İş kazasına dayalı tazminat davalarında zamanaşımına tabi olan hak işçinin kaza nedeniyle uğradığı zararları karşılamak için tazminat davası açabilme hakkıdır. Bu hak ise iş kazasıyla birlikte doğmaktadır (Akın, L.: İş Kazasından Doğan Maddi Tazminat, Ankara 2001, s. 283). Bu durumda iş kazası hâlinde TBK’nın 149. (BK 125.) maddesinde belirtilen “on yıllık” zamanaşımı süresinin başlangıç tarihi kural olarak iş kazasının meydana geldiği tarihtir (Akın, s. 283; Kaplan, s. 154; Kılıçoğlu, M.: Tazminat Hukuku, İstanbul 2005, s. 464; Güneren, A.: İş Kazası ve Meslek Hastalığından Kaynaklanan Maddi ve Manevi Tazminat Davaları, 3. Baskı, Ankara 2018, s. 1268; Çelik, A. Çelik: Tazminat ve Alacaklarda Sorumluluk ve Zamanaşımı, 3. Baskı, Ankara 2018, s. 584; Hukuk Genel Kurulunun 15.05.2015 tarihli ve 2013/21-2216 E.,2015/1349 K. sayılı kararı ).
Somut olayda; sigortalının % 100 oranında sürekli iş göremezliğine neden olan iş kazasının 02/04/2004 tarihinde, bina inşaatının korkuluk olmayan kısmından işçinin düşmesi sonucu meydana gelmiştir. Bu davanın ise 17/10/2016 tarihinde açıldığı, davacı işçinin sürekli iş göremezliğinin 19/02/2009 tarihinde, Sosyal Güvenlik Kurumu Maluliyet ve Sağlık Kurulları Daire Başkanlığı tarafından tespit edilerek aylık bağlandığı anlaşılmaktadır.
Yapılan açıklamalar ışığında, somut olay irdelendiğinde; dava konusu olayda, davacının işgöremezliği bakımından değişen ve gelişen bir durumun söz konusu olmadığı, giderek olayla birlikte zararın öğrenildiği ve zamanaşımının başlangıç tarihinin olay tarihi olduğu anlaşıldığından davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar vermek gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz olmuştur.
Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular nazara alınmaksızın yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davalı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilerek Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulmasına karar vermek gerekmiştir...." gerekçesiyle karar bozulmuştur.
B. Bölge Adliye Mahkemesince Verilen Direnme Kararı
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; bedensel zararın gelişim gösterdiği durumlarda zamanaşımı başlangıcı olarak hastalık ve seyrinin yani gelişimin tamamlandığı tarihin esas alınması gerektiği, davacının 02.04.2004 tarihinde geçirdiği kaza sonucunda iki ay yoğun bakımda kaldığı, ameliyatlar geçirdiği ve sonrasında da tedavisinin devam ettiği, 14.02.2007 tarihli raporlarda ve aylık bağlama kararında davacının 02.04.2004-15.02.2007 tarihleri arasında tedavi gördüğü ve 15.02.2007 tarihinde sürekli iş göremezliğe girdiğinin ve çalışamayacağının belirtildiği, bu tarihte çalışamayacağını öğrenen davacının 15.03.2007 tarihinde aylık bağlanması talebi ile Kuruma başvurduğu, Kurum tarafından davacının malûliyet oranının 19.02.2009 tarihinde % 100 olarak belirlendiği, dosyada mevcut 02.06.2006, 03.07.2007, 25.01.2008 ve 28.11.2008 tarihli raporlardan davacının tedavisinin devam ettiğinin anlaşıldığı, raporlarda farklı ve çeşitli rahatsızlıkların belirlendiği ve gelişen durumun söz konusu olduğu, dolayısıyla tedavinin sürdüğü henüz malûliyet oranı ile zararın öğrenilmediği bir tarih öncesinde olay tarihi itibarıyla zararın öğrenildiği kabul edilerek zamanaşımı süresinin başlatılması ve davacının henüz zararını öğrenmediği bir tarihte dava açmaya zorlanmasının mümkün olmadığı, davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı da gözetilerek dava tarihi itibarı ile zamanaşımı süresinin geçmediği gerekçesiyle ve önceki gerekçe de tekrar edilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.
VI. TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
Direnme kararına karşı süresi içinde davalı vekilince temyiz isteminde bulunulmuştur.
B. Temyiz Sebepleri
Davalı vekili, davacının taleplerinin zamanaşımına uğradığını, davacının işgöremezliği bakımından değişen ve gelişen bir durumun söz konusu olmadığını, olayla birlikte zararın öğrenildiğini, kesinleşen ceza ve rucuan tazminat davalarında davacının malûliyet oranı ve dolayısıyla zararın belirli olduğunu, olay tarihi itibari ile % 100 malûl kalan davacının malûliyetinin ilerleyen süreçte nasıl bir gelişim kaydedeceğinin anlaşılamadığını, tazminat miktarlarının sebepsiz zenginleşmeye neden olacağını, müvekkilinin kusurunun bulunmadığını, bilirkişi raporunda hatalı hesaplama yapıldığını belirterek direnme kararının bozulmasını talep etmiştir.
C. Uyuşmazlık
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda 02.04.2004 tarihinde meydana gelen iş kazası nedeniyle maddi ve manevi tazminat talebinde bulunan davacının bedensel zararının değişim ve gelişim gösterip göstermediği ve zararı hangi tarihte öğrendiğinin kabulü gerektiği buradan varılacak sonuca göre 17.10.2016 tarihinde açılan eldeki davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
D. Gerekçe
1. İlgili Hukuk
1. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (6098 sayılı Kanun) 146 ilâ 161 inci maddeleri, Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (818 sayılı Kanun) 125 ilâ 140 ıncı maddeleri.
2. Değerlendirme
1. Öncelikle uyuşmazlıkla ilgili kurum ve yasal düzenlemeler üzerinde durulmalıdır.
2. Hizmet akdi, mülga 818 sayılı Kanun’un 313 üncü maddesinin birinci fıkrasında “Hizmet akdi, bir mukaveledir ki onunla işçi, muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeği taahhüt eder.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımda sadece hizmet ve ücret unsurları belirgin iken 4857 sayılı İş Kanunu’nda (4857 sayılı Kanun) daha önce Anayasa Mahkemesi ve öğretinin de kabul ettiği gibi bağımlılık unsuruna da yer verilmiş olup 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Kanun’un 393 üncü maddesinin birinci fıkrasında ise hizmet sözleşmesi “işçinin işverene bağımlı olarak belirli veya belirli olmayan süreyle işgörmeyi, işverenin de ona zamana ve yapılan işe göre ücret ödemeyi üstlendiği sözleşme” olarak tanımlanmıştır.
3. Bu hâliyle denilebilir ki, hizmet sözleşmesi bir yanda işçinin iş görme borcunu, öte yanda işverenin ücret ödeme borcunu ihtiva eden, taraflardan her birinin öteki tarafın edimine karşı borç yüklendiği, iki taraflı bir sözleşmedir.
4. Hizmet sözleşmesinden kaynaklanan iş ilişkisi işçi yönünden işverene içten bağlılık (sadakat borcu), işveren yönünden işçiyi korumak ve gözetmek borcu şeklinde ortaya çıkar. Gerçekten işçi, işverenin işi ve işyeri ile ilgili çıkarlarını korumak, çıkarlarına zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak, buna karşı işveren de işçinin kişiliğine saygı göstermek, işçiyi korumak, işyeri tehlikelerinden zarar görmemesi için iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almak, işçinin özlük hakları ve diğer maddi çıkarlarının gerektirdiği uygun bildirimlerde ve davranışlarda bulunmak, işçinin çıkarına aykırı davranışlardan kaçınmakla yükümlüdür. İşveren gözetme borcu gereği çalıştırdığı işçileri işyerinde meydana gelen tehlikelerden korumak, onların yaşam, bedensel ve ruhsal sağlık bütünlüklerini korumak için işyerinde teknik ve tıbbi önlemler dâhil olmak üzere bilimsel ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı tüm önlemleri almak zorundadır.
5. İş kazasının gerçekleştiği tarihte yürürlükte olan 818 sayılı Kanun’un 332 nci maddesinde; "İş sahibi, aktin özel hâlleri ve işin mahiyeti noktasından hakkaniyet dairesinde kendisinden istenebileceği derecede çalışmak dolayısıyla maruz kaldığı tehlikelere karşı icap eden tedbirleri ittihaza ve münasip ve sıhhi çalışma mahalleri ile işçi ile birlikte ikamet etmekte ise sıhhi yatacak bir yer tedarikine mecburdur.
İş sahibinin yukarıdaki fıkra hükmüne aykırı hareketi neticesinde işçinin ölmesi hâlinde onun yardımından mahrum kalanların bu yüzden uğradıkları zararlara karşı isteyebilecekleri tazminat dahi akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olur." düzenlemesine yer verilmiş, 4857 sayılı Kanun’un "İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri" kenar başlıklı 77 nci maddesinin birinci fıkrasında da benzer bir düzenlemeye yer verilmiştir. Buna göre, işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler.
6. Mevzuatta bulunan bir kısım boşluklar kanun koyucu tarafından 30.06.2012 yürürlük tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu (6331 sayılı Kanun) ile doldurulmaya çalışılmıştır. 6331 sayılı Kanun'un 37 nci maddesiyle 4857 sayılı Kanun'un 77 ve devamı bir kısım maddeler yürürlükten kaldırılarak iş sağlığı ve güvenliği konusunda yeni düzenlemeler getirilmiştir. 6331 sayılı Kanun ile işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin düzenlemesi amaçlanmıştır.
7. Bunun yanında 6331 sayılı Kanun’a paralel olarak 818 sayılı Kanun’un 332 nci maddesi gelişen teknoloji ve diğer veriler gözetilerek revize edilmiş ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Kanun'un 417 nci maddesinde de bu doğrultuda hükümlere yer verilmiştir. Bu madde; “İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla, özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.
İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranışı nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir.” şeklinde düzenlenmiştir.
