KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesinde yayınlanan tüm içerik telif yasaları ve Türk Patent Enstitüsü kapsamında koruma altındadır. KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesinde paylaşılan Yargıtay Kararları’nın kullanımından doğabilecek zararlar için KARAMERCAN HUKUK Bürosu hiçbir sorumluluk kabul etmez. www.karamercanhukuk.com/blog_yargitay.php internet adresinde paylaşılan Yargıtay Kararları’nın link verilmeden bir başka anlatımla www.karamercanhukuk.com internet adresinden alındığı belirtilmeksizin kopyalanması, paylaşılması ve kullanılması YASAKTIR. KARAMERCAN HUKUK Bürosu internet sitesini ziyaret etmekle, yukarıda belirtilen kullanım şartlarını kabul etmiş sayılırsınız.
Yazdır

DOĞMUŞ BİR OLUMSUZ GÖREV UYUŞMAZLIĞINDA UYUŞMAZLIK MAHKEMESİNCE GÖREVSİZLİK KARARI KALDIRILAN MAHKEMENİN YARGILAMAYA KALDIĞI YERDEN DEVAM ETMESİ GEREKİR.

T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

Esas No        : 2023/(17)4-104
Karar No       : 2024/206

T Ü R K   M İ L L E T İ   A D I N A

Y A R G I T A Y   İ L  M I

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ                :
 Ankara 8. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ                          : 14.10.2021  
SAYISI                          : 2021/294 E., 2021/349 K.
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay (Kapatılan) 17. Hukuk Dairesinin 11.02.2021 tarihli ve
                                        2020/1626 Esas, 2021/1268 Karar sayılı BOZMA kararı

1. Taraflar arasındaki tazminat davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Ankara 8. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın açılmamış sayılmasına ilişkin ek karar davacı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay (kapatılan) 17. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.

2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği düşünüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ

Davacı İstemi   

4. Davacı vekili; müvekkili şirkete ait zorunlu mali mesuliyet sigorta (ZMMS) poliçesi kapsamında sigortalanmış araçla yaşanan ölümlü trafik kazasında vefat eden kişilerin yakınlarının destekten yoksun kalma nedeniyle müvekkili aleyhine açtığı ve kazada kusuru bulunan Karayolları Genel Müdürlüğünün de ihbar olunan olarak yer aldığı davalar sonucunda müvekkilinin toplam 380.944,00 TL tazminat ödemek zorunda kaldığını, kaza tespit tutanağında asli kusurun davalı Karayolları Genel Müdürlüğüne yüklendiğini, yine tazminat davasında alınan bilirkişi raporunda da davalının söz konusu kazada %75 oranında kusurlu olduğunun mütalaa edildiğini, eldeki bu davanın idarenin hizmet kusurundan değil genel hükümlere tabi rücu ilişkisinden kaynaklandığını zira davalının 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 50, 51, 141, 142 vd. maddeleri ile 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 88 inci maddesi çerçevesinde müteselsil sorumluluk hükümlerine göre müvekkili tarafından ödenmek durumunda kalınan tazminattan kusuru oranında sorumlu olduğunu ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla 285.708,00 TL tutarındaki rücu alacağının faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı Cevabı

5. Davalı vekili; her ne kadar dava dilekçesinde hizmet kusuruna dayanılmadığı belirtilmiş ise de rücu davasına esas tazminat dosyasında verilen kararın müvekkili aleyhine kesin hüküm yahut kesin delil içermediğini ve öncelikle kusur araştırması yapılması gerektiğini, hizmet kusuruna dayalı tazminat davalarının ise 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2/1-b maddesi anlamında tam yargı davası niteliği taşıdığını, bu nedenle görevli yargı yerinin idare mahkemeleri olduğunu belirterek davanın öncelikle bu nedenle, aksi kabul edilecek olursa talebin zamanaşımına uğraması ve esas yönünden de haksız olması nedeniyle reddi gerektiğini savunmuştur.

İlk Derece Mahkemesi Kararı

6. Ankara 8. Asliye Hukuk Mahkemesinin 28.05.2013 tarihli, 2012/147 Esas, 2013/293 Karar sayılı kararıyla; kesinleşen tazminat davasında belirlenen kusur oranları gözetilerek yapılan inceleme sonunda davacının dava konusu tazminat tutarını rücu talebinin haklı olduğu gerekçesiyle davanın kabulüne, 285.708,00 TL’nin ödeme tarihlerinden itibaren yasal faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmiştir.

7. Kararın davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay (kapatılan) 17. Hukuk Dairesinin 30.06.2015 tarihli, 2014/4764 Esas, 2015/9329 Karar sayılı kararı ile; davaya konu istemin idarenin hizmet kusuruna dayalı tam yargı davası niteliği taşıdığı, bu nedenle davanın idari yargının görevinde olduğu gerekçesiyle bozma kararı verilmiştir.

8. Mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda 04.03.2016 tarihli, 2016/27 Esas, 2016/55 Karar sayılı kararla; yargı yoluna ilişkin dava şartı yokluğu nedeniyle davanın usulden reddine karar verilmiş, hüküm temyiz edilmeksizin kesinleşmiştir.

9. Bu aşamadan sonra davacı idari yargıda dava açmış, idari yargı merciince çıkarılan olumsuz görev uyuşmazlığını inceleyen Uyuşmazlık Mahkemesi 25.02.2019 tarihli, 2019/75 Esas, 2019/164 Karar sayılı karar ile; taraflar arasındaki uyuşmazlıkta adli yargının görevli olduğu gerekçesiyle Ankara 8. Asliye Hukuk Mahkemesinin kararını kaldırmış, kararın bir örneğini ilgili mahkemelere göndermiştir.