8. Mülga Borçlar Kanunu’nun 332 nci maddesinin karşılığı olarak çağdaş bir yaklaşımla düzenlenen 6098 sayılı Kanun’un 417 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan hüküm ile 4857 sayılı Kanun'un mülga 77 nci maddesinin birinci fıkrasıyla bütünlük sağlandığı gibi üçüncü fıkrasındaki düzenlemesi ile de hizmet sözleşmesinden kaynaklanan sorumluluğun hukuki niteliği konusunda tartışmalar sona erdirilmiş, sözleşmeye aykırılıktan kaynaklanan ölüme ve vücut bütünlüğünün zedelenmesine veya kişilik haklarının ihlâline bağlı zararların tazmininde sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerinin uygulanacağı öngörülmüştür. İşverenin gözetme borcu iş sözleşmesinden kaynaklandığından işçi, iş kazasından doğan vücut bütünlüğünün zedelenmesi nedeniyle açacağı maddi ve manevi tazminat davasında sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerine (6098 sayılı Kanun 112 ve 417) dayanabilecektir. Öte yandan işverenin bu davranışı, kişi varlıklarını doğrudan korumayı amaçlayan (iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin) emredici kuralların kusurlu bir davranışla ihlali niteliğinde olup aynı zamanda haksız fiil oluşturur. Bu nedenle işçilerin iş kazasından kaynaklanan tazminat taleplerinde sözleşmeden doğan ile haksız fiilden doğan dava hakları yarışır. İşçinin ölümü veya vücut bütünlüğünün zedelenmesi hâli sözleşmeye aykırılık doğuracak olmakla birlikte bu durum aynı zamanda bir haksız fiilin unsurunu da oluşturur (Kemal Oğuzman, İş Kazası veya Meslek Hastalığından Doğan Zararlardan İşverenin Sorumluluğu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C. 34, S. 1-4, 1968, s. 339). Bu nedenle işçi zararının tazmini için sözleşmeye aykırılık veya haksız fiil hükümlerine dayanmakta serbesttir.
9. Sonuç itibariyle denilebilir ki, iş kazasında işverenin hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcuna aykırı davranması söz konusu olduğundan iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında sözleşmeye aykırılığa dayalı sorumluluk hükümlerinin uygulanması mümkündür.
10. Öte yandan özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade etmekte olup sonucu alacak hakkına son verme değil onu eksik borç hâline getirme olarak ortaya çıkmaktadır. Zamanaşımına ilişkin düzenlemelerin temelinde iddia edilen alacağın aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen kullanılmaması karşısında borçlunun oldukça uzak geçmişte kalan bir borçtan doğabilecek ihtilaflara karşı korunması, kendi alacağına karşı uzun süre kayıtsız kalan kimsenin bu hakkının artık korunmaya layık olmadığını kabul etmiş sayılması yatmaktadır.
11. İş kazalarında işverenin sorumluluğu sözleşmeye aykırılığa dayandığından 6098 sayılı Kanun’un 146-161 inci (818 sayılı Kanun’un 125-140) maddelerinde düzenlenen zamanaşımı hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.
12. Nitekim 818 sayılı Kanun’un 125 inci maddesine göre “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde her dava on senelik müruru zamana tabidir”. Yine 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı maddesinde benzer bir düzenleme ile, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.” hükmü yer almaktadır. Kanun koyucu hem 818 sayılı Kanun’un 125 inci maddesi hem de 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı maddesi ile alacak haklarının tabi olacağı genel zamanaşımı süresini düzenlemiş olup aksine bir yasal düzenleme olmayan hâllerde on yıllık sürenin uygulanması gerektiği açıktır. İş kazası hâlinde de zamanaşımı süresine yönelik ayrı bir düzenleme bulunmadığından 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı (818 sayılı Kanun md.125) maddesine göre on yıllık zamanaşımı süresi uygulanacaktır.
13. Türk Borçlar Kanunu’nun 149 uncu maddesi (818 sayılı Kanun md.128 ) uyarınca ise zamanaşımı, alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlar. Muacceliyet, bir borç ilişkisinde alacaklının edimi isteyebileceği ve borçlunun da bu isteme uyarak edimi ifa etmekle yükümlü olduğu anı belirler. Bir başka deyişle söz konusu anda borç ifa kabiliyeti kazanır ve alacaklı yine o anda edimi kabul etmekle yükümlü olur. Bir alacağın ya da borcun muaccel olması, ilke olarak edimin ifası için öngörülmüş bulunan vadenin dolmasıyla gerçekleşir.
14. Gelinen bu noktada iş kazasından kaynaklanan tazminat talepleri yönünden zamanaşımının hangi tarih itibariyle başlayacağının belirlenmesi gerekmekte olup bu hususun tespitinde, zarar ve zararın öğrenilme tarihinin önemi açıktır.
15. Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açılmasına ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hâl ve şartların öğrenilmiş olması demektir. Zararın öğrenilmesi, zarar verici olayın değil zararın varlığı, niteliği, unsurları ve kapsamının kesin olarak bilinmesi demektir. Zarar verici eylemin sonuçları ve zarar tam olarak ortaya çıkmadıkça zarar görenin zararı öğrendiğinden söz edilemez. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.06.2002 tarihli ve 2002/4-470 Esas, 2002/477 Karar sayılı kararı da aynı yöndedir.
16. Hukuka aykırı bir eylem işlenilmesine karşın onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış, zararın ortaya çıkması için eylem tarihinden itibaren bir takım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise, zararın bütün unsurlarıyla birlikte öğrenilmesi mümkün değildir. Oysa ki, zarar görenin mahkeme önünde bir dava açarak tazminat isteminde bulunabilmesi ve bu istemini objektif bir şekilde destekleyen, etkili gerekçelerini ortaya koyabilmesi için oluşan zararın niteliğini, kapsamını ve bütün unsurlarını öğrenmesi gerekir. Aksi hâlde zamanaşımı süresi de işlemeye başlamayacaktır.
17. Bazı hâllerde gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından gerçekleştirildiği ve gerekse zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda zarar görenin uğradığı zararın varlığını, zarar verenin kim olduğunu, kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren, zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağı açıktır.
18. Buna karşılık ortaya çıkan zarar, kendi özel yapısı içerisinde sonradan değişme eğilimi gösteriyor, zararı doğuran eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir değişiklik ortaya çıkıyor ise artık gelişen durum ve dolayısıyla gelişen bu durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler (zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hâllerde zararın kapsamını belirleyecek husus, gelişmekte olan bu durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye başlayacaktır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 06.11.2002 tarihli ve 2002/4-882 Esas, 2002/874 Karar sayılı kararı).
19. Somut olayda; 02.04.2004 tarihinde geçirdiği iş kazası neticesinde yaralanan davacının 02.04.2004-13.02.2007 tarihleri arasında tedavi gördüğü ve anılan tarihler arasında geçici iş göremezlik ödemesi yapıldığı, 1.000,00 TL maddi ve 300.000,00 TL manevi tazminat istemi ile 17.10.2016 tarihinde eldeki davanın açıldığı, Sosyal Güvenlik Kurumu Teftiş Kurulunun 08.01.2006 tarihli raporunda olayın iş kazası olduğunun belirtildiği, Sosyal Güvenlik Kurumu Malululiyet ve Sağlık Kurulları Daire Başkanlığının 19.02.2009 tarihli kararı ile Adana Çukurova Devlet Hastanesinin 14.02.2007 tarihli ve 688 sayılı ve Çukurova Üniversitesi Hastanesinin 03.07.2007 tarihli ve 1208 sayılı raporu ile parapleji ve Frankel A kompret parapleji tanıları konulan davacının (E) cetveline göre % 100 oranında iş göremez duruma girdiğine, yardıma muhtaç olduğuna ve kontrol muayenesi gerekmediğine karar verildiği, yargılamada bu oran esas alınarak hazırlanan hesap raporu doğrultusunda 20.11.2017 tarihli talep arttırım dilekçesi ile maddi tazminat miktarının 339.029,31 TL’ye yükselttiği anlaşılmıştır.
20. İlk Derece Mahkemesince davacının sürekli iş göremezlik oranının tam olarak belirlendiği tarihten itibaren zamanaşımının işlemeye başlayacağı ve sürekli iş göremezlik oranının 19.02.2009 tarihinde % 100 olarak belirlendiği gerekçesiyle dava dilekçesine karşı ileri sürülen zamanaşımı define itibar edilmeyerek maddi ve manevi tazminat talebinin kısmen kabulüne karar verilmiş, davalı vekilinin istinaf başvurusu üzerine zamanaşımına yönelik aynı gerekçe ile sonuca gidilerek hakkaniyet indirimi ve manevi tazminat ile ilgili düzeltilip yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle maddi ve manevi tazminat taleplerinin kısmen kabulüne karar verilmiştir.
21. Bu durumda yukarıda yapılan açıklamalar ile somut olaya ilişkin maddi ve hukuki olgular bir arada değerlendirildiğinde; geçirdiği iş kazası nedeniyle davacıda oluşan meslekte kazanma gücü kayıp oranı gördüğü tedaviler sonrası aradan geçen zaman içerisinde değişmemiş ise de 19.02.2009 tarihli Sosyal Güvenlik Kurumu Maluliyet ve Sağlık Kurulları Daire Başkanlığı kararı ile % 100 olarak belirlenmiş ve kontrol muayenesine gerek olmadığına karar verilmesi ile davacının zararı bu tarihte belli olmuştur. Zira meslekte kazanma gücü kayıp oranı iş kazasından dolayı talep edilecek tazminatın sınırlarının belirlenmesi için gerekli olduğundan zararın öğrenildiği tarih dikkate alındığında açılan davanın zamanaşımına uğradığından söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle direnme kararı yerindedir.
22. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında zararın öğrenilmesinin onun kapsamının değil, varlığının öğrenilmesi anlamında olduğu, zararın varlığı, niteliği ve esaslı unsurları hakkında bir dava açmaya, o davayı ciddi ve objektif bir şekilde desteklemeye, gerekçelerini göstermeye elverişli yeterli hâl ve şartların öğrenilmesinin, zararın öğrenilmiş sayılması için yeterli olduğu, davacıda oluşan meslekte kazanma gücü kayıp oranının zaman içinde değişmediği, gelişen ve değişen bir durum bulunmadığı, bu nedenle davacının zararı kaza tarihinde öğrendiğinin kabulü gerektiği, Özel Daire bozma kararının yerinde olduğu, bu nedenle direnme kararının bozulması gerektiği ileri sürülmüş ise de Kurul çoğunluğu tarafından bu görüş benimsenmemiştir.
23. Ne var ki, Özel Dairece bozma nedenine göre davalı vekilinin sair temyiz itirazları incelenmediğinden bu yönde inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Direnme uygun bulunduğundan davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın YARGITAY 10. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE,
06.03.2024 tarihinde oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.
"K A R Ş I OY"
Tazminat talebine konu olay 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun (TBK) yürürlüğe girdiği 01.07.2012 tarihinden önce meydana gelmiştir. 6101 sayılı Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun 5 inci maddesi gereğince tâbi olduğu zamanaşımı kuralları yönünden 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK) hükümleri uygulanmalıdır.
Davada iş kazası sonucu meydana gelen işgücü kaybı nedeniyle maddi tazminat ve manevi tazminat talep edilmiştir. Talebin dayanağı haksız fiil hükümleri olmayıp sözleşmeye aykırılık nedeniyle giderim yükümlülüğüne ilişkindir.
Bu kapsamda açılmış olan ve iş kazası sonucu maluliyet nedeniyle maddi ve manevi tazminat isteği içeren dava TBK 125 inci madde hükmü gereğince 10 yıllık zamanaşımına tâbi olup zamanaşımı süresi de TBK 128 inci madde gereğince alacağın muaccel olduğu tarihten başlar. İş kazasından doğan maluliyet nedeniyle maddi tazminat ve manevi tazminat alacakları için zarar, maluliyet sonucunu doğuran olan olay tarihinde doğduğundan zamanaşımının başlangıcına esas muacceliyet tarihi de olay tarihidir.
Sözleşmeye aykırılık nedeniyle giderim yükümlülüğünde 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK) 98 inci madde gereğince haksız fiile ilişkin hükümler kıyasen uygulanır ise de kıyasen bu hükümlere gidilebilmesi için sözleşme hükümlerine göre başvurulabilecek bir kural bulunmaması gerekir.
Sözleşme hükümlerine göre zamanaşımı süresi ve başlangıcı konusunda yukarıda belirtilen hükümler bulunduğundan bu konuda kıyasen haksız fiil hükümlerinin uygulanması mümkün değildir. Bu nedenle olay tarihinden itibaren 10 yıl ancak zararın ve failin öğrenildiği tarihten itibaren 1 yıl olarak BK 60 ıncı maddede düzenlenen zamanaşımı kurallarının somut olayda uygulanma yeri yoktur. Bunun yerine sözleşmenin tâbi olduğu BK 125 inci maddedeki 10 yıllık genel zamanaşımı süresi yanında aynı Kanundaki zamanaşımına ilişkin diğer kurallar uygulanmalıdır.
Dava 17.10.2016 tarihinde açılmış olup maluliyete neden olan iş kazası ise 02.04.2004 tarihinde gerçekleşmiştir. Davacı meydana gelen iş kazası nedeniyle uzun süre tedavi görmek durumunda kalmış olup 14.02.2007 tarihli raporda ve aylık bağlama kararında davacının 02.04.2004–15.02.2007 tarihleri arasında tedavi gördüğü ve 15.02.2007 tarihinden itibaren çalışamaz olduğu belirtilmiştir. Bu rapor üzerine davacı aylık bağlanması için Kuruma başvurmuş ve Kurum tarafından maluliyet oranı 19.02.2009 tarihinde % 100 olarak belirlenip ve buna göre de aylık bağlanmıştır.
Davacı olay tarihinden beri tedavi görmüş ve maluliyet oranına ilişkin 2007 tarihinde düzenlenen rapor üzerine aylık bağlanması için Kuruma başvurmuş ise de davacı bu iş kazası nedeniyle tedavi gördüğü sürede çalışamaz durumda olduğunu bilmektedir. 2007 tarihli raporda oranın gösterilmesi olay tarihinden sonra gelişen ve değişen bir durum olduğunun tespiti olmayıp iş kazası neticesi gerçekleşen maluliyetin oranının belirlenmesidir. Davacıya 2009 yılında aylık bağlanmış ise de başlangıcı 15.02.2007 tarihidir.
Davacıya bu tarihten itibaren aylık bağlanmış olması öncesinde maluliyet bulunmadığı için değil davacının hastalık sigortası kapsamında tedavisinin sürdürülmesi nedeniyledir. Toplam 1048 gün süren bu geçici iş göremezlik süresinde de çalışamaz durumda olan davacı en başından beri çalışamaz durumda olduğunu bilecek durumdadır.
Bu durumda talebe konu tazminatların istenebilir hâle geldiği (muaccel olduğu) tarih iş kazası tarihi olan 02.04.2004 tarihi olup 10 yıllık zamanaşımı süresi 02.04.2014 tarihinde dolmuştur. Dava ise 10 yıllık süre dolduktan sonra 17.10.2016 tarihinde açıldığından davanın zamanaşımı nedeniyle reddi gerekir. Bu esaslara uygun bir gerekçe ve sonuç içeren Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki hükümde direnilmesi doğru olmamıştır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle; direnme hükmünün özel daire kararı gibi bozulması gerektiği görüşünde olduğumuzdan, zamanaşımının dolmadığı kabul edilerek direnme uygun bulunarak miktar incelemesi yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesi yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyoruz.
9.H.D. Bşk. Üye
Doç. Dr. Seracettin Göktaş Zeki Gözütok
"K A R Ş I OY"
Dava; iş kazası nedeniyle % 100 oranında malul kalan davacının açtığı maddi ve manevi tazminat talebine ilişkin olup Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107 nci maddesi uyarınca belirsiz alacak davası olarak açılmıştır.
Hukuk Genel Kurulunun çoğunluğu ile farklı düşünceye vardığım husus, iş kazası nedeniyle açılan davalarda zamanaşımının hangi tarihten başlayacağı hususuna ilişkindir.
Somut olayın özellikleri ile yargılama sürecine asıl kararda yer verildiğinden ayrıca tekrar edilmemiştir.
Davacı, davalı işverene ait işyerinde çalışmakta iken 02.04.2004 tarihinde geçirdiği iş kazası sonucu yaralanmış, 19.02.2009 tarihli maluliyet raporuyla % 100 oranında malul kaldığı kesin olarak tespit edilmiştir. Bu tarihe kadar davacının yaralanmasıyla ilgili tedavi süreci devam etmiş, birçok rapor alınmış, kazayla ilgili ceza yargılaması sonuçlanmış, maluliyeti nedeniyle davacıya aylık bağlanması talep edilmiş, maluliyet, 19.02.2009 tarihinde kesin olarak belirlenmiştir. Zira bu tarihli rapora istinaden davacıya Sosyal Güvenlik Kurumu Maluliyet ve Sağlık Kurulları Daire Başkanlığınca aylık bağlanmıştır.
Yargılama aşamalarında ve bir kısım kararlarda gelişen ve değişen zarar kavramlarına da yerilmiştir. Öncelikle belirtmek gerekir ki gelişen veya değişen durum; olay sonucu meydana geldiği hâlde, başlangıçta bilinen yaralanmalar dışında, sonradan ortaya çıkan veya gelişen, olay nedeniyle vücut bütünlüğünü bozan sonuçlar olarak tanımlanabilir. Somut olayda davacının kaza sonucu % 100 oranında malul kaldığı 19.02.2009 tarihi itibarıyla kesin olarak belirlendiğinden artık davacı lehine gelişen veya değişen bir durumdan bahsedilmesine imkân yoktur.
Somut olayda davacı ile davalı arasında işçi-işveren ilişkisi ve bir iş sözleşmesi mevcut olduğundan davalının sorumluluğunun sözleşmeye dayalı olduğunda tereddüt yoktur. Ancak sorumluluğu doğuran olay diğer bir ifadeyle maddi vakıa, bir haksız fiil sonucu meydana gelmiş olup zamanaşımının ve alacak (tazminat) bakımından temerrüt tarihinin belirlenmesinde haksız fiil hükümleri uygulanmak durumundadır. Sözleşme ilişkisi, işverenin meydana gelen haksız fiilden sorumlu tutulacağına ilişkin hukuki sonuç doğurur, bunun dışında uyuşmazlığın çözümü tamamıyla haksız fiil hükümlerine tâbidir. Zira tarafların sözleşmeye dayalı edimlerinin yerine getirilmemesinden kaynaklanan bir alacak söz konusu değildir, bilakis sözleşme ilişkisinin devam ettiği süreçte meydana gelen haksız fiil nedeniyle ve o anda doğan bir alacak (tazminat) söz konusudur.
Olay tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 125 inci (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK)’nun 146) maddesi uyarınca bu kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacağın on yıllık zamanaşımına tâbi olacağı, aynı Kanun’un 128 inci (TBK’nın 149) maddesi uyarınca da zamanaşımının, alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlayacağı, ayrıca TBK’nın 117 nci maddesi uyarınca da haksız fiillerde, fiilin meydana geldiği tarihte borçlunun temerrüde düşmüş olacağı hükme bağlanmıştır.
Taraflar arasında sözleşme ilişkisinin mevcut olması eylemin haksız fiil olma niteliğini değiştirmez. Haksız eylemin meydana geldiği tarihte alacak muaccel olduğu içindir ki hem zamanaşımı hem de faiz bu tarihte işlemeye başlar. HGK’nın çoğunluğunun benimsediği kararda, alacağın haksız fiil tarihinde muaccel hâle geldiği kabul edilip faiz bu tarihten başlatılırken zamanaşımının maluliyet tarihinden başlatılması çelişki arz etmektedir. Alacağın muaccel olduğunun kabulü ile alacağa faiz yürütülmesi söz konusu olduğunda haksız fiile dayalı sorumluluk hukukunu, zamanaşımının başlangıcı söz konusu olduğunda sözleşmeye dayalı sorumluluk hukukunu uygulamak kanaatimce hukuki değildir.
Yine belirtmek gerekir ki davacı % 100 oranında malul kaldığından ve artık çalışma imkânı bulunmadığından taraflar arasındaki iş sözleşmesi kaza tarihi itibariyle sona ermiştir. Sözleşme hukuku uygulandığında dahi somut olayda zamanaşımının haksız fiil tarihi itibariyle başlatılması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Ancak ne sözleşmeye, ne de haksız fiile dayalı sorumluluk hukukunda fiil ve failin öğrenildiği 19.02.2009 tarihinden itibaren 10 yıllık zamanaşımı süresinin başlatılmasına imkân yoktur. Çünkü sözleşmeye dayalı sorumlulukta tek bir zamanaşımı süresi vardır, o da BK’nın 125 inci (TBK’nın 146) maddesi uyarınca 10 yıl olup bu süre, aynı Kanun’un 128 inci (TBK’nın 149) maddesi uyarınca alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlar.