10. Mahkemece Uyuşmazlık Mahkemesi kararı taraflara tebliğ edilmiş, devamında 30.04.2019 tarihli ek kararla olumsuz görev uyuşmazlığını çözen Uyuşmazlık Mahkemesi kararının başvurucuya tebliğ etmesi gerektiği, bu tebliği müteakip davacının (6100 sayılı Kanun’un 20 nci maddesi kıyasen uygulanarak) iki hafta içinde görevsizlik kararı bozulmuş olan mahkemeye başvurarak davaya devam edilmesini istemek durumunda olduğu, aksi hâlde davanın açılmamış sayılmasına karar verileceği, somut olayda da Uyuşmazlık Mahkemesi kararının davacıya 01.04.2019 tarihinde tebliğ edildiği ancak davacının 29.04.2019 tarihli dilekçeyle davaya devam edilmesini isteyerek başvuru için zorunlu olan yasal süreyi kaçırdığı gerekçesiyle davanın açılmamış sayılmasına karar vermiştir.

Özel Daire Bozma Kararı

11. Yukarıda belirtilen ek karara karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.

12. Yargıtay (kapatılan) 17. Hukuk Dairesinin 11.02.2021 tarihli ve 2020/1626 Esas, 2021/1268 Karar sayılı kararı ile; “… Dosyanın, karar kesinleştiğinde ve talep halinde görevli mahkemeye gönderilmesi usulü aynı yargı yolu içindeki mahkemeler arasında söz konusu olup, farklı yargı kolları arasında böyle bir usul bulunmamaktadır. Somut olayda dava, adli yargıda (asliye hukuk mahkemesinde) açılmış, mahkemece idari yargının görevli olduğu gerekçesiyle yargı yolu caiz olmadığından davanın usulden reddine karar verilmiş, davacı vekilince İdari yargıya başvurulmuş, İdare Mahkemesince de Uyuşmazlık Mahkemesine başvurulması üzerine Uyuşmalık Mahkemesince de asliye hukuk mahkemesi görevsizlik kararının kaldırılmasına karar verilmiştir. Mahkemece, henüz İdare Mahkemesi dosyası da derdestken re'sen Uyuşmazlık Mahkemesi kararı davacı vekiline tebliğ edilerek 2 haftalık süre içerisinde davaya asliye hukuk mahkemesinde devam edilmesine yönelik talep olmadığı gerekçesiyle davanın açılmamış sayılmasına dair ek karar verilmiştir. Ek karar davacı vekilince temyiz edilmiştir.

Yukarıda açıklanan nedenlerle, somut durumda uygulanma yeri bulunmayan adli yargı mahkemeleri arasında göreve ilişkin HMK'nın 20. maddesi kıyasen uygulanarak davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi doğru görülmemiş, farklı yargı kolları arasında dosyanın gönderilmesi usulü söz konusu olmadığından usul ve yasaya uygun olmayan ek kararın HUMK’nun 432/son maddesi (HMK.'nın 366. maddesi) uyarınca ortadan kaldırılmasına karar vermek gerektirmiştir...” gerekçesi ile karar bozulmuştur.

Direnme Kararı

13. Mahkemenin 14.10.2021 tarihli ve 2021/294 Esas, 2021/349 Karar sayılı kararı ile; bu konuda kanunda açıklık bulunmamakla birlikte doktrin ve içtihatlarda olumsuz görev uyuşmazlığını çözen Uyuşmazlık Mahkemesi kararlarından sonra 6100 sayılı Kanun’un 20 nci maddesinin kıyasen uygulanması gerektiğinin kabul edildiği, aynı şekilde verilmiş kararın daha önce Özel Dairece onandığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

Direnme Kararının Temyizi

14. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK

15. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; idari yargı mercii ile arasındaki olumsuz görev uyuşmazlığını çözen Uyuşmazlık Mahkemesi kararıyla yargı yolunun caiz olmadığı gerekçesiyle verdiği davanın usulden reddine dair kararı kaldırılan hukuk mahkemesinin kıyas yoluyla 6100 sayılı Kanun’un 20 nci maddesini uygulayarak süresinde başvuru yapılmadığı gerekçesine dayalı ek kararla davanın açılmamış sayılmasına karar vermesinin mümkün olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE

16. Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle konu ile ilgili kavram ve yasal düzenlemelerin ortaya konulmasında yarar vardır.

17. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 142 nci maddesinin birinci fıkrasına göre mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usulleri kanunla düzenlenir.

18. Bir mahkemenin davanın esası hakkında yargılama yapabilmesi (davayı esastan inceleyebilmesi) için ise “dava şartı” olarak adlandırılan bazı hâllerin varlığı veya yokluğu aranır.

19. Dava şartlarının amacı, bir davanın esası hakkında incelemeye geçilebilmesi için gerekli bütün şartları ve bunların incelenmesi usulünü tespit etmek, böylece davaların daha çabuk, basit ve ekonomik bir şekilde sonuçlanmasına yardımcı olmaktır (Baki Kuru: İstinaf Sistemine Göre Yazılmış Medeni Usul Hukuku, İstanbul 2016, s. 190).

20. Mahkeme yargılamanın her aşamasında dava şartlarının bulunup bulunmadığını kendiliğinden araştırıp inceler ve bu konuda tarafların istem ve beyanları ile bağlı değildir. Dava şartlarının davanın açıldığı günde bulunmaması ya da bu şartlardan birinin yargılama aşamasında ortadan kalktığının öğrenilmesi durumunda mahkemece mesmu (dinlenebilir) olmadığı gerekçesiyle davanın reddedilmesi gerekir.

21. Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 114 üncü maddesinin 1-b bendine göre “Yargı yolunun caiz olması” dava şartları arasında yer alır.

22. Yargı yolu kavramı, açılan bir davanın o hukuk sistemine dâhil yargı kollarından hangisinde bakılacağını ifade eder. Yargı düzeni/yargı kolu olarak da kullanılabilen bu kavram nitelik ve özellikleri bakımından birbirine benzerlik gösteren ve bir bütün olduğu kabul edilen uyuşmazlıkların aynı yargılama (hukuk) disiplininin uğraş alanı içine sokulmasından kaynaklanan kümeleşmedir (Türk Hukuk Lügatı-Türk Hukuk Kurumu, Ankara 2021, C:1, s. 1198).