HGK’nın çoğunluğunun kabulüne göre zamanaşımı süresinin, fiil ve failin öğrenildiği tarihe çekilmesi haksız fiile dayalı sorumluluk hukukuna ilişkin bir belirlemedir. Gerçekten de haksız fiile dayalı sorumluluklarda BK’nın 60 ıncı (TBK’nın 72) maddesi uyarınca tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak bir (TBK uyarınca iki) yılın ve her hâlde fiilin meydana geldiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Burada fiil ve faili öğrenmeye bağlı sübjektif (kısa ve her somut olaya göre değişebilen) ve objektif (uzun ve her durumda haksız fiil tarihinden başladığı için sabit) zamanaşımı süreleri vardır. Haksız fiillerde, fiil ve failin ancak kişinin yaralanmasının kesin olarak belirlenmesine imkân sağlayan maluliyet raporu ile öğrenilmiş sayılacağı kabul edilerek sübjektif (iki yıllık kısa süre) zamanaşımı süresinin başlayacağı tarih belirlenmektedir. Ancak fiil ve faili öğrenmenin ise her hâl ve durumda objektif (10 yıl) zamanaşımı süresini geçemeyeceği kanun gereğidir. Somut olayda ise sözleşme hukukuna göre sorumluluk kabul edilmesine karşın, haksız fiillerde söz konusu olan fiil ve faili öğrenme tarihinden (nihai maluliyet raporunun alındığı 19.02.2009) itibaren 10 yıllık zamanaşımı süresinin başlatılmış olması kanuni olmadığı gibi, sorumluluk hukukunda yer almayan bir zamanaşımı süresi kabul edildiği için de kanaatimce hukuki de değildir.
Konunun, adil yargılanma hakkının alt görünümlerinden olan mahkemeye erişim hakkı bağlamında değerlendirildiğinde ise haksız fiilin meydana geldiği tarihten itibaren alacağın muaccel hâle gelmesi ve faizin bu tarihten başlatılması, fiil ve failin öğrenilmesinden itibaren 2 ve her durumda 10 yıllık zamanaşımı sürelerinin ölçülü, yeterli, belirlenebilir ve öngörülebilir olduğu, somut olayda da fiil ve failin öğrenildiği 19.02.2009 tarihinden itibaren yasal süreler herhangi bir haklı gerekçe ileri sürülmeksizin geçirilerek 17.10.2016 tarihine kadar beklenilerek dava açıldığı göz önüne alındığında davacı tarafın hukuki yollara başvururken gerekli dikkat ve özeni göstermediği, üzerine düşen özen yükümlülüğünü yerine getirmediği düşüncesindeyim. Zira dava, haksız fiil tarihinden 12 yıl 6 ay, fiil ve failin kesin olarak öğrenildiği tarihten ise 7 yıl 8 ay sonra açılmıştır. HGK çoğunluğunun kabulüne göre (19.02.2009 tarihinde 10 yıllık zamanaşımı süresinin başlayacağı) davacı, yasal dayanağı bulunmamasına rağmen haksız fiil tarihinden (02.04.2004) itibaren 15 yıl içerisinde dava açma hakkı elde etmektedir ki davalı tarafı bu kadar uzun süre dava tehdidi altında bırakmanın adil yargılanma hakkına aykırı olacağı düşüncesindeyim.
Yukarıda açıklanan nedenlerle; dava konusu olayda, % 100 oranında malul kalan davacının yaralanmasıyla ilgili gelişen ve değişen bir durumun söz konusu olamayacağı, işçi–işveren ilişkisi nedeniyle davalının sorumluluğunun sözleşmeye dayalı olmasına rağmen maddi vakıanın haksız fiil olduğu, bu itibarla alacağın haksız fiil tarihinde muaccel olduğu, zamanaşımının ve faizin de alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlayacağı, fiil ve failin olay tarihinden 5 yıl sonra öğrenilmiş olmasına rağmen gerek sözleşmeye, gerekse de haksız fiile dayalı sorumluluk hukuku bakımından kaza tarihinden itibaren 10 yıllık süre geçtikten sonra davanın açılmış olduğu anlaşıldığından davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesi gerektiği düşüncesinde olduğumdan sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyorum.
Üye
Salim Küçük
MESLEKTE KAZANMA GÜCÜ KAYIP ORANI ZAMAN İÇERİSİNDE DEĞİŞMEMİŞSE DE KONTROL MUAYENESİNE GEREK OLMADIĞINA KARAR VERİLDİĞİ ANDA ZARAR BELLİ OLMUŞTUR.
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
Esas No : 2021/(21)10-222
Karar No : 2024/153
T Ü R K M İ L L E T İ A D I N A
Y A R G I T A Y İ L Â M I
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Adana Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesi
TARİHİ : 02.07.2020
SAYISI : 2020/583 E., 2020/1070 K.
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 26.12.2019 tarihli ve
2019/2622 Esas, 2019/8116 Karar sayılı BOZMA kararı
Taraflar arasındaki tazminat davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararı kaldırılıp düzeltilerek yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı taraf vekilleri tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
I. DAVA
Davacı vekili; müvekkilinin davalı şirketin inşaat işyerinde temizlik yaptığı sırada üçüncü kattan düşerek iş kazası geçirdiğini ve beden gücünde % 99 oranında kayba uğradığını, kesin malûliyeti 31.12.2015 tarihinde öğrendiğini ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydı ile 1.000,00 TL maddi ve 300.000,00 TL manevi tazminatın yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiş, 20.11.2017 tarihli talep artırım dilekçesi ile maddi tazminat talebini 339.029,31 TL’ye yükseltmiştir.
II. CEVAP
Davalı vekili; davacının taleplerinin zamanaşımına uğradığını, kaza sonrası ceza davasında verilen kararın kesinleştiğini, akabinde davalıya karşı müvekkiline Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından kaza ve maluliyet sebebiyle yapılan ödemelerin rucuan tazmini istemiyle iş mahkemesinde dava açıldığını ve bu kararın da kesinleştiğini, tüm bu süreçte malûliyet oranının ve dolayısıyla zararın belirli ve açıkça ortada olduğunu, o tarihten bu yana dava açılmadığını, malûliyetin öğrenildiği tarihin 31.12.2015 olduğuna ilişkin iddiayı kabul etmediklerini, ayrıca her iki tazminatın da fahiş olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
A. İlk Derece Mahkemesinin Birinci Kararı
İlk Derece Mahkemesinin 18.01.2018 tarihli ve 2016/829 Esas, 2018/101 Karar sayılı kararı ile; iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında maluliyet oranının tam olarak belirlendiği tarihten itibaren zamanaşımının işlemeye başlayacağı, davacının maluliyet oranının 19.02.2009 tarihinde % 100 olarak belirlendiği kararda kontrol muayenesinin de gerekmediğinin belirtildiği, zamanaşımının başlayacağı tarih malûliyetin tespit edildiği 19.02.2009 tarihi olduğundan davalının zamanaşımı savunmasının kabul edilmediği, malûliyet oranına taraflar itiraz etmediğinden % 100 olarak kesinleştiği, Yargıtay tarafından onanarak kesinleşen rucu davasında alınan kusur raporunda davalı şirketin % 70, davacı işçinin % 30 oranında kusurlu olduğunun tespit edildiği, hükme esas alınan bu rapor doğrultusunda yapılan hesaplamada davacının maddi zararının 339.029,31 TL olduğu, davacının % 100 oranında malûliyetine neden olan olaydan dolayı 150.000,00 TL manevi tazminat takdir edilmesi gerektiği ve ıslah dilekçesinin de dikkate alındığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile 339.029,31 TL maddi, 150.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihi olan 02.04.2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiştir.
B. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
C. Bölge Adliye Mahkemesinin Birinci Kararı
Bölge Adliye Mahkemesinin 26.04.2018 tarihli ve 2018/1021 Esas, 2018/690 Karar sayılı kararı ile; hüküm tarihine en yakın tarihteki verilere göre hesap yapılması gerektiği hususu da dikkate alınarak tespit edilen bakıcı gideri nedeniyle oluşan maddi tazminat alacağından, davacının aile içi bakım dayanışmasından yararlanacağı gözetilerek uygun bir miktar hakkaniyet indirimi yapılarak çıkacak sonuca göre kazanılmış haklar da dikkate alınarak bir karar vermek gerektiği gerekçesiyle İlk Derece Mahkemesi kararı kaldırılarak davanın yeniden görülmesi için dosyanın kararı veren mahkemeye gönderilmesine karar verilmiştir.
D. İlk Derece Mahkemesinin İkinci Kararı
İlk Derece Mahkemesinin 23.10.2018 tarihli ve 2018/299 Esas, 2018/951 Karar sayılı kararı ile; bilirkişi tarafından yapılan hesaplamada davacının sürekli bakıcı kullanmayacağı, aile içi bakım ve dayanışmadan yararlanacağı göz önüne alınarak bakıcı giderlerinden % 30 oranında hakkaniyet indirimi yapıldığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne, 291.522,50 TL maddi, 150.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihi olan 02.04.2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiştir.
IV. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
B. Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 07.02.2019 tarihli ve 2018/4768 Esas, 2019/180 Karar sayılı kararı ile; sürekli işgöremezlik nedeniyle uğranılan zararların giderilmesi amacıyla açılan maddi ve manevi tazminat davalarında zamanaşımı süresinin 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 125 inci maddesi (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 146 ncı maddesi) gereğince 10 yıl olup uygulama ve doktrinde zamanaşımının başlangıcının failin ve zararın öğrenildiği tarihten itibaren başlayacağının kabul edildiği, bedensel zararın gelişim gösterdiği durumlarda zamanaşımı başlangıcı olarak hastalık ve seyrinin yani gelişiminin tamamlandığı tarihin esas alınması gerektiği, dosya içerisinde bulunan 14.02.2007 tarihli rapor ile aylık bağlama kararında davacının 02.04.2004-15.02.2007 tarihleri arasında tedavi gördüğü ve 15.02.2007 tarihinde sürekli iş göremezliğe girdiği, davacının 15.03.2007 tarihinde aylık bağlanması talebi ile Kuruma başvurması sonrası malûliyet tespiti işlemlerinin başlatıldığı ve malûliyet oranının 19.02.2009 tarihinde Kurum tarafından düzenlenen raporda % 100 olarak belirlendiği, Yargıtay içtihatları gereğince zamanaşımı süresinin malûliyetin belirlendiği rapor tarihinden itibaren başlaması gerektiği, somut olayda gerek davacının sürekli malûliyete girdiği tarih gerekse malûliyetin belirlendiği 19.02.2009 tarihinden itibaren davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı da gözetilerek dava tarihi itibarı ile zamanaşımı süresinin geçmediği, kazanın meydana geldiği 02.04.2004 tarihinden sonra Kurum tarafından başlatılan tahkikat sonucunda meydana gelen kaza nedeni ile malûliyet oranı 19.02.2009 tarihinde tespit edilip bu orana göre gelir bağlandığından illiyet bağının koptuğundan da söz edilemeyeceği, rucuan tazminat davasında düzenlenen kusur oranının hükme esas alınmasında ve davacının malûliyetinin % 100 oranında olduğunun kabulünde isabetsizlik bulunmadığı, % 100 oranında iş göremezliğe uğrayan ve bakıma muhtaç davacı için kaza tarihinden başlamak üzere kalan ömür süresince asgari ücret üzerinden bakıcı gideri hesaplaması ve bakıcı giderine ilişkin tazminattan % 30 oranında indirim yapılmasının da yerinde olduğu, ancak davacı yararına takdir edilen manevi tazminat miktarının fazla olduğu ve ayrıca kamu düzeni yönünden yapılan incelemede bilirkişi hesap raporunda toplam maddi zararın 366.058,52 TL hesaplandığı, mahkemece bakıcı giderinden % 30 oranında hakkaniyet indirimi yapılarak toplam 291.522,50 TL maddi tazminata hükmedildiği ancak ıslah ile arttırılan miktarlar gözetilerek sürekli iş göremezlik zararı ve bakıcı giderinden % 30 indirim yapıldıktan sonra toplam 279.654,94 TL maddi tazminata karar verilmesi gerekirken talep aşılarak 291.522,50 TL'ye hükmedilmesinin hatalı olduğu gerekçesiyle ilk derece mahkemesi kararı kaldırılıp düzeltilerek yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın kısmen kabulüne, 279.654,94 TL TL maddi ve 100.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihi olan 02.04.2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline, fazlaya ilişkin talebin reddine karar verilmiştir.