23. Ülkemizde yargı kolları anayasa yargısı, idari yargı, adli yargı, hesap yargısı, uyuşmazlık yargısı, seçim yargısı şeklinde sınıflandırılmış olup hukuki nitelikleri bu bakımından bu sınıflandırmaya tabi olan işler, ait oldukları yargı koluna özgü ve birbirinden farklı yargılama usullerine tabidirler. Soyut hukuk kuralının koruduğu menfaatin (hakkın) bireysel yahut toplumsal niteliğine bağlı olarak, onun mahkemeler eliyle korunmasında uygulanacak usulün (yöntemin) de farklılaştırılması, bu korumanın etkinliği bakımından çoğu zaman kaçınılmazdır (Murat Atalı/İbrahim Ermenek/Ersin Erdoğan: Medeni Usul Hukuku, Ankara 2021, s. 31).

24. Adli yargı ile idari yargı, bir başka deyişle hukuk mahkemeleri ile idare mahkemeleri arasındaki ilişki “yargı yolu” ilişkisidir ve bu ilişki kamu düzenine ilişkin olduğundan mahkemece yargılamanın her aşamasında resen araştırılarak göz önünde tutulmalı, idari yargının görevli olduğu sonucuna varıldığı takdirde 6100 sayılı Kanun’un 115 inci maddesi çerçevesinde davanın usulden reddine karar verilmelidir.

25. Bu noktada şu husus önemle vurgulanmalıdır: Uygulamada sıklıkla adli ve idari yargı yerleri arasındaki “yargı yolu ilişkisi” için “görev ilişkisi” tabiri kullanılmakta ise de medeni usul hukukunda “görev” medeni yargı koluna giren bir davanın uyuşmazlığın konusu ve/veya taraflarına göre, bu yargı kolunda kurulmuş bulunan ilk derece mahkemelerinden hangisi tarafından görüleceğini ifade eder (Atalı/Ermenek/Erdoğan, s. 139) ve yargı yolu ilişkisinden tümüyle farklıdır. Daha açık bir anlatımla; 6100 sayılı Kanun’un 114/b maddesinde düzenlenen dava şartı farklı yargı kolları arasındaki görev paylaşımına ilişkinken; 114/c maddesindeki görev, adli yargı kolunda faaliyet gösteren mahkemeler arasındaki görev paylaşımına ilişkin olduğundan gerek mahiyet gerekse neticeleri yönünden yargı yolunun caiz olmaması nedeniyle verilen ret kararları Kanun’un 114/c maddesi çerçevesinde görev yönünden yapılan değerlendirme sonucunda verilen ret kararıyla farklı özellikler taşır.

26. Medeni usul hukukunda mahkemelerin görev ve yetkisine ilişkin kurallara 6100 sayılı Kanun’un 1 ilâ 19 uncu maddeleri arasında yer verildikten sonra kanun koyucu “Görevsizlik veya yetkisizlik kararı üzerine yapılacak işlemler” başlıklı 20 nci maddede görevsizlik veya yetkisizlik kararı verilmesi hâlinde mahkeme ve taraflarca yapılması gereken işlemleri hükme bağlamıştır. Buna göre taraflardan birinin, karar verildiği anda kesin ise tebliğ tarihinden, süresi içinde kanun yoluna başvurulmayarak kesinleşmiş ise kararın kesinleştiği tarihten, kanun yoluna başvurulmuşsa bu başvurunun reddi kararının tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içinde kararı veren mahkemeye başvurarak, dava dosyasının görevli ya da yetkili mahkemeye gönderilmesini talep etmesi gerekmektedir. Bu maddede düzenlenen başvuru süresi hak düşürücü süre mahiyetinde olup bu süre içerisinde talepte bulunulmadığı takdirde dava açılmamış sayılır. Bu durum görevsizlik veya yetkisizlik kararı veren mahkemece resen gözetilir. Dosya talep üzerine görevli mahkemeye gönderildiğinde ise yeni mahkeme aynı dava dilekçesi üzerinden yargılamaya devam eder.

27. Ne var ki yargı yolunun caiz olmaması nedeniyle davanın usulden reddine karar verilmiş olması durumunda kararın mahiyeti gereği davaya konu talep artık bir başka yargı kolunun alanına girecek ve o alana ait usul kurallarına tabi bir yargılamanın parçası olacaktır. Bu durum o yargı yerinin uyguladığı usul kurallarına uygun olarak yeniden bir dava açılmasını zorunlu kılar. Bu nedenle de görevsizlik/yetkisizlik nedeniyle verilen kararlardan farklı olarak idari yargının görevli olduğuna işaret ederek davayı usulden reddeden Mahkemenin dosyanın görevli mahkemeye gönderilmesi yönünde hüküm tesis etmesi mümkün değildir.

28. Adli yargı merciinin yargı yoluna ilişkin dava şartı nedeniyle verdiği usulden ret kararından sonra ne yapılması gerektiği konusu 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 9 uncu maddesinde “Çözümlenmesi Danıştayın, idare ve vergi mahkemelerinin görevlerine girdiği halde, adli yargı yerlerine açılmış bulunan davaların görev noktasından reddi halinde, bu husustaki kararların kesinleşmesini izleyen günden itibaren otuz gün içinde görevli mahkemede dava açılabilir. Görevsiz yargı merciine başvurma tarihi, Danıştaya, idare ve vergi mahkemelerine başvurma tarihi olarak kabul edilir.

Adli yargı yerlerine açılan ve görevsizlik sebebiyle reddedilen davalarda, görevsizlik kararının kesinleşmesinden sonra birinci fıkrada yazılı otuz günlük süre geçirilmiş olsa dahi, idari dava açılması için öngörülen süre henüz dolmamış ise bu süre içinde idari dava açılabilir” şeklinde düzenlenmiştir.

29. Buna göre adli yargı merciine açtığı dava, yargı yolunun caiz olmaması nedeniyle usulden reddedilen kişi 2577 sayılı Kanun’un 9 uncu maddesinde tanınan süre içerisinde idari yargıda dava açabilecektir.

30. Bu şekilde açılan davada idari yargı mercii kendisinin görevli olmadığı, dava konusu talebin adli yargının görev alanına girdiği değerlendirmesinde bulunur ise bu kez “olumsuz göre uyuşmazlığı” kavramı ile karşılaşılacaktır.

31. Olumsuz görev uyuşmazlığı, adli veya idari yargı yerlerinden ikisinin tarafları, konusu ve sebebi aynı olan davada karşılıklı birbirlerini görevli saymalarından dolayı kendilerini görevsiz görmeleri hâlidir (Türk Hukuk Lûgatı, s. 863).

32. Adli ve idari yargı yerleri arasındaki görev uyuşmazlıklarının çözüm mercii Anayasa’nın 158 inci maddesi gereği Uyuşmazlık Mahkemesi olup yargı yolu anlaşmazlığı hâlinde 2247 sayılı Uyuşmazlık Mahkemesinin Kuruluş ve İşleyişi Hakkında Kanun hükümleri devreye giderecektir.

33. Uyuşmazlık Mahkemesinin Kuruluş ve İşleyişi Hakkında Kanun’un 14 üncü maddesi anlamında olumsuz görev uyuşmazlığından söz edilebilmesi için adli ve idari yargı mercilerinin tarafları, konusu ve sebebi aynı olan davada kendilerini görevsiz görmeleri ve bu yolda verdikleri kararların kesin veya kesinleşmiş olması gerekir. Bu hâlde bu uyuşmazlığın giderilmesi istemi ancak davanın taraflarınca ileri sürülebilir. Söz konusu durumda son görevsizlik kararını veren yargı merciince, bu kararın kesinleşmesinden sonra ve taraflardan birinin istemi üzerine, ilk görevsizlik kararını veren yargı merciine ait dava dosyası da temin edilerek Uyuşmazlık Mahkemesine gönderilir ve görevli yargı merciinin belirlenmesi istenir (2247 sayılı Kanun, md.15).

34. Anılan Kanun’un 19 uncu maddesinde ise yargı mercilerinin uyuşmazlık mahkemesine başvurmaları usulü düzenlenmiş olup bu hükme göre adli ve idari yargı mercilerinden birisinin kesin veya kesinleşmiş görevsizlik kararı üzerine kendisine gelen bir davayı incelemeye başlayan veya incelemekte olan bir yargı mercii davada görevsizlik kararı veren merciin görevli olduğu kanısına vardığında önceki görevsizlik kararına ilişkin dava dosyası da temin edip gerekçeli bir başvuru kararı ile birlikte dava dosyasını Uyuşmazlık Mahkemesine göndermesi, Uyuşmazlık Mahkemesinin kararına kadar söz konusu işin incelenmesini ertelemesi gerektiği belirtilmiştir.

35. Bu noktada 2247 sayılı Kanun’un 28 inci maddesinin emredici hükmü önem arz etmektedir: Uyuşmazlık Mahkemesi, vereceği bütün kararların sonuçlarını ve gerekçeli kararın bir örneğini ilgili görev uyuşmazlığının çözülmesi için kendisine başvuran yargı merciine, kararı beklemesi için yazı yazılmış bulunan yargı merciine veya mercilerine uyuşmazlığın çözülmesi için başvurmuş olan kişilere veya makamlara hemen tebliğ eder ve ilgili yargı mercileri ile bütün makam, kuruluş ve kişiler; mahkeme kararlarına uymak, geciktirmeksizin onları uygulamakla ödevlidirler.

36. Yargı yolu ve göreve ilişkin kavram ve yöntem farklılıklarına dair bu açıklamalardan sonra gelinen aşamada uyuşmazlığın çözümlenebilmesi için medeni usul hukukunda kıyas konusuna değinilmesinde fayda vardır.

37. Medeni usul hukukuna ilişkin düzenlemelerde tıpkı diğer hukuk alanlarında olduğu gibi, somut olaya doğrudan uygulanabilecek bir kuralın bulunmadığı hâllerle karşılaşılabilir. Bu durumda kanunda yer alan benzer bir düzenlemeden yararlanılarak sorunun çözümlenip çözümlenemeyeceği tartışması gündeme gelir.

38. Kıyas da bir kuralın benzetme yoluyla bir başka duruma uygulanması hâlidir (Türk Hukuk Lügatı, s.689).

39. Ne var ki medeni usul hukuku özel hukuka ilişkin uyuşmazlıkları konu alan yargılama faaliyetini düzenleyen kurallar bütünü olmakla bir anlamda maddî hukuka hizmet etmekteyse de medeni hukukta benimsenen irade serbestisi ilkesinin medeni usul hukukunda da aynı şekilde geçerli olduğu söylenemez. Zira medeni usul hukuku, hukukun uygulanmasının hukukudur ve bir yandan taraflarla mahkeme arasındaki ilişkiyi ve yargılamanın gidişatını düzenlerken diğer yandan tarafların birbirleriyle olan ilişkisine dair düzenlemeler de öngörür. Bu nedenledir ki hem kamu hukukunun emredici vasfını hem de özel hukukun tasarruf imkânını içinde bulunduran medeni usul hukukuna ilişkin kuralların yorumu ve uygulanmasında, yorumlanacak kuralın kamu hukuku karakterinin mi yoksa özel hukuk karakterinin mi ağır bastığının tespit edilmesi ve bu hukuk dalına ilişkin ilke ve esasların da bu çerçevede dikkate alınması gerekir (Nurbanu Erzurumlu Işık: Mahkeme İçtihatları Yoluyla Medenî Usûl Hukukunun İnşası, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, s. 35).