V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
A. Bozma Kararı
1. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde taraf vekilleri temyiz isteminde bulunmuştur.
2. Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;
"... 1- Dosyadaki temyiz kapsam ve nedenlerine göre; davacı vekilinin tüm, davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar verilmiştir.
2- Dava, sigortalının iş kazası nedeni ile maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.
Bölge Adliye Mahkemesince 279.654,94TL maddi tazminat ile 100.000,00TL manevi tazminatın kaza tarihi olan 02/04/2004 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınıp davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin talebin ise reddine karar verilmiştir.
Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle hizmet sözleşmesi ve işverenin iş kazasından kaynaklanan sorumluluğunun niteliği üzerinde durmakta yarar vardır.
Hizmet sözleşmesi bir yanda işçinin iş görme borcunu, öte yanda işverenin ücret ödeme borcunu ihtiva eden, taraflardan her birinin öteki tarafın edimine karşı borç yüklendiği iki taraflı bir sözleşme olarak tanımlanabilir.
Hizmet sözleşmesinden kaynaklanan iş ilişkisi ise işçi yönünden işverene içten bağlılık (sadakat borcu), işveren yönünden işçiyi korumak ve gözetmek borcu şeklinde ortaya çıkar. Gerçekten işçi, işverenin işi ve işyeri ile ilgili çıkarlarını korumak, çıkarlarına zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak, buna karşı işveren de işçinin kişiliğine saygı göstermek, işçiyi korumak, işyeri tehlikelerinden zarar görmemesi için iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almak, işçinin özlük hakları ve diğer maddi çıkarlarının gerektirdiği uygun bildirimlerde ve davranışlarda bulunmak, işçinin çıkarına aykırı davranışlardan kaçınmakla yükümlüdür. İşveren gözetme borcu gereği çalıştırdığı işçileri iş yerinde meydana gelen tehlikelerden korumak, onların yaşam, bedensel ve ruhsal sağlık bütünlüklerini korumak için iş yerinde teknik ve tıbbi önlemler dâhil olmak üzere bilimsel ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı tüm önlemleri almak zorundadır.
10.03.2003 tarihli 4857 sayılı İş Kanunu’nun "İşverenlerin ve İşçilerin Yükümlülükleri" kenar başlıklı 77. maddesinin birinci fıkrasında da, işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlü kılınmışlardır.
Mevzuatta bulunan bir kısım boşluklar bu kez kanun koyucu tarafından 30.06.2012 tarihli 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ile doldurulmaya çalışılmış ve işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin düzenlemesi amacıyla anılan Kanun’un 37. maddesiyle 4857 sayılı Kanun’un 77. ve devamı bir kısım maddeler yürürlükten kaldırılarak, iş sağlığı ve güvenliği konusunda yeni düzenlemeler getirilmiştir.
Bunun yanında 6331 sayılı Kanun’a paralel olarak, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 332. maddesi gelişen teknoloji ve diğer veriler gözetilerek revize edilmiş ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 417. maddesi düzenlemiştir. İlgili madde; “İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla, özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçlerin noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.
İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranış nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir.” şeklinde düzenlenmiştir.
Görüldüğü üzere gerek Borçlar Kanunu ile İş Kanunu’nda ve gerekse İş Kanunu’nun ilgili hükümlerini yürürlükten kaldıran 6331 sayılı Kanunda işverenin hizmet sözleşmesinden kaynaklanan işçiyi gözetme borcunun kapsamı belirlenmiştir. İş kazası meydana geldiğinde iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin mevzuata aykırı hareket eden işveren hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcunu yerine getirmemiş olacağından sözleşmeye aykırı davranmış sayılacaktır. Bu nedenle bu konuda işverenin sorumluluğu her şeyden önce akdi bir sorumluluk esasına dayanır (Süzek, S.: İş Hukuku, 15. baskı, İstanbul 2018, s. 440). İsviçre hukukunda da yükümlülükleri ifa etmeyen işverenin gözetim borcuna aykırılıktan doğan sorumluluğunun akitten doğan sorumluluk olduğu hem doktrin hem de içtihatlarda kabul edilmiştir (Kaplan, E. T.: İşverenin Hukuki Sorumluluğu, Ankara 1992, s. 63).
Sonuç itibariyle denilebilir ki iş kazasında işverenin hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcuna aykırı davranması söz konusu olduğundan iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında sözleşmeye aykırılığa dayalı sorumluluk hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.
İşverenin iş kazasında kaynaklanan sorumluluğunun sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabi olduğunu belirttikten sonra zamanaşımı kavramı ve başlangıcı üzerinde durulmalıdır.
İş kazası sonucu işverenin sorumluluğu sözleşmeye aykırılığa dayandığından 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 146-161 (mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 125-140.) maddeleri arasında düzenlenen zamanaşımı hükümlerinin uygulanması gerekmektedir. İlgili maddeler arasında düzenlenen zamanaşımı, hakkın ileri sürülmesini engelleyici nitelikte olup, alacak hakkı alacaklı tarafından yasanın öngördüğü süre ve koşullar içinde talep edilmediğinde etkin bir hukuki himayeden, başka bir deyişle dava yoluyla elde edilebilme olanağından yoksun bırakılmaktadır.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 125. maddesinde; “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde her dava on senelik müruru zamana tabidir”. Yine Türk Borçlar Kanunu’nun 146. maddesinde benzer bir düzenleme ile “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.” hükmü yer almaktadır.
Kanun koyucu hem mülga Borçlar Kanunu’nun 125. maddesi hem de Türk Borçlar Kanunu’nun 146. maddesi ile alacak haklarının tabi olacağı genel zamanaşımı süresini düzenlemiş olup, ancak aksine bir yasal düzenleme olmayan hâllerde on yıllık sürenin uygulanması gerektiği açıktır. İş kazası hâlinde de zamanaşımının süresine yönelik ayrı bir düzenleme bulunmadığından on yıllık zamanaşımı süresi uygulanacaktır.
Borca aykırılık hâlinde tazminat alacağının zamanaşımı bu alacağın doğduğu andan itibaren işlemeye başlar. (Oğuzman/Öz: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, C.1, 16. bası, İstanbul 2018, s. 594). İş kazası hâlinde alacağın doğduğu zaman ise alacağın yani hakkın doğduğu andır. İş kazasına dayalı tazminat davalarında zamanaşımına tabi olan hak işçinin kaza nedeniyle uğradığı zararları karşılamak için tazminat davası açabilme hakkıdır. Bu hak ise iş kazasıyla birlikte doğmaktadır (Akın, L.: İş Kazasından Doğan Maddi Tazminat, Ankara 2001, s. 283). Bu durumda iş kazası hâlinde TBK’nın 149. (BK 125.) maddesinde belirtilen “on yıllık” zamanaşımı süresinin başlangıç tarihi kural olarak iş kazasının meydana geldiği tarihtir (Akın, s. 283; Kaplan, s. 154; Kılıçoğlu, M.: Tazminat Hukuku, İstanbul 2005, s. 464; Güneren, A.: İş Kazası ve Meslek Hastalığından Kaynaklanan Maddi ve Manevi Tazminat Davaları, 3. Baskı, Ankara 2018, s. 1268; Çelik, A. Çelik: Tazminat ve Alacaklarda Sorumluluk ve Zamanaşımı, 3. Baskı, Ankara 2018, s. 584; Hukuk Genel Kurulunun 15.05.2015 tarihli ve 2013/21-2216 E.,2015/1349 K. sayılı kararı ).
Somut olayda; sigortalının % 100 oranında sürekli iş göremezliğine neden olan iş kazasının 02/04/2004 tarihinde, bina inşaatının korkuluk olmayan kısmından işçinin düşmesi sonucu meydana gelmiştir. Bu davanın ise 17/10/2016 tarihinde açıldığı, davacı işçinin sürekli iş göremezliğinin 19/02/2009 tarihinde, Sosyal Güvenlik Kurumu Maluliyet ve Sağlık Kurulları Daire Başkanlığı tarafından tespit edilerek aylık bağlandığı anlaşılmaktadır.
Yapılan açıklamalar ışığında, somut olay irdelendiğinde; dava konusu olayda, davacının işgöremezliği bakımından değişen ve gelişen bir durumun söz konusu olmadığı, giderek olayla birlikte zararın öğrenildiği ve zamanaşımının başlangıç tarihinin olay tarihi olduğu anlaşıldığından davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar vermek gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz olmuştur.
Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular nazara alınmaksızın yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davalı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilerek Bölge Adliye Mahkemesi kararının bozulmasına karar vermek gerekmiştir...." gerekçesiyle karar bozulmuştur.
B. Bölge Adliye Mahkemesince Verilen Direnme Kararı
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; bedensel zararın gelişim gösterdiği durumlarda zamanaşımı başlangıcı olarak hastalık ve seyrinin yani gelişimin tamamlandığı tarihin esas alınması gerektiği, davacının 02.04.2004 tarihinde geçirdiği kaza sonucunda iki ay yoğun bakımda kaldığı, ameliyatlar geçirdiği ve sonrasında da tedavisinin devam ettiği, 14.02.2007 tarihli raporlarda ve aylık bağlama kararında davacının 02.04.2004-15.02.2007 tarihleri arasında tedavi gördüğü ve 15.02.2007 tarihinde sürekli iş göremezliğe girdiğinin ve çalışamayacağının belirtildiği, bu tarihte çalışamayacağını öğrenen davacının 15.03.2007 tarihinde aylık bağlanması talebi ile Kuruma başvurduğu, Kurum tarafından davacının malûliyet oranının 19.02.2009 tarihinde % 100 olarak belirlendiği, dosyada mevcut 02.06.2006, 03.07.2007, 25.01.2008 ve 28.11.2008 tarihli raporlardan davacının tedavisinin devam ettiğinin anlaşıldığı, raporlarda farklı ve çeşitli rahatsızlıkların belirlendiği ve gelişen durumun söz konusu olduğu, dolayısıyla tedavinin sürdüğü henüz malûliyet oranı ile zararın öğrenilmediği bir tarih öncesinde olay tarihi itibarıyla zararın öğrenildiği kabul edilerek zamanaşımı süresinin başlatılması ve davacının henüz zararını öğrenmediği bir tarihte dava açmaya zorlanmasının mümkün olmadığı, davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı da gözetilerek dava tarihi itibarı ile zamanaşımı süresinin geçmediği gerekçesiyle ve önceki gerekçe de tekrar edilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.