40. Yukarıda da değinilen Anayasa’nın 142/1 inci maddesi gereği mahkemelerin işleyişi ve yargılama usulleri ancak kanunla düzenlenebilir. Yargılamanın başlamasıyla taraflar ve mahkeme arasında doğan ilişki, tarafların arasındaki eşitlik zeminine oturan ilişkiden farklı olarak kamu hukukunun gerektirdiği şekilde hiyerarşik bir biçimde işler ve kanun koyucu bu ilişkiler bakımından genellikle tarafların anlaşarak değiştiremeyeceği, emredici kurallardan oluşan düzenlemeler öngörerek yargılamada keyfiliğin önlenmesi fonksiyonunu yerine getirir.

41. Bu anlamda medeni usul hukukunun şeklî bir hukuk dalı teşkil etmesi ve bir fonksiyonun keyfiliğin engellenmesi olması, kıyasın veya hâkimin hukuk yaratmasının bu alan için uygun olmadığı sonucunu doğurur. Ancak bu durum usul hukuku kuralları açısından kıyasın tamamen yasak olduğu veya hukuk yaratmanın hiçbir şekilde mümkün olmadığı anlamına gelmeyecektir (Atalı/Ermenek/Erdoğan, s.16).

42. Konuyla ilgili bu açıklamalardan sonra somut olaydaki yargısal süreç ortaya konulmalıdır.

43. Davacı sigorta şirketi ölümlü trafik kazasında asli sorumlunun davalı Karayolları Genel Müdürlüğü olduğunu ileri sürerek adli yargı önünde rücuen tazminat davası açmış, Mahkemece uyulan bozma kararı doğrultusunda yargı yolunun caiz olmasına ilişkin dava şartı yokluğundan davanın usulden reddine karar verilmiştir. Bu kararın kesinleşmesi üzerine davacı 08.12.2016 tarihinde idari yargıda dava açmış, Erzurum 2. İdare Mahkemesi 13.12.2018 tarihinde, uyuşmazlıkta adli yargının görevli olduğu gerekçesiyle 2247 sayılı Kanun’un 19 uncu maddesi çerçevesinde olumsuz görev uyuşmazlığının çözümlenmesi için dosyayı Uyuşmazlık Mahkemesine göndermiş ve karar verilinceye kadar davayla ilgili incelenmeyi ertelemiştir. Uyuşmazlık Mahkemesi 25.02.2019 tarihli kararıyla taraflar arasındaki anlaşmazlığın adli yargının görevine girdiğini tespit ederek Ankara 8. Asliye Hukuk Mahkemesinin 23.02.2016 tarihli görevsizlik (usulden ret) kararının kaldırılmasına hükmetmiştir.

44. Uyuşmazlık Mahkemesi tarafından kararın bir örneği görevsizlik kararı kaldırılan Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmiş ve bunun üzerine Mahkeme Uyuşmazlık Mahkemesinden kararın taraflara tebliğine dair evrakı istemiş, Uyuşmazlık Mahkemesinin 2247 sayılı Kanun’un 19 ve 28 inci maddelerine göre kararın yalnızca ilgili mahkemesine tebliğ edildiği, dosyanın niteliği gereği dava taraflarının tebligat yapılacak kişiler arasında olmadığı yönündeki müzekkere cevabı üzerine bu kez kendiliğinden taraflara Uyuşmazlık Mahkemesi kararını tebliğe çıkarmış ve (tebligatın içeriği itiraz konusu olmakla birlikte) karar davacı vekiline 01.04.2019 tarihinde tebliğ edilmiştir. Davacı vekili 29.04.2019 tarihinde Mahkemeye verdiği dilekçeyle, uzayan yargısal süreç nedeniyle mağdur olduklarını belirterek bir an önce duruşma günü verilmesini talep etmiş ancak Mahkeme bu dilekçenin 6100 sayılı Kanun’un 20 nci maddesi gereğince görevli mahkemeye başvuru için öngörülen iki haftalık süre içerisinde verilmediğinden bahisle davanın açılmamış sayılmasına karar vermiştir. Nihayetinde bozmaya direnilmesiyle birlikte Mahkeme ve Özel Daire, Uyuşmazlık Mahkemesinin 2247 sayılı Kanun’un 19 uncu maddesi çerçevesinde yaptığı inceleme sonunda yargı yolu bağlamında görevsizlik kararı kaldırılan adli yargı merciinde devam edilecek yargılama yönünden kıyas yoluyla 6100 sayılı Kanun’un 20 nci maddesinde öngörülen hak düşürücü sürenin uygulanmasının mümkün olup olmadığı noktasında uyuşmazlığa düşmüştür.

45. Yapılan açıklamalar ışığında uyuşmazlık değerlendirildiğinde; yukarıda ayrıntılı şekilde belirtildiği üzere, yargı yolunun caiz olmaması nedeniyle verilen usulden ret kararları adli yargı içindeki mahkemeler arasında görevsizlik/yetkisizlik nedeniyle verilen usulden ret kararlarından farklı olup 6100 sayılı Kanun’un 20 nci maddesinde öngörülen dosyanın görevli/yetkili mahkemeye gönderilmesi için başvuru koşulu, aynı yargı kolu içerisindeki mahkemeler arasında verilmiş kararlara ilişkin bir usul kuralıdır. Kanun koyucu; yargı yolunun caiz olmaması nedeniyle verilen ret kararı sonrası dava bir başka yargı kolunun alanına girdiğinden, bu hâl için 20 nci maddede öngörülen şekilde dosyanın ilgili idare mahkemesine gönderilmesine dair bir düzenlemeye yer vermemiştir. Anayasanın 142 nci maddesi gereği yargılama usulüne dair kuralların kanunla öngörülmesi asıldır. Diğer taraftan 20 nci maddede düzenlenen başvuru süresi bir hak düşürücü süredir ve hak düşürücü sürelerin kanuniliği ilkesi gereği de taraflara kanunun öngörmediği bir yükün yorum yoluyla getirilmesi düşünülemez. Üstelik 2247 sayılı Kanun’un 28/2 maddesi gereğince Uyuşmazlık Mahkemesinin kararlarına uymak zorunludur ve ilgili yargı mercileri gecikmeksizin bu kararı uygulamakla görevlidir. Bu nedenle 2247 sayılı Kanun’un 19 uncu maddesi çerçevesinde doğmuş bir olumsuz görev uyuşmazlığında Uyuşmazlık Mahkemesince görevsizlik kararı kaldırılan mahkemenin bu karar gereği işlem yaparak yargılamaya kaldığı yerden devam etmesi gerektiğinden kıyas yoluyla 6100 sayılı Kanun’un 20 nci maddesinin uygulanması imkânı bulunmamaktadır.

46. Bu noktada direnmeye esas teşkil eden ek karar tarihi 30.04.2019 olmasına rağmen Özel Daire kararında 25.02.2019 olarak gösterilmesinin maddi hata teşkil ettiği ve esasa etkisinin bulunmadığı da belirtilmelidir.

47. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmelerde; koşulları mevcut olduğu takdirde usul hukukunda kıyasın mümkün olduğu, nitekim 25.01.1985 tarihli, 1984/5 Esas, 1985/1 Karar ile 16.11.1983 tarihli, 1983/5 Esas, 1983/6 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararlarında da buna işaret edildiği, 6100 sayılı Kanun’un 20 nci maddesinin yargı yolu yönünden uygulanamayacağı değerlendirmesinin kanunun amacına aykırı olduğu, koşulları bulunduğu takdirde bu hükmün yargı yolu nedeniyle doğan uyuşmazlıklarda da kıyasen uygulanabileceği, somut olayda Mahkemenin 2247 sayılı Kanun’un 28/2 maddesi çerçevesinde işlem yapması zorunlu olduğundan kıyasın uygulanmasını gerektirir bir durumun olmadığı, aksi değerlendirilecek olsa dahi kıyasen göz önünde bulundurulacak hükmün yargı yeri belirlenmesine ilişkin 6100 sayılı Kanun’un 23/2 nci maddesi olduğu zira mahiyet itibarıyla somut olaydaki hâle en yakın/benzer hükmün 23 üncü madde oluğu, çoğunluğun bozma gerekçesine bu nedenlerle iştirak edilmediği ve hükmün bu değişik gerekçelerle bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.

48. Hâl böyle olunca Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken direnme kararı verilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

49. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

IV. KARAR

Açıklanan sebeplerle;

Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı, 6217 sayılı Kanun’un 30 uncu maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429 uncu maddesi gereğince BOZULMASINA,

İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,

Aynı Kanun’un 440 ıncı maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere,

24.04.2024 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.

''K A R Ş I   O Y''

Özel Daire ile Mahkeme arasındaki uyuşmazlık adli yargı ile idari yargı arasında doğan yargı yolu uyuşmazlığını inceleyen Uyuşmazlık Mahkemesince davaya adli yargıda bakılması yönünde verilen karar sonrasında HMK 20 nci maddede yer alan kuralın kıyasen uygulanmasının gerekli ve mümkün olup olmadığı buradan hareketle davanın açılmamış sayılmasına karar verilip verilemeyeceği noktasında toplanmaktadır.

Uyuşmazlığın mahiyetine göre öncelikle medeni usul hukukunda kıyasın mümkün olup olmadığını değerlendirmek gerekir.

Medeni usul hukukunda kıyasın mümkün olduğu 25.01.1985 tarihli ve 1984/5 Esas, 1985/1 Karar sayılı içtihadı birleştirme kararında kabul edilmiştir. Bu kararda temyiz dilekçesi kaydedilmesine karşın hiç harç yatırılmaması durumunun Kanunda düzenlenmediği, bu konuda farklı Yargıtay kararları bulunduğu, yasadaki bu boşluğun, Hukuk Genel Kurulu ve 3. Hukuk Dairesince yargılama hukuklarında öncelikle geçerli bulunduğunda birleşilen benzetme (teşbih: kıyas) yoluyla çözülerek, bu konuda anılan maddenin üçüncü fıkrasının uygulanacağı düşüncesi geliştirildiği, bunun hukuk düzeninin boşluk kabul etmeyeceği ilkesinin doğal bir sonucu olduğu da belirtilip benimsenmek suretiyle, harç alınmadan temyiz defterine kaydedilen temyiz dilekçeleri hakkında HUMK’nın 2494 sayılı Yasa'yla değişik 434 üncü maddesinin üçüncü fıkrasında öngörülen "eksik harç ödenmesi hâlinde yapılacak işlemle ilgili kuralın" benzetme (kıyas) yoluyla uygulanacağına karar verilmiştir.

Yine bir usul konusu olarak karar düzeltme talebinde peşin harç alınması gerekip gerekmediğinin tartışıldığı 16.11.1983 tarihli ve 1983/5 Esas, 1983/6 Karar sayılı içtihadı birleştirme kararının gerekçesinde de bir konuda yasada boşluk olması veya ilgili maddenin açıklığa kavuşturulması gereğinin duyulması hâlinde kıyas ve yoruma başvurulacağı belirtilmiş ancak somut konuda kıyasa gerek olmadığı kabul edilerek sonuca gidilmiştir.

01.02.1984 tarihli ve 1983/9 Esas, 1984/2 Karar sayılı içtihadı birleştirme kararının gerekçesinde de "Şüphe yok ki Hukuk Usulünde kıyas ve yorumun mümkün bulunduğu doktrinde ittifak gösteren bir görüştür. Uygulamada da aynı düşünce benimsenmiş, çeşitli Yargıtay kararlarında yoruma dayanılmış ve hatta 07.06.1935 tarihli, 92/16 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu`nun yorumlanması sonucu ittihaz edilmiştir" açıklamaları yapılmak suretiyle medeni usulde kıyas yapılabileceği kabul edilmiştir.