VI. TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
Direnme kararına karşı süresi içinde davalı vekilince temyiz isteminde bulunulmuştur.
B. Temyiz Sebepleri
Davalı vekili, davacının taleplerinin zamanaşımına uğradığını, davacının işgöremezliği bakımından değişen ve gelişen bir durumun söz konusu olmadığını, olayla birlikte zararın öğrenildiğini, kesinleşen ceza ve rucuan tazminat davalarında davacının malûliyet oranı ve dolayısıyla zararın belirli olduğunu, olay tarihi itibari ile % 100 malûl kalan davacının malûliyetinin ilerleyen süreçte nasıl bir gelişim kaydedeceğinin anlaşılamadığını, tazminat miktarlarının sebepsiz zenginleşmeye neden olacağını, müvekkilinin kusurunun bulunmadığını, bilirkişi raporunda hatalı hesaplama yapıldığını belirterek direnme kararının bozulmasını talep etmiştir.
C. Uyuşmazlık
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda 02.04.2004 tarihinde meydana gelen iş kazası nedeniyle maddi ve manevi tazminat talebinde bulunan davacının bedensel zararının değişim ve gelişim gösterip göstermediği ve zararı hangi tarihte öğrendiğinin kabulü gerektiği buradan varılacak sonuca göre 17.10.2016 tarihinde açılan eldeki davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
D. Gerekçe
1. İlgili Hukuk
1. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (6098 sayılı Kanun) 146 ilâ 161 inci maddeleri, Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (818 sayılı Kanun) 125 ilâ 140 ıncı maddeleri.
2. Değerlendirme
1. Öncelikle uyuşmazlıkla ilgili kurum ve yasal düzenlemeler üzerinde durulmalıdır.
2. Hizmet akdi, mülga 818 sayılı Kanun’un 313 üncü maddesinin birinci fıkrasında “Hizmet akdi, bir mukaveledir ki onunla işçi, muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeği taahhüt eder.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımda sadece hizmet ve ücret unsurları belirgin iken 4857 sayılı İş Kanunu’nda (4857 sayılı Kanun) daha önce Anayasa Mahkemesi ve öğretinin de kabul ettiği gibi bağımlılık unsuruna da yer verilmiş olup 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Kanun’un 393 üncü maddesinin birinci fıkrasında ise hizmet sözleşmesi “işçinin işverene bağımlı olarak belirli veya belirli olmayan süreyle işgörmeyi, işverenin de ona zamana ve yapılan işe göre ücret ödemeyi üstlendiği sözleşme” olarak tanımlanmıştır.
3. Bu hâliyle denilebilir ki, hizmet sözleşmesi bir yanda işçinin iş görme borcunu, öte yanda işverenin ücret ödeme borcunu ihtiva eden, taraflardan her birinin öteki tarafın edimine karşı borç yüklendiği, iki taraflı bir sözleşmedir.
4. Hizmet sözleşmesinden kaynaklanan iş ilişkisi işçi yönünden işverene içten bağlılık (sadakat borcu), işveren yönünden işçiyi korumak ve gözetmek borcu şeklinde ortaya çıkar. Gerçekten işçi, işverenin işi ve işyeri ile ilgili çıkarlarını korumak, çıkarlarına zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak, buna karşı işveren de işçinin kişiliğine saygı göstermek, işçiyi korumak, işyeri tehlikelerinden zarar görmemesi için iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almak, işçinin özlük hakları ve diğer maddi çıkarlarının gerektirdiği uygun bildirimlerde ve davranışlarda bulunmak, işçinin çıkarına aykırı davranışlardan kaçınmakla yükümlüdür. İşveren gözetme borcu gereği çalıştırdığı işçileri işyerinde meydana gelen tehlikelerden korumak, onların yaşam, bedensel ve ruhsal sağlık bütünlüklerini korumak için işyerinde teknik ve tıbbi önlemler dâhil olmak üzere bilimsel ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı tüm önlemleri almak zorundadır.
5. İş kazasının gerçekleştiği tarihte yürürlükte olan 818 sayılı Kanun’un 332 nci maddesinde; "İş sahibi, aktin özel hâlleri ve işin mahiyeti noktasından hakkaniyet dairesinde kendisinden istenebileceği derecede çalışmak dolayısıyla maruz kaldığı tehlikelere karşı icap eden tedbirleri ittihaza ve münasip ve sıhhi çalışma mahalleri ile işçi ile birlikte ikamet etmekte ise sıhhi yatacak bir yer tedarikine mecburdur.
İş sahibinin yukarıdaki fıkra hükmüne aykırı hareketi neticesinde işçinin ölmesi hâlinde onun yardımından mahrum kalanların bu yüzden uğradıkları zararlara karşı isteyebilecekleri tazminat dahi akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olur." düzenlemesine yer verilmiş, 4857 sayılı Kanun’un "İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri" kenar başlıklı 77 nci maddesinin birinci fıkrasında da benzer bir düzenlemeye yer verilmiştir. Buna göre, işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler.
6. Mevzuatta bulunan bir kısım boşluklar kanun koyucu tarafından 30.06.2012 yürürlük tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu (6331 sayılı Kanun) ile doldurulmaya çalışılmıştır. 6331 sayılı Kanun'un 37 nci maddesiyle 4857 sayılı Kanun'un 77 ve devamı bir kısım maddeler yürürlükten kaldırılarak iş sağlığı ve güvenliği konusunda yeni düzenlemeler getirilmiştir. 6331 sayılı Kanun ile işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin düzenlemesi amaçlanmıştır.
7. Bunun yanında 6331 sayılı Kanun’a paralel olarak 818 sayılı Kanun’un 332 nci maddesi gelişen teknoloji ve diğer veriler gözetilerek revize edilmiş ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Kanun'un 417 nci maddesinde de bu doğrultuda hükümlere yer verilmiştir. Bu madde; “İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla, özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.
İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranışı nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir.” şeklinde düzenlenmiştir.
8. Mülga Borçlar Kanunu’nun 332 nci maddesinin karşılığı olarak çağdaş bir yaklaşımla düzenlenen 6098 sayılı Kanun’un 417 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan hüküm ile 4857 sayılı Kanun'un mülga 77 nci maddesinin birinci fıkrasıyla bütünlük sağlandığı gibi üçüncü fıkrasındaki düzenlemesi ile de hizmet sözleşmesinden kaynaklanan sorumluluğun hukuki niteliği konusunda tartışmalar sona erdirilmiş, sözleşmeye aykırılıktan kaynaklanan ölüme ve vücut bütünlüğünün zedelenmesine veya kişilik haklarının ihlâline bağlı zararların tazmininde sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerinin uygulanacağı öngörülmüştür. İşverenin gözetme borcu iş sözleşmesinden kaynaklandığından işçi, iş kazasından doğan vücut bütünlüğünün zedelenmesi nedeniyle açacağı maddi ve manevi tazminat davasında sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerine (6098 sayılı Kanun 112 ve 417) dayanabilecektir. Öte yandan işverenin bu davranışı, kişi varlıklarını doğrudan korumayı amaçlayan (iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin) emredici kuralların kusurlu bir davranışla ihlali niteliğinde olup aynı zamanda haksız fiil oluşturur. Bu nedenle işçilerin iş kazasından kaynaklanan tazminat taleplerinde sözleşmeden doğan ile haksız fiilden doğan dava hakları yarışır. İşçinin ölümü veya vücut bütünlüğünün zedelenmesi hâli sözleşmeye aykırılık doğuracak olmakla birlikte bu durum aynı zamanda bir haksız fiilin unsurunu da oluşturur (Kemal Oğuzman, İş Kazası veya Meslek Hastalığından Doğan Zararlardan İşverenin Sorumluluğu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, C. 34, S. 1-4, 1968, s. 339). Bu nedenle işçi zararının tazmini için sözleşmeye aykırılık veya haksız fiil hükümlerine dayanmakta serbesttir.
9. Sonuç itibariyle denilebilir ki, iş kazasında işverenin hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcuna aykırı davranması söz konusu olduğundan iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında sözleşmeye aykırılığa dayalı sorumluluk hükümlerinin uygulanması mümkündür.
10. Öte yandan özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade etmekte olup sonucu alacak hakkına son verme değil onu eksik borç hâline getirme olarak ortaya çıkmaktadır. Zamanaşımına ilişkin düzenlemelerin temelinde iddia edilen alacağın aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen kullanılmaması karşısında borçlunun oldukça uzak geçmişte kalan bir borçtan doğabilecek ihtilaflara karşı korunması, kendi alacağına karşı uzun süre kayıtsız kalan kimsenin bu hakkının artık korunmaya layık olmadığını kabul etmiş sayılması yatmaktadır.
11. İş kazalarında işverenin sorumluluğu sözleşmeye aykırılığa dayandığından 6098 sayılı Kanun’un 146-161 inci (818 sayılı Kanun’un 125-140) maddelerinde düzenlenen zamanaşımı hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.
12. Nitekim 818 sayılı Kanun’un 125 inci maddesine göre “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde her dava on senelik müruru zamana tabidir”. Yine 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı maddesinde benzer bir düzenleme ile, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.” hükmü yer almaktadır. Kanun koyucu hem 818 sayılı Kanun’un 125 inci maddesi hem de 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı maddesi ile alacak haklarının tabi olacağı genel zamanaşımı süresini düzenlemiş olup aksine bir yasal düzenleme olmayan hâllerde on yıllık sürenin uygulanması gerektiği açıktır. İş kazası hâlinde de zamanaşımı süresine yönelik ayrı bir düzenleme bulunmadığından 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı (818 sayılı Kanun md.125) maddesine göre on yıllık zamanaşımı süresi uygulanacaktır.