Öğretide de medeni usul hukukunda kıyasın mümkün olduğu görüşü savunulmuştur. (Atalı, Murat/Ermenek, İbrahim/ Erdoğan, Ersin, Medenî Usûl Hukuku, 3. Baskı, sayfa 16; Ansay, Sabri Şakir, Hukuk Yargılama Usulleri, Ankara 1960, Sf 9; Sözer, Ali Nazım, Hukukta Yöntembilim, 6. Baskı, İstanbul 2017 sayfa 148). Yukarıda sözünü ettiğimiz 16.11.1983 tarihli içtihadı birleştirme kararında yer alan karşı oy yazısında da medeni usulde kıyasın mümkün olduğunu ileri süren öğreti görüşleri olarak yapılan atıf; “Ord. Prof. Mustafa Reşit Belgesay, Hukuk Usulü Muhakemeleri, Şerhi, Teoriler, Cilt: 1, İstanbul-1949, S. 22-24; Prof. Dr. Saim Üstündağ, Medeni Yargılama Hukukunun Esasları, İstanbul-1973, S. 48; Prof. Dr. Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 1979, Cilt: 1, Sayfa 37; Prof. Dr. İlhan Postacıoğlu, Medeni Hukuk Usulü Dersleri, İstanbul-1975, S. 21; Prof. Dr. Necip Bilge-Doç. Dr. Ergun Önen, Medeni Yargılama Usulü Dersleri, Ankara-1978, S. 5” şeklindedir.

Yine idari yargıya açılan davada adli yargının görevli olduğu kabul edilerek davanın reddi hâlinde dava açılmasının sonuçlarından yararlanabilmek için HMK 20 nci madde (HUMK 193) hükmünün kıyasen uygulanması gerektiği yönündeki Yargıtay kararları da medeni usul hukukunda kıyasın mümkün olduğu kabulünden hareket edilerek verilmiş kararlardır (Örnekler: Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 28.06.2022 tarihli ve 2021/4-902 Esas, 2022/1049 Karar sayılı ve 27.02.2008 tarihli ve 2008/140 Esas, 2008/205 Karar sayılı, Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin 13.10.2014 tarihli ve 2014/25555 Esas, 2014/27363 Karar sayılı, ve 13.10.2014 tarihli ve 2014/25555 Esas, 2014/27363 Karar sayılı, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 13.11.2012 tarihli ve 2012/19191 Esas, 2012/21769 Karar sayılı ve 11.02.2010 tarihli ve 2009/17251 Esas, 2010/1646 Karar sayılı, Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 06.12.2012 tarihli ve 2012/21337 Esas, 2012/41639 Karar sayılı kararları). Bu görüş öğretide de kabul edilmektedir (Kuru, C. I, s. 367, 741; Akkan, Pekcanıtez Usûl, C. I, s. 259).

Medeni usul hukukunda kıyas mümkün ise de kıyas yapılmasını gerektiren ve mümkün kılan koşulların da mevcut olması gerekir.

Davanın önce adli yargıya açılmış olması hâlinde idari yargıya hangi sürede başvurulursa ilk dava tarihinin esas alınacağına ilişkin İdari Yargılama Usülü Kanununda hüküm bulunmasına rağmen tersi durumda adli yargıya başvurulacak süre konusunda ise medeni usul hukukunda bir düzenleme yapılmamıştır.

Oysa ki dava açılması ile elde edilen sonuçların korunabilmesi için idari yargıya başvurunun yapıldığı ilk tarihin dava tarihi sayılması adli yargıda görülmeye devam edilecek dava için de önemlidir. Zira bir dava açılmakla gerek maddi hukuk bakımından gerekse usul hukuku bakımından bazı sonuçlar doğar ki bunların korunabilmesi için bu durum önem taşımaktadır.

Bu konuda maddi hukukla ilgili olarak hak düşürücü sürenin korunması, dava açılmasının zamanaşımını kesici etkisi, öncesinde temerrüde düşülmemiş ise dava açılmakla borçlu temerrüdü gerçekleşeceğinden dava tarihinden temerrüt faizi uygulanacak olması, bazı şahıs varlığı haklarının malvarlığı hakkına dönüşmesi nedeniyle bu sırada muris vefat etmiş ise mirasçıların davayı sürdürebilecek olması, dava açılmakla iyiniyetin kötüniyete dönüşeceğinin kabul edildiği hâller, manevi tazminat talebi yönünden ilk dilekçedeki taleple bağlı olunduğu ve artık bunun ıslahla dahi artırılamayacak olması gibi hususlar burada önem taşımaktadır.

Usul hukuku açısından da dava açılmakla, mahkemenin davayı inceleme zorunluluğunun doğacağı, davacının kendiliğinden davayı geri alamayacağı, davalının da bu kapsamda kesin hüküm elde etme hakkının doğacağı, davanın açıldığı tarihteki duruma göre karara bağlanacağı, belli bir aşamadan sonra iddia ve savunmayı genişletme yasağının başlayacak olması sonuçları doğacaktır.

Dava açılmasının bu sonuçları nedeniyle idari yargıya ilk açıldığı tarihin dava tarihi sayılmasından duruma göre davacı ya da davalı yararlanabilmektedir. Dava açılmasının bu sonuçlarının korunabilmesi için belli bir sürede başvurulmuş olması hâlinde buna değer tanımayı ve ilk açıldığı tarihi dava tarihi saymayı gerektiren bir ihtiyaç olduğu açıkça anlaşılmaktadır. TBK 158 inci madde hükmü nedeniyle bu konuda bir ihtiyaç bulunmadığı savunulabilir ise de bu maddede; dava veya def’i; mahkemenin yetkili veya görevli olmaması ya da düzeltilebilecek bir yanlışlık yapılması yahut vaktinden önce açılmış olması nedeniyle reddedilmiş olup da o arada zamanaşımı veya hak düşürücü süre dolmuşsa, alacaklının altmış günlük ek süre içinde haklarını kullanabileceği belirtilmiştir. Hüküm sadece zamanaşımı ve hak düşürücü sürenin dolması hâlinde ek bir süre vermekte olup diğer yönlerden ihtiyacın varlığını ortadan kaldırmamaktadır.