13. Türk Borçlar Kanunu’nun 149 uncu maddesi (818 sayılı Kanun md.128 ) uyarınca ise zamanaşımı, alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlar. Muacceliyet, bir borç ilişkisinde alacaklının edimi isteyebileceği ve borçlunun da bu isteme uyarak edimi ifa etmekle yükümlü olduğu anı belirler. Bir başka deyişle söz konusu anda borç ifa kabiliyeti kazanır ve alacaklı yine o anda edimi kabul etmekle yükümlü olur. Bir alacağın ya da borcun muaccel olması, ilke olarak edimin ifası için öngörülmüş bulunan vadenin dolmasıyla gerçekleşir.
14. Gelinen bu noktada iş kazasından kaynaklanan tazminat talepleri yönünden zamanaşımının hangi tarih itibariyle başlayacağının belirlenmesi gerekmekte olup bu hususun tespitinde, zarar ve zararın öğrenilme tarihinin önemi açıktır.
15. Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açılmasına ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hâl ve şartların öğrenilmiş olması demektir. Zararın öğrenilmesi, zarar verici olayın değil zararın varlığı, niteliği, unsurları ve kapsamının kesin olarak bilinmesi demektir. Zarar verici eylemin sonuçları ve zarar tam olarak ortaya çıkmadıkça zarar görenin zararı öğrendiğinden söz edilemez. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.06.2002 tarihli ve 2002/4-470 Esas, 2002/477 Karar sayılı kararı da aynı yöndedir.
16. Hukuka aykırı bir eylem işlenilmesine karşın onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış, zararın ortaya çıkması için eylem tarihinden itibaren bir takım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise, zararın bütün unsurlarıyla birlikte öğrenilmesi mümkün değildir. Oysa ki, zarar görenin mahkeme önünde bir dava açarak tazminat isteminde bulunabilmesi ve bu istemini objektif bir şekilde destekleyen, etkili gerekçelerini ortaya koyabilmesi için oluşan zararın niteliğini, kapsamını ve bütün unsurlarını öğrenmesi gerekir. Aksi hâlde zamanaşımı süresi de işlemeye başlamayacaktır.
17. Bazı hâllerde gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından gerçekleştirildiği ve gerekse zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda zarar görenin uğradığı zararın varlığını, zarar verenin kim olduğunu, kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren, zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağı açıktır.
18. Buna karşılık ortaya çıkan zarar, kendi özel yapısı içerisinde sonradan değişme eğilimi gösteriyor, zararı doğuran eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir değişiklik ortaya çıkıyor ise artık gelişen durum ve dolayısıyla gelişen bu durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler (zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hâllerde zararın kapsamını belirleyecek husus, gelişmekte olan bu durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye başlayacaktır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 06.11.2002 tarihli ve 2002/4-882 Esas, 2002/874 Karar sayılı kararı).
19. Somut olayda; 02.04.2004 tarihinde geçirdiği iş kazası neticesinde yaralanan davacının 02.04.2004-13.02.2007 tarihleri arasında tedavi gördüğü ve anılan tarihler arasında geçici iş göremezlik ödemesi yapıldığı, 1.000,00 TL maddi ve 300.000,00 TL manevi tazminat istemi ile 17.10.2016 tarihinde eldeki davanın açıldığı, Sosyal Güvenlik Kurumu Teftiş Kurulunun 08.01.2006 tarihli raporunda olayın iş kazası olduğunun belirtildiği, Sosyal Güvenlik Kurumu Malululiyet ve Sağlık Kurulları Daire Başkanlığının 19.02.2009 tarihli kararı ile Adana Çukurova Devlet Hastanesinin 14.02.2007 tarihli ve 688 sayılı ve Çukurova Üniversitesi Hastanesinin 03.07.2007 tarihli ve 1208 sayılı raporu ile parapleji ve Frankel A kompret parapleji tanıları konulan davacının (E) cetveline göre % 100 oranında iş göremez duruma girdiğine, yardıma muhtaç olduğuna ve kontrol muayenesi gerekmediğine karar verildiği, yargılamada bu oran esas alınarak hazırlanan hesap raporu doğrultusunda 20.11.2017 tarihli talep arttırım dilekçesi ile maddi tazminat miktarının 339.029,31 TL’ye yükselttiği anlaşılmıştır.
20. İlk Derece Mahkemesince davacının sürekli iş göremezlik oranının tam olarak belirlendiği tarihten itibaren zamanaşımının işlemeye başlayacağı ve sürekli iş göremezlik oranının 19.02.2009 tarihinde % 100 olarak belirlendiği gerekçesiyle dava dilekçesine karşı ileri sürülen zamanaşımı define itibar edilmeyerek maddi ve manevi tazminat talebinin kısmen kabulüne karar verilmiş, davalı vekilinin istinaf başvurusu üzerine zamanaşımına yönelik aynı gerekçe ile sonuca gidilerek hakkaniyet indirimi ve manevi tazminat ile ilgili düzeltilip yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle maddi ve manevi tazminat taleplerinin kısmen kabulüne karar verilmiştir.
21. Bu durumda yukarıda yapılan açıklamalar ile somut olaya ilişkin maddi ve hukuki olgular bir arada değerlendirildiğinde; geçirdiği iş kazası nedeniyle davacıda oluşan meslekte kazanma gücü kayıp oranı gördüğü tedaviler sonrası aradan geçen zaman içerisinde değişmemiş ise de 19.02.2009 tarihli Sosyal Güvenlik Kurumu Maluliyet ve Sağlık Kurulları Daire Başkanlığı kararı ile % 100 olarak belirlenmiş ve kontrol muayenesine gerek olmadığına karar verilmesi ile davacının zararı bu tarihte belli olmuştur. Zira meslekte kazanma gücü kayıp oranı iş kazasından dolayı talep edilecek tazminatın sınırlarının belirlenmesi için gerekli olduğundan zararın öğrenildiği tarih dikkate alındığında açılan davanın zamanaşımına uğradığından söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle direnme kararı yerindedir.
22. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında zararın öğrenilmesinin onun kapsamının değil, varlığının öğrenilmesi anlamında olduğu, zararın varlığı, niteliği ve esaslı unsurları hakkında bir dava açmaya, o davayı ciddi ve objektif bir şekilde desteklemeye, gerekçelerini göstermeye elverişli yeterli hâl ve şartların öğrenilmesinin, zararın öğrenilmiş sayılması için yeterli olduğu, davacıda oluşan meslekte kazanma gücü kayıp oranının zaman içinde değişmediği, gelişen ve değişen bir durum bulunmadığı, bu nedenle davacının zararı kaza tarihinde öğrendiğinin kabulü gerektiği, Özel Daire bozma kararının yerinde olduğu, bu nedenle direnme kararının bozulması gerektiği ileri sürülmüş ise de Kurul çoğunluğu tarafından bu görüş benimsenmemiştir.
23. Ne var ki, Özel Dairece bozma nedenine göre davalı vekilinin sair temyiz itirazları incelenmediğinden bu yönde inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Direnme uygun bulunduğundan davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın YARGITAY 10. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE,
06.03.2024 tarihinde oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.
"K A R Ş I OY"
Tazminat talebine konu olay 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun (TBK) yürürlüğe girdiği 01.07.2012 tarihinden önce meydana gelmiştir. 6101 sayılı Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun 5 inci maddesi gereğince tâbi olduğu zamanaşımı kuralları yönünden 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK) hükümleri uygulanmalıdır.
Davada iş kazası sonucu meydana gelen işgücü kaybı nedeniyle maddi tazminat ve manevi tazminat talep edilmiştir. Talebin dayanağı haksız fiil hükümleri olmayıp sözleşmeye aykırılık nedeniyle giderim yükümlülüğüne ilişkindir.
Bu kapsamda açılmış olan ve iş kazası sonucu maluliyet nedeniyle maddi ve manevi tazminat isteği içeren dava TBK 125 inci madde hükmü gereğince 10 yıllık zamanaşımına tâbi olup zamanaşımı süresi de TBK 128 inci madde gereğince alacağın muaccel olduğu tarihten başlar. İş kazasından doğan maluliyet nedeniyle maddi tazminat ve manevi tazminat alacakları için zarar, maluliyet sonucunu doğuran olan olay tarihinde doğduğundan zamanaşımının başlangıcına esas muacceliyet tarihi de olay tarihidir.
Sözleşmeye aykırılık nedeniyle giderim yükümlülüğünde 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK) 98 inci madde gereğince haksız fiile ilişkin hükümler kıyasen uygulanır ise de kıyasen bu hükümlere gidilebilmesi için sözleşme hükümlerine göre başvurulabilecek bir kural bulunmaması gerekir.
Sözleşme hükümlerine göre zamanaşımı süresi ve başlangıcı konusunda yukarıda belirtilen hükümler bulunduğundan bu konuda kıyasen haksız fiil hükümlerinin uygulanması mümkün değildir. Bu nedenle olay tarihinden itibaren 10 yıl ancak zararın ve failin öğrenildiği tarihten itibaren 1 yıl olarak BK 60 ıncı maddede düzenlenen zamanaşımı kurallarının somut olayda uygulanma yeri yoktur. Bunun yerine sözleşmenin tâbi olduğu BK 125 inci maddedeki 10 yıllık genel zamanaşımı süresi yanında aynı Kanundaki zamanaşımına ilişkin diğer kurallar uygulanmalıdır.
Dava 17.10.2016 tarihinde açılmış olup maluliyete neden olan iş kazası ise 02.04.2004 tarihinde gerçekleşmiştir. Davacı meydana gelen iş kazası nedeniyle uzun süre tedavi görmek durumunda kalmış olup 14.02.2007 tarihli raporda ve aylık bağlama kararında davacının 02.04.2004–15.02.2007 tarihleri arasında tedavi gördüğü ve 15.02.2007 tarihinden itibaren çalışamaz olduğu belirtilmiştir. Bu rapor üzerine davacı aylık bağlanması için Kuruma başvurmuş ve Kurum tarafından maluliyet oranı 19.02.2009 tarihinde % 100 olarak belirlenip ve buna göre de aylık bağlanmıştır.
Davacı olay tarihinden beri tedavi görmüş ve maluliyet oranına ilişkin 2007 tarihinde düzenlenen rapor üzerine aylık bağlanması için Kuruma başvurmuş ise de davacı bu iş kazası nedeniyle tedavi gördüğü sürede çalışamaz durumda olduğunu bilmektedir. 2007 tarihli raporda oranın gösterilmesi olay tarihinden sonra gelişen ve değişen bir durum olduğunun tespiti olmayıp iş kazası neticesi gerçekleşen maluliyetin oranının belirlenmesidir. Davacıya 2009 yılında aylık bağlanmış ise de başlangıcı 15.02.2007 tarihidir.