Bu ihtiyaç nedeniyle usule ilişkin bu konuda kıyas yapılması mümkün olup öğreti ve uygulamada da benimsendiği üzere HMK 20 nci madde hükmünün kıyasen uygulanması gerekir.

İdari yargıda açılan davanın yargı yolu nedeniyle reddine karar verilmesi üzerine adli yargıda dava açılması hâlinde HMK 20 nci madde uygulanabilir ise de davanın önce adli yargıya sonra idari yargıya açıldığı hâllerde her iki yargı kolu da görevsiz olduklarını kabul etmişler ise bu takdirde uyuşmazlığın giderilmesi için Uyuşmazlık Mahkemesine başvurulması gerekecek ve yargı kolları da mahkemenin kararı ile bağlı olacaklardır. Bu uyuşmazlık her iki yargı kolunun da davayı usulden reddetmesi ile doğabileceği gibi sonraki yargı kolunun davayı usulden reddetmek yerine öncesinde Uyuşmazlık Mahkemesine başvurmasıyla da doğabilecektir.

Bu konuda Uyuşmazlık Mahkemesinin kuruluşuyla ilgili 2247 sayılı Kanun'un 28/2 nci maddesinde; “ilgili yargı mercileri ile bütün makam, kuruluş ve kişiler; mahkeme kararlarına uymak, geciktirmeksizin onları uygulamakla ödevlidirler” hükmü bulunmaktadır. Bu hüküm nedeniyle adli yargı mahkemesi kendisinin görevli saydığı karar nedeniyle yeni bir başvuruyu aramaksızın, Uyuşmazlık Mahkemesi kararını uygulamak ve davaya kaldığı yerden devam etmek zorunda olduğundan bu ihtimalde bir kıyas ihtiyacı bulunduğu düşünülemeyeceği için HMK 20 nci madde hükümünün uygulanması da söz konusu olmayacaktır.

Yukarıda yapılan açıklama ve sözü edilen kurallarla birlikte somut olay değerlendirildiğinde; dava önce adli yargıda açılmış, idari yargının görev alanına girdiği kabul edilerek davanın usulden reddi üzerine idari yargıya başvurulmuş ancak idare mahkemesince uyuşmazlık çıkartılması üzerine Uyuşmazlık Mahkemesince adli yargının görevli olduğunu karar verilmiştir. Bu durumda yukarıda birinci ihtimal olarak belirtilen durum gerçekleşmiş olmayıp ikinci ihtimal gerçekleşmiştir. Bu durumda mahkeme Uyuşmazlık Mahkemesi kararını uygulayarak davaya bakmak durumunda olduğundan HMK 20 nci madde hükmünün kıyasen uygulanmasını gerektiren bir durum yoktur.

Kaldı ki kıyasen uygulanacak bir durumdan söz edilse bile davacı için bu süre Uyuşmazlık Mahkemesi kararını öğrenmekle değil idare mahkemesi kararının kesinleşmesi ile başlayacaktır. Mahkemenin henüz idari yargıda dava derdest iken kendiliğinden davacı tarafa Uyuşmazlık Mahkemesi kararını tebliğ edip HMK 20 nci maddedeki süreyi başlatıp buna bağlı olarak davanın açılmamış sayılmasına karar verme yetkisi de yoktur. Diğer yandan bu maddeyi uygulamanın mümkün olduğu hâlde dahi kıyasen uygulanacak hüküm HMK 20 nci maddedeki iki haftalık başvuru süresi olup başvurulmaması veya bu sürenin aşılmış olması da açılmamış sayılma kararı verilmesini gerektirmeyecektir.

Ayrıca yargı yolu uyuşmazlığı doğmuş olması hâlinde de kıyas yoluna başvurulacağı düşünülse bile bu takdirde kıyasen uygulanacak hüküm olarak HMK 20 nci madde değil HMK 23 üncü madde daha uygundur. Ancak 2247 sayılı Kanun'un 28 inci maddesi zaten HMK 23 üncü maddeye benzer şekilde bunu düzenlediğinden kıyas koşulları da mevcut değildir.

Açıklanan nedenlerle somut olay bakımından koşulları oluşmadığı hâlde HMK 20. madde hükmüne dayanılmak suretiyle davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi usule aykırı olduğu için direnme kararının değişik gerekçeyle bozulması gerekir.

Somut olayda HMK 20 nci madde hükmünün kıyasen uygulanamayacağı ve davanın açılmamış sayılmasının doğru olmadığı bozma kararında da belirtilmiş ise de yukarıdaki her iki ihtimali de kapsar biçimde HMK 20 nci maddenin uygulanamayacağı kabul edilmiş ve bu maddenin adli yargı içindeki görev ve yetkiyle ilgili olup yargı yolu yönünden uygulanmayacağı belirtilmiştir. Yukarıda da açıklandığı gibi bazı ihtimallerde HMK 20 nci madde hükmünün kıyasen uygulanması mümkün ve gerekli olduğundan bozma kararının bu yönüyle değiştirilmesi önem taşımaktadır.

Hukuk Genel Kurulunda yapılan müzakere sonucu özel daire kararı gibi bozma yönünde oluşan görüşe esas olarak, medeni usulde kıyasın mümkün olmadığı, görev ve yetkiye ilişkin getirilen bir kuralın yargı yolu bakımından uygulanamayacağı, TBK 158 inci madde hükmü varken HMK 20 nci madde hükmüne gidilmesinin gerekli de olmadığı argümanlarına dayanılmış ise de bu gerekçelere yukarıda açıkladığım nedenlerle katılamamaktayım.

Sonuç olarak değişik bozma yapılması gerektiği görüşünde olduğumdan özel daire kararı gibi bozma yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyorum.

Üye
Zeki Gözütok