Davacıya bu tarihten itibaren aylık bağlanmış olması öncesinde maluliyet bulunmadığı için değil davacının hastalık sigortası kapsamında tedavisinin sürdürülmesi nedeniyledir. Toplam 1048 gün süren bu geçici iş göremezlik süresinde de çalışamaz durumda olan davacı en başından beri çalışamaz durumda olduğunu bilecek durumdadır.
Bu durumda talebe konu tazminatların istenebilir hâle geldiği (muaccel olduğu) tarih iş kazası tarihi olan 02.04.2004 tarihi olup 10 yıllık zamanaşımı süresi 02.04.2014 tarihinde dolmuştur. Dava ise 10 yıllık süre dolduktan sonra 17.10.2016 tarihinde açıldığından davanın zamanaşımı nedeniyle reddi gerekir. Bu esaslara uygun bir gerekçe ve sonuç içeren Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki hükümde direnilmesi doğru olmamıştır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle; direnme hükmünün özel daire kararı gibi bozulması gerektiği görüşünde olduğumuzdan, zamanaşımının dolmadığı kabul edilerek direnme uygun bulunarak miktar incelemesi yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesi yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyoruz.
9.H.D. Bşk. Üye
Doç. Dr. Seracettin Göktaş Zeki Gözütok
"K A R Ş I OY"
Dava; iş kazası nedeniyle % 100 oranında malul kalan davacının açtığı maddi ve manevi tazminat talebine ilişkin olup Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107 nci maddesi uyarınca belirsiz alacak davası olarak açılmıştır.
Hukuk Genel Kurulunun çoğunluğu ile farklı düşünceye vardığım husus, iş kazası nedeniyle açılan davalarda zamanaşımının hangi tarihten başlayacağı hususuna ilişkindir.
Somut olayın özellikleri ile yargılama sürecine asıl kararda yer verildiğinden ayrıca tekrar edilmemiştir.
Davacı, davalı işverene ait işyerinde çalışmakta iken 02.04.2004 tarihinde geçirdiği iş kazası sonucu yaralanmış, 19.02.2009 tarihli maluliyet raporuyla % 100 oranında malul kaldığı kesin olarak tespit edilmiştir. Bu tarihe kadar davacının yaralanmasıyla ilgili tedavi süreci devam etmiş, birçok rapor alınmış, kazayla ilgili ceza yargılaması sonuçlanmış, maluliyeti nedeniyle davacıya aylık bağlanması talep edilmiş, maluliyet, 19.02.2009 tarihinde kesin olarak belirlenmiştir. Zira bu tarihli rapora istinaden davacıya Sosyal Güvenlik Kurumu Maluliyet ve Sağlık Kurulları Daire Başkanlığınca aylık bağlanmıştır.
Yargılama aşamalarında ve bir kısım kararlarda gelişen ve değişen zarar kavramlarına da yerilmiştir. Öncelikle belirtmek gerekir ki gelişen veya değişen durum; olay sonucu meydana geldiği hâlde, başlangıçta bilinen yaralanmalar dışında, sonradan ortaya çıkan veya gelişen, olay nedeniyle vücut bütünlüğünü bozan sonuçlar olarak tanımlanabilir. Somut olayda davacının kaza sonucu % 100 oranında malul kaldığı 19.02.2009 tarihi itibarıyla kesin olarak belirlendiğinden artık davacı lehine gelişen veya değişen bir durumdan bahsedilmesine imkân yoktur.
Somut olayda davacı ile davalı arasında işçi-işveren ilişkisi ve bir iş sözleşmesi mevcut olduğundan davalının sorumluluğunun sözleşmeye dayalı olduğunda tereddüt yoktur. Ancak sorumluluğu doğuran olay diğer bir ifadeyle maddi vakıa, bir haksız fiil sonucu meydana gelmiş olup zamanaşımının ve alacak (tazminat) bakımından temerrüt tarihinin belirlenmesinde haksız fiil hükümleri uygulanmak durumundadır. Sözleşme ilişkisi, işverenin meydana gelen haksız fiilden sorumlu tutulacağına ilişkin hukuki sonuç doğurur, bunun dışında uyuşmazlığın çözümü tamamıyla haksız fiil hükümlerine tâbidir. Zira tarafların sözleşmeye dayalı edimlerinin yerine getirilmemesinden kaynaklanan bir alacak söz konusu değildir, bilakis sözleşme ilişkisinin devam ettiği süreçte meydana gelen haksız fiil nedeniyle ve o anda doğan bir alacak (tazminat) söz konusudur.
Olay tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 125 inci (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK)’nun 146) maddesi uyarınca bu kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacağın on yıllık zamanaşımına tâbi olacağı, aynı Kanun’un 128 inci (TBK’nın 149) maddesi uyarınca da zamanaşımının, alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlayacağı, ayrıca TBK’nın 117 nci maddesi uyarınca da haksız fiillerde, fiilin meydana geldiği tarihte borçlunun temerrüde düşmüş olacağı hükme bağlanmıştır.
Taraflar arasında sözleşme ilişkisinin mevcut olması eylemin haksız fiil olma niteliğini değiştirmez. Haksız eylemin meydana geldiği tarihte alacak muaccel olduğu içindir ki hem zamanaşımı hem de faiz bu tarihte işlemeye başlar. HGK’nın çoğunluğunun benimsediği kararda, alacağın haksız fiil tarihinde muaccel hâle geldiği kabul edilip faiz bu tarihten başlatılırken zamanaşımının maluliyet tarihinden başlatılması çelişki arz etmektedir. Alacağın muaccel olduğunun kabulü ile alacağa faiz yürütülmesi söz konusu olduğunda haksız fiile dayalı sorumluluk hukukunu, zamanaşımının başlangıcı söz konusu olduğunda sözleşmeye dayalı sorumluluk hukukunu uygulamak kanaatimce hukuki değildir.
Yine belirtmek gerekir ki davacı % 100 oranında malul kaldığından ve artık çalışma imkânı bulunmadığından taraflar arasındaki iş sözleşmesi kaza tarihi itibariyle sona ermiştir. Sözleşme hukuku uygulandığında dahi somut olayda zamanaşımının haksız fiil tarihi itibariyle başlatılması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Ancak ne sözleşmeye, ne de haksız fiile dayalı sorumluluk hukukunda fiil ve failin öğrenildiği 19.02.2009 tarihinden itibaren 10 yıllık zamanaşımı süresinin başlatılmasına imkân yoktur. Çünkü sözleşmeye dayalı sorumlulukta tek bir zamanaşımı süresi vardır, o da BK’nın 125 inci (TBK’nın 146) maddesi uyarınca 10 yıl olup bu süre, aynı Kanun’un 128 inci (TBK’nın 149) maddesi uyarınca alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlar.
HGK’nın çoğunluğunun kabulüne göre zamanaşımı süresinin, fiil ve failin öğrenildiği tarihe çekilmesi haksız fiile dayalı sorumluluk hukukuna ilişkin bir belirlemedir. Gerçekten de haksız fiile dayalı sorumluluklarda BK’nın 60 ıncı (TBK’nın 72) maddesi uyarınca tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak bir (TBK uyarınca iki) yılın ve her hâlde fiilin meydana geldiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zamanaşımına uğrar. Burada fiil ve faili öğrenmeye bağlı sübjektif (kısa ve her somut olaya göre değişebilen) ve objektif (uzun ve her durumda haksız fiil tarihinden başladığı için sabit) zamanaşımı süreleri vardır. Haksız fiillerde, fiil ve failin ancak kişinin yaralanmasının kesin olarak belirlenmesine imkân sağlayan maluliyet raporu ile öğrenilmiş sayılacağı kabul edilerek sübjektif (iki yıllık kısa süre) zamanaşımı süresinin başlayacağı tarih belirlenmektedir. Ancak fiil ve faili öğrenmenin ise her hâl ve durumda objektif (10 yıl) zamanaşımı süresini geçemeyeceği kanun gereğidir. Somut olayda ise sözleşme hukukuna göre sorumluluk kabul edilmesine karşın, haksız fiillerde söz konusu olan fiil ve faili öğrenme tarihinden (nihai maluliyet raporunun alındığı 19.02.2009) itibaren 10 yıllık zamanaşımı süresinin başlatılmış olması kanuni olmadığı gibi, sorumluluk hukukunda yer almayan bir zamanaşımı süresi kabul edildiği için de kanaatimce hukuki de değildir.
Konunun, adil yargılanma hakkının alt görünümlerinden olan mahkemeye erişim hakkı bağlamında değerlendirildiğinde ise haksız fiilin meydana geldiği tarihten itibaren alacağın muaccel hâle gelmesi ve faizin bu tarihten başlatılması, fiil ve failin öğrenilmesinden itibaren 2 ve her durumda 10 yıllık zamanaşımı sürelerinin ölçülü, yeterli, belirlenebilir ve öngörülebilir olduğu, somut olayda da fiil ve failin öğrenildiği 19.02.2009 tarihinden itibaren yasal süreler herhangi bir haklı gerekçe ileri sürülmeksizin geçirilerek 17.10.2016 tarihine kadar beklenilerek dava açıldığı göz önüne alındığında davacı tarafın hukuki yollara başvururken gerekli dikkat ve özeni göstermediği, üzerine düşen özen yükümlülüğünü yerine getirmediği düşüncesindeyim. Zira dava, haksız fiil tarihinden 12 yıl 6 ay, fiil ve failin kesin olarak öğrenildiği tarihten ise 7 yıl 8 ay sonra açılmıştır. HGK çoğunluğunun kabulüne göre (19.02.2009 tarihinde 10 yıllık zamanaşımı süresinin başlayacağı) davacı, yasal dayanağı bulunmamasına rağmen haksız fiil tarihinden (02.04.2004) itibaren 15 yıl içerisinde dava açma hakkı elde etmektedir ki davalı tarafı bu kadar uzun süre dava tehdidi altında bırakmanın adil yargılanma hakkına aykırı olacağı düşüncesindeyim.
Yukarıda açıklanan nedenlerle; dava konusu olayda, % 100 oranında malul kalan davacının yaralanmasıyla ilgili gelişen ve değişen bir durumun söz konusu olamayacağı, işçi–işveren ilişkisi nedeniyle davalının sorumluluğunun sözleşmeye dayalı olmasına rağmen maddi vakıanın haksız fiil olduğu, bu itibarla alacağın haksız fiil tarihinde muaccel olduğu, zamanaşımının ve faizin de alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlayacağı, fiil ve failin olay tarihinden 5 yıl sonra öğrenilmiş olmasına rağmen gerek sözleşmeye, gerekse de haksız fiile dayalı sorumluluk hukuku bakımından kaza tarihinden itibaren 10 yıllık süre geçtikten sonra davanın açılmış olduğu anlaşıldığından davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesi gerektiği düşüncesinde olduğumdan sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyorum.
Üye
Salim Küçük